ahmetturkan.gen.tr

HAYATTAN DERSLER

  • Yazıtipi boyutunu arttır
  • Varsayılan yazıtipi boyutu
  • Yazıtipi boyutunu azaltır

Ahlakın Doğru Adresi

e-Posta Yazdır PDF
“Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına attık; iman eden ve salih amel işleyenler hariç.”
Tîn sûresi, âyet: 4-6

Bilirsiniz, Peygamberimizin(a.s.m.) “Ben, ahlâk güzelliklerini tamamlamak için gönderildim” mealinde bir hadisi vardır. Ve Hz. Âişe(r.a.) de Resûlullah’ı “Onun ahlâkı Kur’ân idi” diye tarif etmiştir. Ancak, Kur’ân’a baktığımızda, ahlâka dair âyetlerin o kadar da fazla olmadığını
görürüz. Esas ağırlık, Allah’ın varlığı, sıfatları, ahiret gibi temel imanî konulardadır. Bunun üzerinde düşünürsek, şunu fark ederiz: Güzel ahlâk, bir sonuçtur, bir meyvedir aslında. Derinlerde kök salmış büyük bir ağacın, yani iman ağacının bir meyvesidir. İman esaslarının üzerine, hariçten ve zoraki iliştirilmiş değildir. Güzel huylar, temel iman esaslarının, Allah’a, ahirete, meleklere, kadere.. imanın sindirilmesinden sonra, neredeyse kendiliğinden açığa çıkmaktadır. Yani, güzel ahlâklı olabilmek için, önce güzel ve sağlam bir iman sahibi olmak ve o imanı hayata geçirmek, hakkıyla yaşamak gerekir.  Eğer iman zayıfsa, veya gafletten veya günahlardan dolayı etki etmiyorsa, tek başına ahlâkı güzelleştirme çabaları da sonuçsuz kalmaya mahkûmdur.

Zaten tıpta da, psikiyatride de geçerli olan bir kural vardır: Bir hastayı tedavi ederken, görünürdeki belirtilere takılmayıp, esas problemi bulmak ve düzeltmek gerekir. Meselâ, ateşi yükselmiş birisine sadece aspirin vermek ancak geçici bir ferahlık sağlar. Oysa ateşin sebebi olan iltihap kaynağı tesbit edilip tedavi edilse, ateş de düşer zaten. Ya da, meselâ tırnak yeme huyu olan bir çocuğun, esas problemi olan ve ‘kendi kendisini yemesine’ yol açan derdini çözmezseniz ve sadece tırnağına acı oje sürerek vs. bu belirtiyi yok etmeye çalışırsanız, bir yere varamazsınız. Tırnağını yemez de dudağını kemirir bu kez. İşte, ahlâk konusunda da esas önemli olan, bizzat görünen tavırlarla uğraşmak değil, onları doğuran temel bakış açılarını değiştirmektir. Birkaç örnekle konuyu açarsak:

KORKAKLIKTAN CESARETE
MESELÂ, korkaklık kötü bir huydur. En önemli bir kaynağı ise, hayata iman gözüyle bakmamaktır. Kâinattaki tüm olayları tesadüfî ve amaçsız, etraftaki herşeyi başıboş ve serseri mayın gibi tehlikeli görmektir. Oysa iman gözlüğü ile kâinata bakan kişi, her hadisenin binlerce hikmeti olduğunu, bir yaprağın bile Allah’ın izni olmaksızın düşmediğini, herşeyin arkasında sonsuz rahmet ve hikmet sahibi bir Rabbin  idaresi olduğunu anlar ve titremekten kurtulur. “O’na dayandıktan sonra kimden korkulur ki?” der, cesaretli bir rahatlık bulur.

YALANDAN DOĞRULUĞA
İNSANLARI yalana yönelten sebeplerden en önemlisi ceza görme korkusudur. Oysa imanın verdiği cesaret ile artık insanlardan korkmayan, sadece Allah’tan korkan birisi için, yalana tenezzül etmek anlamsızdır. Hele, yalan söylediğinde Allah’ın vereceği cezayı düşünen kişinin, yalandan nasıl uzak duracağı da açıktır. Bir diğer yalan sebebi de kendini beğendirme arzusudur. Oysa Allah’ı hakkıyla bilip O’na itaat eden ve “O razı olduktan sonra, kim ne gözle bakarsa baksın, önemi yok!” diyen kişi, artık kendini insanlara beğendirmek için neden eğilip bükülsün, yalanlar uydursun ki?

BENCİLLİKTEN PAYLAŞMAYA
MESELÂ, bencillik kötü bir huydur. Onun da temeli, kişinin “Hayat bu hayat; ne kaparsam kârdır” diye düşünmesidir. “Esas hayat cennette, burada marifet sevap kazanmakta, buraya para kazanmaya değil, sevap kazanmaya geldik; başkalarıyla paylaşmak, insanlara hayırlı olmak ise en sevaplı bir davranıştır” diyen birisinin bencilliği giderek yok olacaktır muhakkak ki. Kurban etini dağıtma üzerine bir hadis vardır, bilirsiniz muhtemelen. Hz. Âişe’nin(r.a.) kesilen kurban için, “Çoğunu dağıttım, birazı bize kaldı” demesine karşılık, Rasûlullah(a.s.m.), “Desene çoğu bize kaldı” buyurmuştur. Bu hadisten, ahiret imanının, sevap düşüncesinin, bencilliğe nasıl bir şifa olduğunu hissetmemek mümkün mü?

TENKİTTEN HOŞGÖRÜYE
MESELÂ, Peygamberimizin(a.s.m.) çevresindekilere daima yumuşak davrandığı, kimseye—İslâmî hassasiyet hariç, şahsı namına—sinirlenmediği, azarlamadığı mâlûmdur. Hatta bir gün toplu halde yemek yerken, kendisinden yemeye başladığı lokmayı isteyen birisine, hiç kızmadan, ayıplamadan, yemekte olduğu parçayı verdiği bile nakledilmiştir. Şimdi düşünelim: Acaba Peygamberimiz(a.s.m.) aslında için için bu tip yanlış davranışlara kızmakta, “Düştük bu bedevîlerin arasına, ne kadar da kaba ve anlayışsızlar! Ama ne yapalım, sabredeceğiz” mi demekte ve sırf Allah emretti diye zoraki olarak mı yumuşak davranmaktaydı? Yoksa, onun öyle bir bakış açısı vardı ki, o cahilce, kaba davranışlarda bulunanları bile hoş görmeyi başarıyor muydu? Tabiî ki ikincisi. Sormak bile abes. Zaten aksi olsaydı, içindeki kızgınlık, bıkkınlık gibi hislerin bir gün bir yerde patlaması kaçınılmazdı. Oysa o zât, en sıkışık, en bunaltıcı durumlarda bile bu hâlinden sapmamıştır. Peki acaba nasıl düşünüyordu o? İmanı ona nasıl bir bakış açısı veriyordu ki, o muazzam hoşgörüyü hayatının her ânında sürdürebiliyordu?

İşte bunun küçük bir örneğini geçenlerde kendim yaşadım: Bir gün Cuma namazında yanıma bakımsız, hatta biraz pis kokan, üstelik namazını tadil-i erkan ile kılmayıp habire orasını burasını oynatan bir adam düşmüştü. İlk anda rahatsız oldum, hatta sinirlendim de. Ama dediğim mantıkla düşünmeye çalıştım: “Rasûlullah(a.s.m.) bundan daha eğitimsiz insanlarla yıllarca beraber yaşamış. Ama o böyle sıkıntı çekip benim gibi sinir olmamış. Acaba o olsa nasıl düşünürdü?” Ve kendimce buldum da: “Adamcağız hayli cahil ve eğitimsiz; bu belli. Ama en azından imanı var, o noktada kardeşim sayılır. Üstelik iyi niyetle namaza gelmiş, tam bilmediği halde bir şeyler yapmaya çalışıyor. İnşallah zamanla daha iyi olur. Allah hatalarını affetsin” diye düşündüm ve o adama kızgınlık değil, tersine şefkat hissetmeye başladım.
Benim gibi titiz ve tenkitçi bir adama bile böyle düşünmeyi ilham edebilen o peygamber ne yücedir!

ACIMASIZLIKTAN ŞEFKATE
ACIMASIZLIK da kötü bir huydur. Onun da bir sebebi, Allah’ı, ahireti bilmemek veya düşünmemektir. Oysa, zulmedeni cezalandıran, merhamet edene ise misliyle şefkat eden bir Zâtın huzurunda olduğunu düşünen ve zalimleri bekleyen cehennemi hatırlayan birisinde, bu kötü hissin devamı mümkün değildir. Hadisi bilirsiniz: “Merhamet ediniz ki, merhamet olunasınız.” Kim merhamet olunmak istemez ki? Öyleyse, yardıma muhtaç, aciz durumda olanları nasıl ezebilirsiniz artık? Yine meşhurdur, kız çocuklarını diri diri gömecek kadar kalbi katılaşmış adamlar, Rasûlullah’ın(a.s.m.) bir sohbetinden sonra, karıncaya ayak basamaz dereceye geliyorlardı? Peki acaba Rasûlullah her gelene “Karıncalara basmayın, çiçekleri ezmeyin” dersi mi verirdi? Elbette değil. Ama “Her varlık Allah’ın isimlerini aksettiren bir ayna. Hepsi O’nun eseri olma noktasında kıymetli. O’nu kendi dilleriyle tesbih ediyorlar” mantığını aldığınızda, tüm varlıklara karşı şefkat hissetmemek de mümkün değil tabiî.

KISKANÇLIKTAN HUZURA
ZENGİN veya güzel veya meşhur veya şöyle veya böyle.. birisini kıskandığımız zaman da iman imdadımıza yetişir. “O kıskandığın şeylerin sonunu düşün. Ve anla ki, o şahıstaki güzellik, kuvvet, makam, mal veya zeka.. hepsi geçicidir. Zahmetleri çok, yükleri ağırdır. Ahirette de beş para etmez, hatta çoğu zaman günaha sebep olur. Hem o nimetleri yaratan ve veren, Allah değil mi? İstediğine verir, sana ne? Sen sana verilen nimetlerin şükrünü ettin mi ki, daha fazlasını istiyorsun? O’nun rahmetine, hikmetine karışma!” der, onu huzurla susturur.

KİNDEN AFFA
BİR insandan zarar gördüğünü düşünüp için için ona kin ve nefret beslemek de kalbi yandıran kötü bir huydur. Oysa iman gözüyle bakan kişi der ki: “Bu gördüğüm zarar, kaderimde yazılıymış. Kadere itiraz edilmez, vardır bir hikmeti. Üstelik o adam, bu kötülüğü yapmakla nefsine uymuş oluyor. Yani aslında esas kötü durumda olan o. Yazık, günaha giriyor. İnşaallah pişman olup düzelir. Kaldı ki, ben sadece kendimden sorumluyum. Bu olayda ben bir yanlış yaptım mı, ona bakmalıyım esas.”

Geçenlerde arabayla gidiyordum. Trafik canavarı bir genç, müziği ardına dek açılmış arabasıyla son sürat gelip beni sıkıştırdı ve kaza tehlikesi atlattım. İçimi öfke bastı. “Alayım plakasını, bulayım adresini, çizeyim kaportasını vs.” Sonra gözlüğü değiştirdim. “Aslında yazık bu gence. Herhalde huzurlu birisi olsaydı böyle saçmalıklar yapmazdı. Gerçi bana az bir sıkıntı verdi ama, bu kafayla giderse bir gün belasını bulacak. Daha kötüsü, böyle şeytana uyup, başkalarını hiçe sayıp herkesi rahatsız ederek yaşarsa, esas belayı öbür tarafta bulacak. İnşaallah düzelir. Bu arada şu şarkıyı kapatıp Cevşen dinleyeyim, sanırım ikaz aldım.”

GURURDAN TEVAZUYA
MESELÂ gurur ve kibir, kötü huylardandır. Onların kaynağı da ‘ben var ya ben!’ demek, başka birşey dememek; yani kendisini hiçten yaratanı unutup, sanki kendinde bizzat bir yetenek, bir marifet var olduğunu zannetmektir. Bunun çaresi de Allah’ın azametini, insanın bizzat kendi adına hiç olduğunu, ancak Allah’ın sanatı olduğunu hatırlamaktır. “Yeryüzünde kibir ve azametle yürüme! Çünkü sen asla yeri yaramazsın ve boyca da dağlara erişemezsin” mealindeki âyetin, gençlik yıllarımdaki sersem gururumu nasıl törpülediğini hâlâ hatırlarım. Geçenlerde güzel bulunan bir yazı yazdığımda nefsim gururla, ‘ben var ya ben!’ demeye başladı. Oysa o cümleleri bulan aklı ben yapmamıştım. Benim malım değildi. Allah’ın sanatı ve ikramıydı. Nasıl kullanacağımı görmek için, yani imtihan için emaneten verilmişti. O aklı bir nebze terbiye eden ve eline ölçüler veren de ben değildim, Kur’ân ve tefsirleriydi. Onlar olmasa ne garip fikirler üreteceğimi de tahmin edebiliyordum zaten. Yazı yazmaya beni teşvik eden ve yanlışlarımı düzelten de dergideki arkadaşlardı. Geriye gururlanacak birşey kalmamıştı.

PİSLİKTEN TEMİZLİĞE
TEMİZLİĞİ önemsemeyen ve pis-pasaklı dolaşan adam, şu kâinata iman gözüyle baksa görür ki: Biri var ki, bu koca kâinat fabrikasını, hem de hiç farkettirmeden sürekli temizliyor. İnsan eli karışmamak kaydıyla, hiçbir yerde pis ve çirkin birşey bırakmıyor. Herşeyi olabilecek en pak ve düzgün biçimde yaratmış ve öyle de görmek istiyor. Üstelik, Tahir, Mutahhir, Kuddüs gibi isimleri ile, temiz ve pak olduğunu, temizliği ve temizlenenleri sevdiğini bildiriyor. Bunları düşünen, anlar ki; pislik, kâinatta hükmeden bu temizlik kanununa zıt gitmek olduğu gibi, o Rabbin de en sevmediği bir hâldir. Hele meleklere imanı da kuvvetli ise ve onların her an çevresinde olduğunu düşünürse, ‘o güzel ruhlar, kendileri gibi temiz kişileri, temiz yerleri ve güzel kokuları severler’ der, gider temizlenir.

GÜNAHTAN SEVABA
MELEKLERE hakkıyla iman etmek, aynı zamanda, bir manevî pislik olan günahlara da engeldir. Bir başkasının gördüğü yerde yapamayacağı bir günahı yalnız kaldığında yapan kişi, aslında her an etrafında olan meleklerin kendisini izlediğini düşünse, utanıp, kızarıp vazgeçmez mi? Ama, bu değişimler sıradan bir iman ile değil, her an O’nun huzurunda olduğunu hissedecek—Resûlullah’ın ‘ihsan’ diye ifade ettiği; her an huzur hâlinde, yani Allah’ın huzurunda olduğu bilincini insana kazandıran—bir imana sahip olmakla mümkündür. Bir kez “Allah var, ahiret var” deyip, dünya meşgalelerine dalınca bu imanı unutmakla değil. Ve böyle bir imana sahip olmak için de, imana dair eserleri, tefsirleri devamlı okumak, hem de ihtiyacını hissederek okumak gerekir.

Ve bu konunun devamı olarak diyebiliriz ki; Resûlullah’ın(a.s.m.) sünnetine uymanın en önemli bir yolu da, onun hangi durumda nasıl davrandığını bilmenin yanısıra, onun hangi durumda nasıl olup da öyle davranabildiğini, yani nasıl düşünüp, nasıl bir gözle baktığını anlamaktan geçer. O yüzden ben açmaza düştüğüm, ne yapacağımı bilemediğim durumlarda “Resûlullah(a.s.m.) olsa nasıl davranırdı acaba?” demenin yanısıra, hatta bunun öncesinde, “Resûlullah(a.s.m.) olsa nasıl düşünürdü?” derim. Çünkü, temel bakış açımız sakatken davranışlarımızı düzene sokmak mümkün değildir. Pek de işe yaramaz zaten. Ve yine bundandır ki, Risale-i Nur’lar için, ‘Peygamber sünnetinin ruhuna en kolay biçimde ulaştıran eser’ denilmiştir. İçinde ne misvaktan, ne giyilecek elbisenin renginden, ne de kaç yudumda su içileceğinden bahsedilmediği halde. Velhasıl, tüm iman esaslarını hakkıyla içimize sindirmeyi, insanlara, hayata, kâinata bakış açımızı düzeltmeyi başarabilirsek, esas o zaman doğru yolu, güzel ahlâkı bulabiliriz. O temel olmadan o makama çıkılmaz. Çıkılsa da durulmaz.

Burada bazılarının “Yani imanı olmayan, güzel huylu olamaz mı?” diyeceğini tahmin ediyorum. Kendi adıma, bugüne dek inanç konusunda zayıf olup da güzel bir ahlâka sahip olan fazla kimse görmedim. Gördüklerimin de önemli bir kısmı zamanla ‘bozuldu’ maalesef. Zira hayatı anlamsız bir koşturmaca, sonu hiçlik olan geçici bir eğlence, diğer insanları da o lezzet pastasını paylaşmakta rakip gibi gören bir insanın, hoşgörü, şefkat, affetme, fedakârlık, yardımseverlik gibi güzel huyları sürdürmesi çok zordur. Söyler misiniz, bir insan, eskiden tanımadığı ve ayrıldıktan sonra da hiç göremeyeceği babasını, kardeşini, karısını, arkadaşlarını vs. ne kadar sevip, fedakârca hizmet edebilir ki? Sonsuz, ebedî bir hayatı ve onları birbirine bağlayan manevî bağları bilmeyen veya düşünmeyen birisi, tam sadakati ve samimiyeti çok zor tutturabilir tabiî ki. Ama eğer iman gözüyle baksa, ezelden ebede uzanan bir varlık dairesini görür. Tâ ruhların yaratılışından başlayan dostluğu, Âdem ile Havva’nın torunları olma noktasındaki kardeşliği, sonsuz bir hayatta sürecek beraberliği düşünür. Anne-babasını, kardeşini, eşini, dostlarını, cennette de inşallah sürecek ebedî bir beraberlik hatırına sever, saygı gösterir, merhamet eder, yardım eder. Ve o büyük ölçülerle olan sevgiyi ve saygıyı, dünyanın kıymetsiz işlerine, küçük kızgınlıklarına ve geçici çıkarlarına âlet etmez. Sadakat ve samimiyeti artar, iyi huyları (derecesine göre) yükselmeye başlar.

Ve o yüzdendir ki, temelsiz bir şekilde, “İyi kalpli ol, insanlara yardım et, güleryüz göster, temizliğe dikkat et, haksızlık yapma vs.” diyen medeniyet terbiyesine ‘insaniyet-i suğra’ (küçük insanlık); bu güzel huyları kâinatta hükmeden kanunlarla, Allah’ın sıfatlarıyla ve iman esaslarıyla birlikte izah edip kalbin derinliklerine kadar yerleştiren İslâm’a da ‘insaniyet-i kübra’ (büyük insanlık) denilmiştir. Kaldı ki, o ‘medenî terbiye’nin dahi, hak dinlerden aldığı ilham ile güzel huyları teşvik ettiği, iman güneşinden akseden ışıklarla aydınlanmaya çalıştığı da açıktır. Geçenlerde bir yazı geçti elime. Yabancı bir bayanı anlatıyordu. Hayatı boyunca kibar, sevecen, güleryüzlü ve yardımsevermiş. Sanki bir melek gibi yaşamış. Mutluluğu gözlerinden okunurmuş. Yaşlanıp ölüm döşeğine düştüğünde fısıldamış sırrını: “Çevrendeki herkesi, senin yardımına ihtiyacı olan insanlar gibi gör. Ne kadar sert, gururlu veya kaba olsalar bile, farzet ki, sen bir iyilik meleğisin ve onlar da senin güleryüzüne olsun muhtaçlar.” Bir mü’minin hiç de yabancısı olmadığı bir bakış, değil mi? Bu güzel tavsiyenin içinde meleklere, ahirete imanın, bu dünyayı imtihan dünyası görmenin, sevap düşüncesinin ışığını görmemek mümkün mü? Biz de yapabiliriz bunu. Hem de farzederek, varsayarak değil. İman ederek, her an Allah’ın huzurunda olduğumuzu, meleklerin bizi gözlediklerini, güleryüzün, güzel sözün de sadaka olduğunu hatırlayarak. Hem kazancımız sadece mutlu bir hayat değil, sonsuz bir cennettir de aynı zamanda.



Dr. Yusuf Karaçay



alt
 

REKLAMLAR

Web Site Tasarımı

Yönetim Panelli Website Tasarımlarınız için

0532 307 60 09

 

 

İSTATİSTİKLER

OS : Linux c
PHP : 5.3.29
MySQL : 5.7.43
Zaman : 11:53
Ön bellekleme : Etkisizleştirildi
GZIP : Etkisizleştirildi
Üyeler : 31076
İçerik : 1250
Web Bağlantıları : 2
İçerik Tıklama Görünümü : 2241066

Haberler

 

Kıymetini bilmek; Kaybedince arkasından ağlamak değil,

 

Yanındayken; Sımsıkı sarılmaktır sevdiğine….