ahmetturkan.gen.tr

HAYATTAN DERSLER

  • Yazıtipi boyutunu arttır
  • Varsayılan yazıtipi boyutu
  • Yazıtipi boyutunu azaltır

11.SÖZ

e-Posta Yazdır PDF
ONBİRİNCİ SÖZ

 

 

Ey kardeş! Eğer hikmet-i âlemin tılsımını ve hilkat-i insânın muammasını ve hakikat-ı salâtın rumuzunu bir parça fehmetmek istersen, nefsimle beraber şu temsilî hikâyeciğe bak:

Bir zaman bir sultan varmış; servetçe onun pek çok hazineleri vardı. Hem o hazinelerde her çeşit cevâhir, elmas ve zümrüt bulunuyormuş. Hem gizli pek âcaip defineleri varmış. Hem kemâlâtça sanâyi-i garîbede pek çok mahareti varmış. Hem hesabsız fünûn-u acîbeye ma’rifeti, ihâtası varmış. Hem, nihayetsiz ulûm-u bedîaya ilim ve ıttılâı varmış. Her cemâl ve kemâl sahibi, kendi cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca; o sultan-ı zîşan dahi istedi ki, bir meşher açsın, içinde sergiler dizsin; tâ nâsın enzarında saltanatının haşmetini, hem servetinin şa’şaasını, hem kendi san’atının hârikalarını, hem kendi ma’rifetinin garibelerini izhar edip göstersin. Tâ cemâl ve kemâl-i ma’nevîsini iki vecihle müşahede etsin:

Bir vechi: Bizzât nazar-ı dekaik-âşinâsıyla görsün.

Diğeri: Gayrın nazarıyla baksın.Bu hikmete binâen, cesîm ve geniş ve muhteşem bir kasrı yapmağa başladı. Şâhâne bir sûrette dairelere, menzillere taksim ederek hazine-lerinin türlü türlü murassaatıyla süslendirip kendi dest-i san'atının en lâtif, en güzel eserleriyle zînetlendirip, fünun-u hikmetinin en in-celikleriyle tanzim edip düzelterek ve ulûmunun âsâr-ı mu'cizekârane-leriyle donatarak tekmil ettikten sonra, herbir taam ve ni’metlerinin bütün çeşitlerinden en lezizlerini câmi' sofralar, o sarayda kurdu. Herbir tâifeye lâyık bir sofra tâyin etti. Öyle sehâvetkârane, san'atperverane bir ziyâfet-i âmme ihzâr etti ki, güya herbir sofra, yüz sanâyi-i lâtifenin eserleriyle vücûd bulmuş gibi kıymetli hadsiz ni'metleri serdi. Sonra aktâr-ı memleketindeki ahali ve raiyetini, seyre ve tenezzühe ve ziyâfete dâvet etti. Sonra bir Yaver-i Ekremine (A.S.M.) sarayın hikmetlerini ve müştemilâtının mânâlarını bildirerek Onu üstad ve târif edici tâyin etti. Tâ ki, sarayın Sâniini, sarayın müştemilâtıyla ahaliye târif etsin ve sarayın nakışlarının rumuzlarını bildirip, içindeki san'atlarının işâretlerini öğretip, derûnundaki manzum murassalar ve mevzun nukuş nedir? Ve ne vecihle saray sahibinin kemâlâtına ve hünerlerine delâlet ettiklerini, o saraya girenlere târif etsin ve girmenin âdâbını ve seyrin merasimini bildirip, o görünmeyen sultana karşı marziyyâtı dairesinde teşrifat merasimini târif etsin. İşte o muarrif üstadın herbir dairede birer avenesi bulunuyor. Kendisi en büyük dairede şâkirdleri içinde durmuş, bütün seyircilere şöyle bir tebligatta bulunuyor. Diyor ki:

“Ey ahali; Şu kasrın meliki olan seyyidimiz, bu şeylerin izharıyla ve bu sarayı yapmasıyla, kendini size tanıttırmak istiyor. Siz dahi O’nu tanıyınız ve güzelce tanımağa çalışınız. Hem şu tezyinatla kendini size sevdirmek istiyor. Siz dahi O’nun san'atını takdir ve işlerini istihsan ile kendinizi O’na sevdiriniz. Hem bu gördüğünüz ihsanat ile, size muhabbetini gösteriyor. Siz dahi itaat ile O’na muhabbet ediniz. Hem şu görünen in'am ve ikramlar ile, size şefkatini ve merhametini gösteriyor. Siz dahi şükür ile O’na hürmet ediniz. Hem şu kemâlâtının âsârıyla, ma’nevî cemâlini size göstermek istiyor. Siz dahi O’nu görmeğe ve teveccühünü kazanmağa iştiyakınızı gösteriniz. Hem bütün şu gördüğünüz masnûat ve müzeyyenat üstünde birer mahsus sikke, birer hususî hâtem, birer taklid edilmez turra koymakla, herşey kendisine has olduğunu ve kendi eser-i desti olduğunu ve kendisi tek ve yekta, istiklâl ve infirad sahibi olduğunu size göstermek istiyor. Siz dahi O’nu; tek ve yekta ve misilsiz, nazîrsiz bîhemta tanıyınız ve kabûl ediniz.” Daha bunun gibi, ona ve o makama münâsib sözleri seyircilere söyledi. Sonra, giren ahali iki güruha ayrıldılar:
     Birinci güruhû: Kendini tanımış ve aklı başında ve kalbi yerinde  oldukları için, o sarayın içindeki acâiblere baktıkları zaman dediler: “Bunda  büyük  bir iş  var.” 

Hem anladılar ki: Beyhûde değil, âdi bir oyuncak değil. Onun için merak ettiler. “Acaba tılsımı nedir, içinde ne var?” deyip düşünürken, birden o muarrif üstadın(A.S.M.) beyân ettiği nutkunu işittiler. Anladılar ki: Bütün esrarın anahtarları Ondadır; Ona müteveccihen gittiler ve dediler: “Esselâmü Aleyke ya Eyyühel Üstad! Hakkan, şöyle bir muhteşem sarayın, senin gibi sâdık ve müdakkik bir muarrifi lâzımdır. Seyyidimiz sana ne bildirmişse lütfen bize bildiriniz.” Üstad ise, evvel zikri geçen nutukları onlara dedi. Bunlar güzelce dinlediler, iyice kabûl edip tam istifâde ettiler. Pâdişahın marzîyyatı dairesinde amel ettiler. Onların şu edebli muamele ve vaziyetleri o Pâdişahın hoşuna geldiğinden onları has ve yüksek ve tavsif edilmez diğer bir saraya dâvet etti, ihsan etti. Hem öyle bir Cevvâd-ı Melik’e lâyık ve öyle mutî ahaliye şâyeste ve öyle edebli misâfirlere münâsib ve öyle yüksek bir kasra şâyan bir sûrette ikrâm etti... daimî onları saâdetlendirdi.

İkinci güruh ise; akılları bozulmuş, kalbleri sönmüş olduklarından, saraya girdikleri vakit, nefislerine mağlub olup lezzetli taamlardan başka hiç bir şey’e iltifat etmediler; bütün o mehâsinden gözlerini kapadılar ve o üstadın (A.S.M.) irşâdatından ve şâkirdlerinin îkazâtından kulaklarını tıkadılar. Hayvan gibi yiyerek uykuya daldılar. İçilmeyen, fakat bâzı şeyler için ihzâr edilen iksirlerden içtiler. Sarhoş olup öyle bağırdılar, karıştırdılar; seyirci misafirleri çok rahatsız ettiler. Sâni’-i Zîşan’ın düsturlarına karşı edebsizlikte bulundular. Saray sahibinin askerleri de onları tutup, öyle edebsizlere lâyık bir hapse attılar.

Ey benimle bu hikâyeyi dinleyen arkadaş! Elbette anladın ki: O Hâkim-i Zîşan; bu kasrı, şu mezkûr maksadlar için bina etmiştir. Şu maksadların husûlü ise, iki şey’e mütevakkıftır:

Birisi: Şu gördüğümüz ve nutkunu işittiğimiz üstadın (A.S.M.) vücûdudur. Çünki: O bulunmazsa, bütün maksadlar beyhûde olur. Çünki: Anlaşılmaz bir kitab, muallimsiz olsa; mânâsız bir kâğıttan ibaret kalır.

İkincisi: Ahali, o Üstadın (A.S.M.) sözünü kabûl edip dinlemesidir. Demek, vücûd-u Üstad vücûd-u kasrın dâîsidir ve ahalinin istimâı, kasrın bekasına sebebdir. Öyle ise denilebilir ki: Şu Üstad (A.S.M.) olmasaydı, o Melik-i Zîşan şu kasrı bina etmezdi. Hem yine denilebilir ki: O Üstadın (A.S.M.) tâlimatını ahali dinlemedikleri vakit, elbette o kasr tebdil ve tahvil edilecek.

Ey arkadaş! Hikâye burada bitti. Eğer şu temsîlin sırrını anladınsa bak, hakikatın yüzünü de gör:

İşte o saray, şu âlemdir ki; tavanı, tebessüm eden yıldızlarla tenvir edilmiş gök yüzüdür. Tabanı ise, şarktan garba gûnâ-gûn çiçeklerle süslendirilmiş yeryüzüdür. O Melik ise, ezel ebed Sultanı olan bir Zât-ı Mukaddes’tir ki, yedi kat semâvat ve arz ve içlerinde olan herşey, kendilerine mahsus lisanlarla o Zâtı takdis edip tesbih ediyorlar. Hem öyle bir Melik-i Kadîr ki, semâvat ve arzı altı günde yaratarak Arş-ı Rubûbiyyetinde durup; gece ve gündüzü, siyah ve beyaz iki hat gibi birbiri arkası sıra döndürüp, kâinat sahifesinde âyâtını yazan; ve Güneş, Ay, yıldızlar emrine musahhar zîhaşmet ve zîkudret sahibidir. O sarayın menzilleri ise, şu onsekiz bin âlemdir ki, herbirisi kendine lâyık bir tarz ile tezyin ve tanzim edilmiştir. İşte o sarayda gördüğün sanayi-i garîbe ise, şu âlemde görünen Kudret-i İlâhiyyenin mu’cizeleridir ve o sarayda gördüğün taamlar ise; şu âlemde, hele yaz mevsiminde, hele Barla bahçelerinde Rahmet-i İlâhîyyenin semerat-ı hârikalarına işarettir ve oradaki ocak ve matbah ise, burada kalbinde ateş olan arz ve sath-ı arzdır ve orada temsilde gördüğün gizli definelerin cevherleri ise, şu hakikatta Esmâ-i Kudsiyye-i İlâhiyyenin cilvelerine misâldir ve temsilde gördüğümüz nakışlar ve o nakışların remizleri ise, şu âlemi süslendiren muntâzam masnûat ve mevzun nukuş-u kalem-i kudrettir ki, Kadîr-i Zülcelâl’in esmâsına delâlet ederler ve o Üstad ise Seyyidimiz Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dır. Avenesi ise, Enbiya Aleyhimüsselâm’dır ve şâkirdleri ise Evliyâ ve Asfiyâdır. O saraydaki hâkimin hizmetkârları ise, şu âlemde Melâike Aleyhimüsselâm’a işarettir. Temsilde, seyir ve ziyâfete davet edilen misafirler ise, şu dünya misafirhanesinde cin ve ins ve insânın hizmetkârları olan hayvanlara işarettir ve o iki fırka ise, burada birisi ehl-i îmandır ki kitab-ı kâinatın âyâtının müfessiri olan Kur’an-ı Hakîm’in şâkirdleridir. Diğer güruh ise ehl-i küfür ve tuğyandır ki, nefis ve şeytana tâbi olup yalnız hayat-ı dünyeviyyeyi tanıyan, hayvan gibi belki daha aşağı sağır, dilsiz, dâllîn güruhudur.

Birinci kafile olan süedâ ve ebrar ise, zülcenaheyn olan Üstadı dinlediler. O Üstad hem abddir; ubûdiyyet noktasında Rabbini tâvsif ve târif eder ki, Cenâb-ı Hakk’ın dergâhında ümmetinin elçisi hükmündedir. Hem Resuldür; Risâlet noktasında Rabbinin ahkâmını Kur’an vasıtasıyla cin ve inse tebliğ eder.

Şu bahtiyar cemaât, o Resulü dinleyip Kur’ana kulak verdiler. Kendilerini, enva’-ı ibâdâtın fihristesi olan “Namaz” ile birçok makamat-ı âliyye içinde çok lâtif vazifelerle telebbüs etmiş gördüler. Evet namazın mütenevvi ezkâr ve harekâtıyla işâret ettiği vezâifi, makamatı, mufassalan gördüler. Şöyle ki:

Evvelen: Âsâra bakıp, gaibâne muamele sûretinde saltanat-ı Rubûbiyyetin mehâsinine temâşager makamında kendilerini gördüklerinden; tekbir ve tesbih vazifesini edâ edip “Allahü Ekber” dediler.

Sâniyen: Esmâ-i Kudsiyye-i İlâhiyyenin cilveleri olan bedâyiine ve parlak eserlerine dellâllık makamında görünmekle “Sübhanallah, Velhamdülillâh” diyerek takdis ve tahmid vazifesini îfâ ettiler.

Sâlisen: Rahmet-i İlâhiyyenin hazinelerinde iddihar edilen ni’metlerini zâhir ve bâtın duygularla tadıp anlamak makamında, şükür ve senâ vazifesini edâyâ başladılar.

Râbian: Esmâ-i İlâhiyyenin definelerindeki cevherleri, ma’nevî cihâzât mizanlarıyla tartıp bilmek makamında, tenzih ve medih vazifesine başladılar.

Hâmisen: Mistâr-ı kader üstünde kalem-i kudretiyle yazılan mektûbat-ı Rabbâniyyeyi mütalâa makamında, tefekkür ve istihsan vazifesine başladılar.

Sâdisen: Eşyanın yaratılışında ve masnûatın san’atındaki lâtif incelik ve nâzenin güzellikleri temâşa ile tenzih makamında Fâtır-ı Zülcelâl, Sâni’-i Zülcemâl’lerine muhabbet ve iştiyak vazifesine girdiler. Demek kâinata ve âsâra bakıp, gaibane muamele-i ubûdiyyetle mezkûr makamatta mezkûr vezâifi edâ ettikten sonra Sâni’-i Hakîm’in dahi muamelesine ve ef’aline bakmak derecesine çıktılar ki, hâzırâne bir muamele sûretinde evvelâ Hâlık-ı Zülcelâl’in kendi san’atının mu’cizeleriyle kendini zîşuura tanıttırmasına karşı hayret içinde bir mârifet ile mukabele ederek

 

dediler. “Senin târif edicilerin bütün masnûatındaki mu’cizelerindir.” Sonra o Rahmân’ın kendi rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmesine karşı, muhabbet ve aşk ile mukabele edip

 

 

dediler. Sonra o Mün’im-i Hakikî’nin tatlı ni’metleriyle terahhum ve şefkatini göstermesine karşı; şükür ve hamd ile mukabele ettiler; dediler:

 

 

“Senin hak şükrünü nasıl edâ edebiliriz? Sen öyle şükre lâyık bir meşkûrsun ki, bütün kâinata serilmiş bütün ihsanatın açık lisan-ı halleri, şükür ve senânızı okuyorlar.

Hem âlem çarşısında dizilmiş ve zeminin yüzüne serpilmiş bütün ni’metlerin ilânâtıyla hamd ve medhinizi bildiriyorlar. Hem rahmet ve ni’metin manzum meyveleri ve mevzun yemişleri, senin cûd ve keremine şehadet etmekle senin şükrünü enzar-ı mahlûkat önünde îfâ ederler.”

Sonra şu kâinatın yüzlerinde değişen mevcûdât âyinelerinde Cemâl ve Celâl ve Kemâl ve Kibriyâsının izhârına karşı,

 

 

deyip tâzim içinde bir aczle rükûa gidip mahviyet içinde bir muhabbet ve hayretle secde edip mukabele ettiler. Sonra o Ganiyy-i Mutlakın servetinin çokluğunu ve rahmetinin genişliğini göstermesine karşı; fakr ve hâcetlerini izhar edip, duâ edip, istemekle mukabele edip:

 

 

dediler.

 

Sonra o Sâni-i Zülcelâl’în kendi san’atının lâtiflerini, hârikalarını, antikalarını, sergilerle teşhirgâh-ı enamda neşrine karşı,

 

 

deyip takdir ederek: “Ne güzel yapılmış!” deyip istihsan ederek,

 

 

deyip müşâhede etmek,

 

 

deyip şehadet etmek; “Geliniz, bakınız!” hayran olarak

 

 

deyip herkesi şâhid tutmakla mukabele ettiler. Hem o Sultân-ı ezel ve ebed, kâinatın aktârında kendi Rubûbiyyetinin saltanatını ilânına ve vahdâniyyetinin izhârına karşı; tevhid ve tasdik edip

 

 

diyerek itaat ve inkıyad ile mukabele ettiler.

 

Sonra o Rabb-ül Âlemîn’in Ulûhiyyetinin izhârına karşı; zaaf içinde aczlerini, ihtiyâç içinde fakrlerini ilândan ibâret olan ubûdiyyet ile ve ubûdiyyetin hülâsası olan “Namaz” ile mukabele ettiler. Daha bunlar gibi gûna-gûn ubûdiyyet vazifeleriyle şu dâr-ı dünya denilen mescid-i kebîrinde farîze-i ömürlerini ve vazife-i hayatlarını edâ edip ahsen-i takvim sûretini aldılar.

Bütün mahlûkat üstünde bir mertebeye çıktılar ki, yümn-i îman ile emn ü emânet ile mücehhez emîn bir halife-i arz oldular ve şu meydân-ı tecrübe ve şu destgâh-ı imtihandan sonra onların Rabb-i Kerîmi onları, îmanlarına mükâfat olarak saadet-i ebediyyeye ve İslâmiyetlerine ücret olarak dârüsselâma dâvet ederek öyle bir ikrâm etti ve eder ki, hiç göz görmemiş ve kulak işitmemiş ve kalb-i beşere hutûr etmemiş derecede parlak bir tarzda rahmetine mazhar etti ve onlara ebediyyet ve beka verdi. Çünki; Ebedî ve sermedî olan bir cemâlin seyirci müştâkı ve âyinedâr âşıkı, elbette bâki kalıp ebede gidecektir. İşte Kur’an şâkirdlerinin âkibetleri böyledir. Cenâb-ı Hak bizleri onlardan eylesin, âmin!

Amma, füccar ve eşrar olan diğer gürûh ise: Hadd-i bülûğ ile şu âlem sarayına girdikleri vakit, bütün vahdâniyyetin delillerine karşı küfür ile mukabele edip ve bütün ni’metlere karşı küfran ile mukabele ederek ve bütün mevcûdatı kıymetsizlikle kâfirane bir ittiham ile tahkir ettiler ve bütün Esmâ-i İlâhiyyenin tecelliyatına karşı red ve inkâr ile mukabele ettiklerinden, az bir vakitte nihâyetsiz bir cinâyet işlediler; nihâyetsiz bir azâba müstehak oldular. Evet, insâna sermâye-i ömür ve cihâzât-ı insânîyye, mezkûr vezâif için verilmiştir.

Ey sersem nefsim ve ey pürheves arkadaşım! Âyâ zannediyor musun ki, vazife-i hayatınız; yalnız terbiyye-i medeniyye ile güzelce muhâfaza-i nefs etmek, ayıb olmasın, batın ve fercin hizmetine mi münhasırdır? Yâhut, zannediyor musunuz ki, hayatınızın makinesinde dercedilen şu nâzik letâif ve ma’nevîyyat; ve şu hassas âza ve âlât; ve şu muntâzam cevarih ve cihâzât; ve şu mütecessis havas ve hissiyatın gaye-i yegânesi; şu hayât-ı fâniyyede, nefs-i rezîlenin, hevesât-ı süfliyyenin tatmini için istimaline mi münhasırdır? Hâşâ ve kellâ! Belki vücûdunuzda şunların yaratılması ve fıtratınızda bunların gaye-i idhâli, iki esastır:

Biri: Cenâb-ı Mün’im-i Hakikînin bütün ni’metlerinin herbir çeşitlerini size ihsas ettirip şükrettirmekten ibarettir. Siz de hissedip, şükür ve ibâdetini etmelisiniz.

İkincisi: Âleme tecelli eden Esmâ-i Kudsiyye-i İlâhiyyenin bütün tecelliyatının aksâmını, birer birer, size o cihâzât vâsıtasıyla bildirip tattırmaktır. Siz dahi tatmakla tanıyarak îman getirmelisiniz.

İşte bu iki esas üzerine kemâlât-ı insânîyye neşv ü nema bulur. Bununla insân, insân olur.

İnsâniyyetin cihâzâtı, hayvan gibi hayât-ı dünyeviyyeyi kazanmak için verilmemiş olduğuna şu temsil sırrıyla bak:

Meselâ, bir zât bir hizmetçisine yirmi altın verdi; tâ mahsus bir kumaştan kendisine bir kat libas alsın. O hizmetçi gitti, o kumaşın âlâsından mükemmel bir libas aldı, giydi.

Sonra gördü ki: O zât, diğer bir hizmetkârına bin altın verip, bir kâğıt içinde bâzı şeyler yazılı olarak onun cebine koydu, ticârete gönderdi. Şimdi, her aklı başında olan bilir ki; o sermâye, bir kat libas almak için değil. Çünki evvelki hizmetkâr, yirmi altınla en âlâ kumaştan bir kat libas almış olduğundan, elbette bu bin altın, bir kat libasa sarfedilmez. Şâyet bu ikinci hizmetkâr, cebine konulan kâğıdı okumayıp, belki evvelki hizmetçiye bakıp, bütün parayı bir dükkâncıya bir kat libas için verip, hem o kumaşın en çürüğünden ve arkadaşının libasından elli derece aşağı bir libas alsa, elbette o hâdim nihayet derecede ahmaklık etmiş olacağı için şiddetle tâzib ve hiddetle te’dib edilecektir.

Ey nefsim ve ey arkadaşım! Aklınızı başınıza toplayınız. Sermâye-i ömür ve istidâd-ı hayâtınızı hayvan gibi, belki hayvandan çok aşağı bir derecede şu hayât-ı fâniyye ve lezzet-i maddiyyeye sarfetmeyiniz. Yoksa; sermayece en âlâ hayvandan elli derece yüksek olduğunuz halde, en ednasından elli derece aşağı düşersiniz.

Ey gafil nefsim! Senin hayatının gayesini ve hayatının mâhiyetini, hem hayatının sûretini, hem hayatının sırr-ı hakîkatını, hem hayatının kemâl-i saâdetini bir derece anlamak istersen; bak:

Senin hayatının gayelerinin icmâli dokuz emirdir:

Birincisi şudur ki: Senin vücûdunda konulan duygular terâzileriyle, rahmet-i İlâhiyyenin hazînelerinde iddihar edilen ni’metleri tartmaktır ve küllî şükretmektir.

İkincisi: Senin fıtratında vaz’edilen cihâzâtın anahtarlarıyla Esmâ-i Kudsiyye-i İlâhiyyenin gizli definelerini açmaktır, Zât-ı Akdes’i o Esmâ ile tanımaktır.

Üçüncüsü: Şu teşhirgâh-ı dünyada, mahlûkat nazarında, Esmâ-i İlâhiyyenin sana taktıkları garib san’atlarını ve lâtif cilvelerini bilerek hayâtında teşhir ve izhâr etmektir.

Dördüncüsü: Lisân-ı hâl ve kalinle Hâlikının dergâh-ı Rubûbiyyetine ubûdiyyetini ilân etmektir.

Beşincisi: Nasıl bir asker, pâdişahından aldığı türlü türlü nişanları, resmî vakitlerde takıp pâdişahın nazarında görünmekle onun iltifâtât-ı âsârını gösterdiği gibi, sen dahi Esmâ-i İlâhiyyenin cilvelerinin sana verdikleri letâif-i insânîyye murassaâtıyla bilerek süslenip o Şâhid-i Ezelî’nin nazar-ı şuhûd ve işhâdına görünmektir.

Altıncısı: Zevilhayat olanların tezahürat-ı hayatiyye denilen, Hâlıklarına tahiyyatları; ve rumûzât-ı hayatiyye denilen, Sâni’lerine tesbihatları ve semerat ve gayât-ı hayatiyye denilen, Vâhib-ül Hayât’a arz-ı ubûdiyet-lerini bilerek müşâhede etmek, tefekkür ile görüp şehâdetle göstermektir.

Yedincisi: Senin hayatına verilen cüz’î ilim ve kudret ve irâde gibi sıfat ve hallerinden küçük nümûnelerini vâhid-i kıyâsî ittihaz ile,Hâlık-ı Zülcelâl’in sıfât-ı mutlakasını ve şuûn-u mukaddesesini o ölçüler ile bilmektir. Meselâ sen; cüz’î iktidarın ve cüz’î ilmin ve cüz’î irâden ile bu hâneyi muntâzam yaptığından, şu kasr-ı âlemin senin hânenden büyüklüğü derecesinde, şu âlemin ustasını o nisbette Kadîr, Alîm, Hakîm, Müdebbir bilmek lâzımdır.

Sekizincisi: Şu âlemdeki mevcûdâtın herbiri kendine mahsus bir dil ile Hâlıkının vahdâniyyetine ve Sâniinin Rubûbiyyetine dair ma’nevî sözlerini fehmetmektir.

Dokuzuncusu: Acz ve za’fın, fakr ve ihtiyâcın ölçüsüyle Kudret-i İlâhiyye ve Gınâ-yı Rabbâniyyenin derecât-ı tecelliyâtını anlamaktır. Nasılki açlığın dereceleri nisbetinde ve ihtiyâcın envâ’ı miktarınca, taamın lezzeti ve derecâtı ve çeşitleri anlaşılır. Onun gibi sen de nihayetsiz aczin ve fakrınla, nihayetsiz kudret ve gına-yı İlâhiyyenin derecâtını fehmetmelisin. İşte senin hayatının gayeleri, icmâlen bunlar gibi emirlerdir.

Şimdi kendi hayatının mâhiyetine bak ki, o mâhiyetinin icmâli şudur:

Esmâ-i İlâhiyyeye ait garâibin fihristesi.. hem şuûn ve sıfât-ı İlâhiye-nin bir mikyası.. hem kâinattaki âlemlerin bir mizanı.. hem bu âlem-i kebîrin bir listesi.. hem şu kâinatın bir haritası.. hem şu kitab-ı ekberin bir fezlekesi.. hem kudretin gizli definelerini açacak bir anahtar külçesi.. hem mevcûdâta serpilen ve evkata takılan kemâlâtının bir ahsen-i takvimidir. İşte mâhiyet-i hayatın bunlar gibi emirlerdir.

Şimdi senin hayatının sûreti ve tarz-ı vazifesi şudur ki:

Hayatın, bir kelime-i mektûbedir. Kalem-i kudretle yazılmış hikmetnümâ bir sözdür. Görünüp ve işitilip, Esmâ-i Hüsnâya delâlet eder. İşte hayatının sûreti bu gibi emirlerdir.

Şimdi hayatının sırr-ı hakîkatı şudur ki: Tecellî-i Ehadiyyete, cilve-i Samediyyete, âyineliktir. Yâni bütün âleme tecelli eden esmânın nokta-i mihrâkiyesi hükmünde bir câmiiyyetle Zât-ı Ehad-i Sâmed’e âyineliktir.

Şimdi hayatının saadet içindeki kemâli ise: Senin hayatının âyinesinde temessül eden Şems-i Ezelî’nin envârını hissedip sevmektir. Zîşuur olarak Ona şevk göstermektir. Onun muhabbetiyle kendinden geçmektir. Kalbin göz bebeğinde aks-i nurunu yerleştirmektir. İşte bu sırdandır ki, seni â’lâ-yı illiyyîne çıkaran bir Hadîs-i Kudsînin meâl-i şerîfi olan:

 

denilmiştir.

İşte ey nefsim! Hayatının böyle ulvî gayâta müteveccih olduğu ve şöyle kıymetli hazîneleri câmî’ olduğu halde, hiç akıl ve insâfa lâyık mıdır ki: Hiç-ender-hiç olan muvakkat huzûzât-ı nefsâniyyeye, geçici lezâiz-i dünyeviyyeye sarfedip zâyi’ edersin! Eğer zâyi’ etmemek istersen, geçen temsil ve hakikata remzeden

 

sûresindeki kasem ve cevab-ı kasemi düşünüp amel et.

 

 

* * *
 

REKLAMLAR

Web Site Tasarımı

Yönetim Panelli Website Tasarımlarınız için

0532 307 60 09

 

 

İSTATİSTİKLER

OS : Linux c
PHP : 5.3.29
MySQL : 5.7.43
Zaman : 18:31
Ön bellekleme : Etkisizleştirildi
GZIP : Etkisizleştirildi
Üyeler : 31076
İçerik : 1250
Web Bağlantıları : 2
İçerik Tıklama Görünümü : 2237551

Haberler

Devler gibi eserler bırakmak için, karıncalar gibi çalışmak lazım.

Necip Fazıl Kısakürek