ahmetturkan.gen.tr

HAYATTAN DERSLER

  • Yazıtipi boyutunu arttır
  • Varsayılan yazıtipi boyutu
  • Yazıtipi boyutunu azaltır
Home RİSALE-İ NUR SÖZLER 10.SÖZ - ZEYLİN İKİNCİ PARÇASI ve DEVAMI

10.SÖZ - ZEYLİN İKİNCİ PARÇASI ve DEVAMI

e-Posta Yazdır PDF

Zeylin İkinci Parçası

[Baştaki Âyetin mu’cizâne işaret ettikleri dokuz tabaka berahin-i Haşriyyeye dair “Dokuz Makam” dan “Birinci Makam”:]

 

olan fıkradaki ferman-ı haşre dair buradaki gösterdiği bürhân-ı bâhirî ve hüccet-i katıası beyân ve izah edilecek inşâallah. (Hâşiye)

Hayatın Yirmisekizinci hassasında beyân edilmiştir ki: Hayat, îmanın altı erkânına bakıp isbat ediyor. Onların tahakkukuna işaretler ediyor. Evet, mâdem bu kâinatın en mühim neticesi ve mâyesi ve hikmet-i hilkatı hayattır. Elbette o hakikat-ı âliyye; bu fâni, kısacık, noksan, elemli hayat-ı dünyeviyyeye münhasır değildir. Belki, hayatın, yirmidokuz hassasiyle mâhiyetinin âzameti anlaşılan şecere-i hayatın gayesi, neticesi ve o şecerenin âzametine lâyık meyvesi; hayat-ı ebediyyedir ve hayat-ı uhreviyyedir ve taşıyla ve ağacıyla, toprağıyla hayatdar olan dâr-ı saâdetteki hayattır. Yoksa, bu hadsiz cihâzât-ı mühimme ile techiz edilen hayat şeceresi, zîşuur hakkında, husûsan insân hakkında meyvesiz, faidesiz, hakikatsız olmak lâzım gelecek ve sermâyece ve cihâzâtça serçe kuşundan, meselâ, yirmi derece ziyâde ve bu kâinatın ve zîhayatın en mühim, yüksek ve ehemmiyetli mahlûku olan insân; serçe kuşundan saâdet-i hayat cihetinde, yirmi derece aşağı düşüp, en bedbaht, en zelil bir bîçâre olacak...


 

Hâşiye: O makam daha yazılmamış ve hayat mes'elesi haşre münase-beti için buraya girmiş. Fakat hayatın âhirinde kader rüknüne işareti pek ince ve derindir.

------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------ 

Hem, en kıymettar bir ni’met olan akıl dahi, geçmiş zamanın hüzünlerini ve gelecek zamanın korkularını düşünmek ile kalb-i insânı mütemadiyen incitip, bir lezzete dokuz elemleri karıştırdığından en musibetli bir belâ olur. Bu ise yüz derece bâtıldır. Demek bu hayat-ı dünyeviyye, âhirete îman rüknünü kat’î isbat ediyor ve her baharda haşrin üçyüzbinden ziyâde nümûnelerini gözümüze gösteriyor. Acaba, senin cisminde ve senin bahçende ve senin vatanında, senin hayatına lâzım ve münâsib bütün levâzımatı ve cihâzâtı, hikmet ve inâyet ve rahmetle ihzâr eden ve vaktinde yetiştiren, hattâ senin midenin beka ve yaşamak arzusuyla ettiği hususî ve cüz’î olan rızk duâsını bilen ve işiten ve hadsiz leziz taamlarla o duânın kabûlünü gösteren ve mideyi memnun eden bir Mutasarrıf-ı Kadîr, hiç mümkün müdür ki; seni bilmesin ve görmesin ve nev-i insânın en büyük gayesi olan hayat-ı ebediyyeye lâzım esbabı izhar etmesin? Ve nev-i insânın en büyük ve en ehemmiyetli, en lâyık ve umumî olan beka duâsını; hayat-ı uhreviyyenin inşasıyla ve cennetin îcadıyla kabûl etmesin! Ve kâinatın en mühim mahlûku, belki zeminin sultanı ve neticesi olan nev-i insânın arş ve ferşi çınlatan umumî ve gayet kuvvetli duâsını işitmeyip küçük bir mide kadar ehemmiyet vermesin, memnun etmesin! Kemâl-i hikmetini ve nihayet rahmetini inkâr ettirsin! Hâşâ, yüzbin defa hâşâ!..

Hem, hiç kabil midir ki: Hayatın en cüz’îsinin pek gizli sesini işitsin, derdini dinlesin, derman versin ve nazını çeksin ve kemâl-i îtina ve ihtimam ile beslesin ve ona dikkatle hizmet ettirsin ve büyük mahlûkatını ona hizmetkâr yapsın ve sonra, en büyük ve kıymetdar ve bâkî ve nâzdar bir hayatın gök sadası gibi yüksek sesini işitmesin! Ve onun çok ehemmiyetli beka duâsını ve nâzını ve niyâzını nazara almasın! Âdeta bir neferin kemâl-i îtina ile techiz ve idaresini yapsın ve mutî ve muhteşem orduya hiç bakmasın! Ve zerreyi görsün, güneşi görmesin! Sivrisineğin sesini işitsin, gök gürültüsünü işitmesin! Hâşâ, yüz bin defa hâşâ!

Hem, hiçbir cihetle akıl kabûl eder mi ki; hadsiz rahmetli, muhabbetli ve nihayet derecede şefkatli ve kendi san’atını çok sever ve kendini sevdirip ve kendini sevenleri ziyâde sever bir Zât-ı Kadîr-i Hakîm, en ziyâde kendini seven ve sevimli ve sevilen ve Sâniini fıtratan perestiş eden, hayatı ve hayatın zâtı ve cevheri olan ruhu; mevt-i ebedî ile îdam edip kendinden o sevgili muhibbini ve habibini ebedî bir sûrette küstürsün, darıltsın, dehşetli rencîde ederek, sırr-ı rahmetini ve nur-u muhabbetini inkâr etsin ve ettirsin! Hâşâ, yüz bin defa hâşâ ve kellâ!..

Bu kâinatı cilvesiyle süslendiren bir Cemâl-i Mutlak ve umum mahlûkatı sevindiren bir Rahmet-i Mutlaka, böyle hadsiz bir çirkinlikten ve kubh-u mutlaktan ve böyle bir zulm-ü mutlaktan, bir merhametsizlikten, elbette nihayetsiz derece münezzehtir ve mukaddestir.

Netice: Mâdem dünyada hayat var; elbette insânlardan hayatın sırrını anlayanlar ve hayatını su-i istimal etmeyenler dâr-ı bekada ve Cennet-i Bâkiyyede hayat-ı bâkiyyeye mazhar olacaklardır. Âmenna.. ve hem nasılki: Yeryüzünde bulunan parlak şeylerin, Güneşin akisleriyle parlamaları ve denizlerin yüzlerinde kabarcıklar, ziyânın lem’alarıyla parlayıp sönmeleri, arkalarından gelen kabarcıklar, gidenler gibi yine hayâlî Güneşciklere âyinelik etmeleri; bilbedâhe gösteriyor ki: O lem’alar, yüksek birtek Güneşin cilve-i in’ikâsıdırlar ve Güneşin vücûdunu muhtelif diller ile yâdediyorlar ve ışık parmaklariyle ona işâret ediyorlar. Aynen öyle de; Zât-ı Hayy-u Kayyûmun Muhyî isminin cilve-i âzamı ile berrin yüzünde ve bahrın içindeki zîhayatların Kudret-i İlâhiyye ile parlayıp, arkalarından gelenlere yer vermek için “Yâ Hay” deyip perde-i gaybda gizlenmeleri; bir hayat-ı sermediyye sahibi olan Zât-ı Hayy-u Kayyûm’un hayatına ve vücûb-u vücûduna şehadetler, işaretler ettikleri gibi, umum mevcûdâtın tanziminde eseri görünen İlm-i İlâhîye şehadet eden bütün deliller ve kâinata tasarruf eden kudreti isbat eden bütün burhanlar ve tanzim ve idare-i kâinatta hükümferma olan, irade ve meşîeti isbat eden bütün hüccetler ve Kelâm-ı Rabbânî ve Vahy-i İlâhînin medârı olan Risâletleri isbat eden bütün alâmetler, mu’cizeler ve hâkezâ... Yedi sıfât-ı İlâhiyyeye şehadet eden bütün delâil, bil’ittifak Zât-ı Hayy-u Kayyûmun hayatına delâlet, şehadet, işaret ediyorlar. Çünki; nasıl bir şeyde görmek varsa, hayatı da vardır. İşitmek varsa, hayatın alâmetidir. Söylemek varsa, hayatın vücûduna işaret eder. İhtiyar, irade varsa, hayatı gösterir. Aynen öyle de; bu kâinatta âsâriyle vücûdları muhakkak ve bedihî olan Kudret-i Mutlaka ve İrâde-i Şâmile ve İlm-i Muhît gibi sıfatlar, bütün delâilleri ile Zât-ı Hayy-u Kayyûmun hayatına ve Vücûb-ü Vücûduna şehadet ederler ve bütün kâinatı bir gölgesiyle ışıklandıran ve bir cilvesiyle bütün Dâr-ı Âhireti zerratiyle beraber hayatlandıran hayat-ı sermediyyesine şehadet ederler.

Hem hayat, Melâikeye îman rüknüne dahi bakar. Remzen isbat eder. Çünki; mâdem kâinatta en mühim netice hayattır ve en ziyâde intişar eden ve kıymetdarlığı için nüshaları teksir edilen ve zemin misafirhânesini, gelip geçen kafilelerle şenlendiren zîhayatlardır ve mâdem Küre-i Arz, bu kadar zîhayatın envaiyle dolmuş ve mütemadiyen zîhayat envâlarını tecdid ve teksir etmek hikmetiyle her vakit dolar boşanır ve en hasis ve çürümüş maddelerinde dahi kesretle zîhayatlar halkedilerek bir mahşer-i huveynat oluyor ve mâdem hayatın süzülmüş en sâfi hulâsası olan, şuur ve akıl; ve lâtif ve sâbit cevheri olan ruh; Küre-i Arzda gayet kesretli bir sûrette halkolunuyorlar. Âdeta Küre-i Arz, hayat ve akıl ve şuur ve ervah ile ihyâ olup öyle şenlendirilmiş. Elbette Küre-i Arzdan daha lâtif, daha nuranî, daha büyük, daha ehemmiyetli olan Ecrâm-ı Semâviyye; ölü, câmid, hayatsız, şuursuz kalması imkân haricindedir. Demek, gökleri, güneşleri, yıldızları şenlendirecek ve hayatdar vaziyetini verecek ve netice-i hilkat-ı semâvâtı gösterecek ve hitâbat-ı Sübhâniyyeye mazhar olacak olan zîşuur, zîhayat ve semâvata münâsib sekeneler, herhalde sırr-ı hayatla bulunuyorlar ki, onlar da Melâikelerdir...

Hem, hayatın sırr-ı mahiyyeti, Peygamberlere îman rüknüne bakıp remzen isbat eder. Evet, mâdem kâinat, hayat için yaratılmış ve hayat dahi Hayy-u Kayyum-u Ezelînin bir cilve-i âzamıdır. Bir nakş-ı ekmelidir. Bir san’at-ı ecmelidir. Mâdem hayat-ı sermediyye, Resullerin gönderilmesiyle ve kitapların indirilmesiyle kendini gösterir. Evet, eğer kitaplar ve peygamberler olmaz ise, o hayat-ı ezeliyye bilinmez. Nasılki: Bir adamın söylemesiyle diri ve hayatdar olduğu anlaşılır. Öyle de, bu kâinatın perdesi altında olan Âlem-i Gaybın arkasında söyleyen, konuşan, emir ve nehyedip hitap eden bir Zâtın kelimâtını, hitâbâtını gösterecek peygamberler ve nâzil olan Kitaplardır. Elbette kâinattaki hayat, kat’î bir sûrette Hayy-ı Ezelînin vücûb-u vücûduna kat’î şehadet ettiği gibi, o hayat-ı ezeliyyenin şuâ’âtı, celevâtı, münasebâtı olan “İrsâl-i Rüsul ve İnzâl-i Kütüb” rükünlerine bakar remzen isbat eder ve bilhassa Risâlet-i Muhammediyye ve Vahy-i Kur’anî, hayatın ruhu ve aklı hükmünde olduğundan, bu hayatın vücûdu gibi hakkaniyetleri kat’îdir denilebilir.

Evet, nasılki hayat; bu kâinattan süzülmüş bir hulâsadır ve şuur ve his dahi, hayattan süzülmüş, hayatın bir hulâsasıdır ve akıl dahi, şuurdan ve hisden süzülmüş, şuurun bir hulâsasıdır ve ruh dahi, hayatın hâlis ve sâfi bir cevheri ve sâbit ve müstakil zâtıdır. Öyle de, maddî ve ma’nevî, Hayat-ı Muhammediyye (A.S.M.) dahi; hayattan ve ruh-u kâinattan süzülmüş hulâsat-ül-hulâsadır ve Risâlet-i Muhammediyye (A.S.M.) dahi; kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en sâfi hulâsasıdır.

Belki maddî ve ma’nevî hayat-ı Muhammediyye (A.S.M.), -âsârının şehadetiyle- hayat-ı kâinatın hayatıdır ve Risâlet-i Muhammediyye (A.S.M.) şuur-u kâinatın şuurudur ve nûrudur ve Vahy-i Kur’an dahi, -hayatdar hakaikının şehadetiyle- hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır. Evet, evet, evet!..

Eğer, kâinattan Risâlet-i Muhammediyyenin (A.S.M.) nûru çıksa, gitse, kâinat vefat edecek. Eğer Kur’an gitse, kâinat divâne olacak ve Küre-i Arz, kafasını, aklını kaybedecek. Belki, şuursuz kalmış olan başını, bir seyyâreye çarpacak, bir Kıyâmeti koparacak...

Hem hayat, “îman-ı Bilkader” rüknüne bakıyor. Remzen isbat eder. Çünki, mâdem hayat, âlem-i şehadetin ziyâsıdır; ve istilâ ediyor ve vücûdun neticesi ve gayesidir ve Hâlik-ı kâinatın en câmi âyinesidir ve Faaliyyet-i Rabbâniyyenin en mükemmel enmûzeci ve fihristesidir. -Temsilde hatâ olmasın- bir nevi programı hükmündedir. Elbette âlem-i gayb, yâni mâzi, müstakbel, yâni geçmiş ve gelecek mahlûkatın hayat-ı ma’nevîyyeleri hükmünde olan intizâm ve nizâm ve mâlûmiyyet ve meşhûdiyyet ve taayyün ve evâmir-i tekvîniyyeyi imtisâle müheyya bir vaziyette bulunmalarını, sırr-ı hayat iktiza ediyor. Nasılki, bir ağacın çekirdek-i aslîsi ve kökü ve müntehasında ve meyvelerindeki çekirdekleri dahi; aynen ağaç gibi bir nevi hayata mazhardırlar. Belki, ağacın kavânin-i hayatiyyesinden daha ince kavânin-i hayatı taşıyorlar. Hem nasılki, bu hâzır bahardan evvel geçmiş güzün bıraktığı tohumlar ve kökler; bu bahar gittikten sonra gelecek baharlarda bırakacağı çekirdekler, kökler; bu bahar gibi, cilve-i hayatı taşıyorlar ve kavânin-i hayatiyyeye tâbidirler. Aynen öyle de: Şecere-i kâinatın bütün dal ve budaklariyle herbirinin bir mâzisi ve müstakbeli var. Geçmiş ve gelecek tavırlardan ve vaziyetlerinden müteşekkil bir silsilesi bulunur. Her nevi ve her cüz’ünün ilm-i İlâhiyyede muhtelif tavırlar ile müteaddit vücûdları, bir silsile-i vücûd-u ilmî teşkil eder ve vücûd-u hâricî gibi, vücûd-u ilmî dahi, hayat-ı umumiyyenin, ma’nevî bir cilvesine mazhardır ki; mukadderat-ı hayatiyye o mânidar ve canlı Elvâh-ı Kaderiyyeden alınır.

Evet, âlem-i gaybın bir nev’i olan âlem-i ervah; ayn-ı hayat ve madde-i hayat ve hayatın cevherleri ve zâtları olan ervah ile dolu olması, elbette mâzi ve müstakbel denilen âlem-i gaybın bir diğer nev’i de ve ikinci kısmı dahi cilve-i hayata mazhariyyeti ister ve istilzam eder. Hem, bir şey’in vücûd-u ilmîsindeki intizâm-ı ekmel ve mânidar vaziyetleri ve canlı meyveleri, tavırları, bir nevi hayat-ı ma’nevîyyeye mazhariyyetini gösterir. Evet, hayat-ı ezeliyye güneşinin ziyâsı olan, bu meşhud cilve-i hayat, elbette yalnız bu âlem-i şehadete ve bu zaman-ı hâzıra ve bu vücûd-u hâricîye münhasır olamaz.

Belki, her bir âlem, kabiliyetine göre o ziyânın cilvesine mazhardır ve kâinat, bütün âlemleriyle o cilve ile hayatdar ve ziyâdardır. Yoksa, nazar-ı dalâletin gördüğü gibi, muvakkat ve zahirî bir hayat altında herbir âlem büyük ve müthiş birer cenâze ve karanlıklı birer virâne âlem olacaktı.

İşte, Kadere ve Kazâya îman rüknünün dahi geniş bir vechi de sırr-ı hayatla anlaşılıyor; ve sâbit oluyor. Yâni, nasılki âlem-i şehadet ve mevcut hâzır eşya, intizâmlariyle ve neticeleriyle hayatdarlıkları görünüyor. Öyle de, âlem-i gaybdan sayılan geçmiş ve gelecek mahlûkatın dahi, mânen hayatdar bir vücûd-u ma’nevîleri ve ruhlu birer sübût-u ilmîleri vardır ki: Levh-i Kaza ve Kader vasıtasiyle o ma’nevî hayatın eseri, mukadderat namiyle görünür, tezâhür eder...

* * *

Zeylin Üçüncü Parçası

 

Haşir münasebetiyle bir sual: Kur’anda mükerreren:

 

hem

 

 

fermanları gösteriyor ki: Haşr-i Â’zam bir anda, zamansız vücûda geliyor. Dar akıl ise, bu hadsiz derece hârika ve emsalsiz olan mes’eleyi iz’ân ile kabûl etmesine medâr olacak meşhud bir misâl ister.

 

ELCEVAP: Haşirde, ruhların cesedlere gelmesi var. Hem, cesedlerin ihyası var. Hem, cesedlerin inşası var. “Üç mes’ele”dir.

BİRİNCİ MES’ELE: Ruhların cesedlerine gelmesine misâl ise: Gayet muntâzam bir ordunun efradı, istirahat için her tarafa dağılmış iken, yüksek sadâlı bir boru sesiyle toplanmalarıdır. Evet, İsrâfil’in borusu olan SUR’u, ordunun borazanından geri olmadığı gibi, ebedler tarafında ve zerreler âleminde iken Ezel cânibinden gelen hitâbını işiten ve ile cevap veren ervahlar, elbette ordunun neferatından binler derece daha musahhar ve muntâzam ve mutîdirler. Hem değil yalnız ruhlar, belki bütün zerreler dahi, bir Orduyu Sübhânî ve emirber neferleri olduğunu kat’î bürhânlarla Otuzuncu Söz isbat etmiş.

İKİNCİ MES’ELE: Cesedlerin ihyasına misal ise: Çok büyük bir şehirde, şenlik bir gecede, birtek merkezden, yüzbin elektrik lâmbaları, âdeta zamansız bir anda canlanmaları ve ışıklanmaları gibi, bütün Küre-i Arz yüzünde dahi, birtek merkezden yüz milyon lâmbalara nur vermek mümkündür. Mâdem Cenâb-ı Hakkın elektrik gibi bir mahlûku ve bir misâfirhanesinde bir hizmetkârı ve bir mumdarı, Hâlıkından aldığı terbiye ve intizâm dersiyle bu keyfiyyete mazhar oluyor. Elbette elektrik gibi binler nuranî hizmetkârlarının temsil ettikleri, hikmet-i İlâhiyyenin muntâzam kanunları dairesinde Haşr-i A’zam tarfet-ül-ayn’da vücûda gelebilir.

ÜÇÜNCÜ MES’ELE, Kİ : Ecsâdın def’aten inşasının misâli ise; bahar mevsiminde birkaç gün zarfında nev-i beşerin umumundan bin derece ziyâde olan umum ağaçların bütün yaprakları, evvelki baharın aynı gibi birden mükemmel bir sûrette inşaları ve yine umum ağaçların umum çiçekleri ve meyveleri ve yaprakları, geçmiş baharın mahsulâtı gibi, berk gibi bir sür’atle îcadları; hem o baharın mebde’leri olan hadsiz tohumcukların, çekirdeklerin, köklerin, birden beraber intibahları ve inkişafları ve ihyâları; hem kemiklerden ibaret olarak ayakta duran emvat gibi bütün ağaçların cenazeleri bir emir ile def’aten “Ba’sü Ba’del Mevt”e mazhariyetleri ve neşirleri; hem küçücük hayvan tâifelerinin hadsiz efradlarının gayet derecede san’atlı bir sûrette ihyâları; hem, bilhassa sinekler kabîlelerinin haşirleri ve bilhassa daima yüzünü, gözünü, kanadını temizlemekle bize abdesti ve nezâfeti ihtar eden ve yüzümüzü okşayan gözümüz önündeki kabîlenin bir senede neşrolan efrâdı, benî-âdemin Âdem zamanından beri gelen umum efradından fazla olduğu halde, her baharda sâir kabîleler ile beraber birkaç gün zarfında inşaları ve ihyâları, haşirleri; elbette Kıyâmette ecsad-ı insânîyyenin inşasına bir misâl değil, belki binler misâldirler.

Evet dünya dâr-ül-hikmet ve âhiret dâr-ül-kudret olduğundan; dünyada Hakîm, Mürettib, Müdebbir, Mürebbi gibi çok isimlerin iktizasıyla, dünyada îcad-ı eşya bir derece tedricî ve zaman ile olması; Hikmet-i Rabbâniyyenin muktezası olmuş. Âhirette ise, hikmetten ziyâde kudret ve rahmetin tezâhürleri için maddeye ve müddete ve zamânâ ve beklemeye ihtiyâc bırakmadan birden eşya inşa ediliyor. Burada bir günde ve bir senede yapılan işler, âhirette bir anda, ve bir lemhada inşasına işareten Kur’an-ı Mu’ciz-ül-Beyân:

 

 

ferman eder.

 

Eğer haşrin gelmesini, gelecek baharın gelmesi gibi, kat’î bir sûrette anlamak istersen; haşre dair Onuncu Söz ile Yirmidokuzuncu Söze dikkat ile bak, gör. Eğer baharın gelmesi gibi inanmaz isen, gel parmağını gözüme sok...

DÖRDÜNCÜ MES’ELE olan mevt-i dünya ve kıyâmet kopması ise: Bir anda bir seyyâre veya bir kuyruklu yıldızın emr-i Rabbânî ile Küremize, misafirhânemize çarpması; bu hânemizi harab edebilir. On senede yapılan bir sarayın, bir dakikada harab olması gibi...

* * *

Zeylin Dördüncü Parçası

 

 

Yâni, insân der: “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” Sen, de: “Kim, onları bidayeten inşa edip hayat vermiş ise o diriltecek.”

Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatının Üçüncü temsilinde tasvir edildiği gibi; bir zât göz önünde bir günde yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde, biri dese: “Şu zât, efradı istirahat için dağılmış olan bir taburu bir boru ile toplar, tabur nizâmı altına getirebilir.” Sen ey insân, desen “İnanmam” Ne kadar divânece bir inkâr olduğunu bilirsin. Aynen onun gibi; hiçlikten, yeniden ordu-misâl bütün hayvânat ve sâir zîhayatın, tabur-misâl cesedlerini kemâl-i intizâmla ve mîzan-ı hikmetle o bedenlerin zerratını ve letâifini   emr-i   كُنْ فَيَكُونُ    ile  kaydedip yerleştiren ve her karnda, hattâ her baharda ruy-i zeminde yüz binler ordu-misâl zevil-hayatın envâlarını ve tâifelerini îcad eden bir Zât-ı Kadîr-i Alîm, tabur-misâl bir cesedin nizâmı altına girmekle birbiriyle tanışan zerrat-ı esasiyye ve eczâ-i asliyyeyi bir sayha ile Sûr-u İsrâfilin borusuyla nasıl toplayabilir? İstib’âd sûretinde denilir mi? Denilse, eblehcesine bir divâneliktir.

Hem, Kur’an kâh oluyor ki; Cenâb-ı Hakkın âhirette hârika ef’allerini kalbe kabûl ettirmek için, ihzâriye hükmünde ve zihni tasdike müheyya etmek için, bir i’dâdiye sûretinde, dünyadaki acâip ef’âlini zikreder. Veyahut, istikbalî ve uhrevî olan ef’âl-i acîbe-i İlâhiyyeyi öyle bir sûrette zikreder ki, meşhudumuz olan çok nazireleriyle onlara kanaatımız gelir. Meselâ:

 

tâ, sûrenin âhirine kadar... İşte şu bahiste Haşir mes’elesinde Kur’an-ı Hakîm haşri isbat için yedi-sekiz sûrette, muhtelif bir tarzda isbat ediyor.

Evvelâ: Neş’e-i Ulâyı nazara verir. Der ki: Nutfeden alakaya, alakadan mudğaya, mudğadan, tâ hilkat-i insânîyyeye kadar olan neş’etinizi görüyorsunuz... Nasıl oluyor ki: “Neş’e-i Uhra” yı inkâr ediyorsunuz?.. O, onun misli, belki dâva ehvenidir. Hem, Cenâb-ı Hak, insâna karşı ettiği ihsânat-ı azîmeyi:

 

 

kelimesiyle işaret edip der: Size böyle ni’met eden bir zât, sizi başıboş bırakmaz ki, kabre girip kalkmamak üzere yatasınız. Hem remzen der: Ölmüş ağaçların dirilip yeşillenmesini görüyorsunuz. Odun gibi kemiklerin hayat bulmasını kıyas edemeyip istib’âd ediyorsunuz. Hem, Semâvat ve Arzı halkeden, Semâvat ve Arzın meyvesi olan insânın hayat ve mematından âciz kalır mı? Koca ağacı idare eden, o ağacın meyvesine ehemmiyet vermeyip başkasına mal eder mi? Bütün ağacın neticesini terketmekle, bütün eczasıyla hikmetle yoğrulmuş hilkat şeceresini abes ve beyhûde yapar mı zannedersiniz? Der: Haşirde sizi ihya edecek Zât, öyle bir Zâttır ki, bütün kâinat O’na emirber nefer hükmündedir. Emr-i e karşı kemâl-i inkıyad ile serfürû eder. Bir baharı halketmek, bir çiçek kadar O’na ehven gelir. Bütün hayvanatı îcad etmek, bir sinek îcadı kadar kudretine kolay gelir bir Zâttır. Öyle bir Zâta karşı: deyip kudretine karşı ta’ciz ile meydan okunmaz!

Sonra, tâbiriyle; herşey’in dizgini elinde, herşey’in anahtarı yanında, gece ve gündüzü, kış ve yazı bir kitap sahifeleri gibi kolayca çevirir. Dünya ve ahreti iki menzil gibi; bunu kapar, onu açar bir Kadîr-i Zülcelâldir. Mâdem böyledir, bütün delâilin neticesi olarak: yâni; kabirden sizi ihyâ edip, haşre getirip huzur-u kibriyâsında hesabınızı görecektir.

İşte şu âyetler, haşrin kabûlüne zihni müheyya etti. Kalbi de hâzır etti. Çünki; nezâirini dünyevî ef’âl ile de gösterdi. Hem, kâh oluyor ki; ef’âl-i uhreviyyesini öyle bir tarzda zikreder ki; dünyevî nezâirlerini ihsas etsin. Tâ istib’âd ve inkâra meydan kalmasın, meselâ:

ilâahir..

 

ve ilâahir..

 

ve

 

İşte şu sûrelerde, kıyâmet ve haşirdeki inkılâbât-ı azîmeyi ve tasarrufat-ı Rubûbiyyeti öyle bir tarzda zikreder ki; insân onların nazirelerini dünyada, meselâ güzde, baharda gördüğü için, kalbe dehşet verip akla sığmayan o inkılâbatı kolayca kabûl eder. Şu üç sûrenin meâl-i icmâlîsine işaret dahi pek uzun olur. Onun için birtek kelimeyi nümûne olarak göstereceğiz.

Meselâ: kelimesiyle ifade eder ki: Haşirde herkesin bütün a’mâli bir sahife içinde yazılı olarak neşrediliyor. Şu mes’ele kendi kendine çok acîb olduğundan akıl ona yol bulamaz. Fakat, sûrenin işaret ettiği gibi haşr-i baharîde başka noktaların naziresi olduğu gibi, şu neşr-i suhuf naziresi pek zâhirdir. Çünki: Her meyvedâr ağaç, ve çiçekli bir otun da amelleri var, fiilleri var, vazifeleri var. Esmâ-i İlâhiyyeyi ne şekilde göstererek tesbihat etmiş ise ubûdiyyetleri var. İşte onun bütün bu amelleri tarih-i hayatlarıyla beraber umum çekirdeklerinde, tohumcuklarında yazılıp başka bir baharda, başka bir zeminde çıkar. Gösterdiği şekil ve sûret lisanıyla gayet fasih bir sûrette analarının ve asıllarının a’mâlini zikrettiği gibi dal, budak, yaprak, çiçek ve meyveleriyle sahife-i a’mâlini neşreder. İşte gözümüzün önünde bu Hakîmâne, Hafîzâne, Müdebbirâne, Mürebbiyâne, Lâtifâne şu işi yapan Odur ki, der:

 

 

Başka noktaları buna kıyas eyle. Kuvvetin varsa istinbat et. Sana yardım için bunu da söyleyeceğiz.

İşte: Şu kelâm, tekvir lâfziyle, yâni, sarmak vetoplamak mânâsiyle parlak bir temsile işaret ettiği gibi, nazirini dahi îma eder.

Birinci: Evet, Cenâb-ı Hak tarafından adem ve esîr ve Semâ perdelerini açıp, Güneş gibi dünyayı ışıklandıran pırlanta-misâl bir lâmbayı, hazine-i rahmetinden çıkarıp dünyaya gösterdi. Dünya kapandıktan sonra o pırlantayı perdelerine sarıp kaldıracak.

İkinci: Veya ziyâ metâını neşretmek ve zeminin kafasına ziyâyı zulmetle münâvebeten sarmakla muvazzaf bir memur olduğunu ve her akşam o memura metâını dahi toplattırıp gizlendiği gibi, kâh olur bir bulut perdesiyle alışverişini az yapar. Kâh olur; Ay onun yüzüne karşı perde olur; muamelesini bir derece çeker. Metâını ve muamelât defterlerini topladığı gibi elbette o memur bir vakit o memuriyetten infisal edecektir. Hattâ hiç bir sebeb-i azl bulunmazsa, şimdilik küçük, fakat büyümeye yüz tutmuş yüzündeki iki leke büyümekle, güneş, yerin başına izn-i ilâhî ile sardığı ziyâyı, emr-i Rabbânî ile geriye alıp, güneşin başına sarıp “Haydi yerde işin kalmadı!” der. Cehenneme git, sana ibâdet edip senin gibi bir memur-u Mûsahharı sadakatsizlikle tahkir edenleri yak” der.

 

 

fermanını lekeli siyah yüzüyle yüzünde okur.

 

* * *

Zeylin Beşinci Parçası

 

Evet, Nass-ı Hadîs ile nev-i beşerin en mümtaz şahsiyetleri olan yüz yirmi dört bin Enbiyanın icmâ ve tevâtür ile, kısmen şuhuda ve kısmen hakkal-yakîne istinaden, müttefikan âhiretin vücûdundan ve insânların oraya sevk edileceğinden ve bu kâinat Hâlikının kat’î vaad ettiği âhireti getireceğinden haber verdikleri gibi; ve onların verdikleri haberi keşif ve şuhud ile ilmel-yakîn sûretinde tasdik eden yüz yirmi dört milyon Evliyânın o âhiretin vücûduna şehadetleriyle ve bu kâinatın Sâni-i Hakîminin bütün esmâsı bu dünyada gösterdikleri cilveleriyle bir âlem-i bekayı bilbedâhe iktiza ettiklerinden yine âhiretin vücûduna delâletiyle; ve her sene Baharda Ruy-i Zeminde ayakta duran had ve hesaba gelmez ölmüş ağaçların cenazelerini emr-i ile ihya emazhar eden ve haşir ve neşrin yüz binler nümûnesi olarak nebâtat tâifelerinden ve hayvanat milletlerinden üç yüz bin nev’leri haşir ve neşir eden hadsiz bir Kudret-i Ezeliyye ve hesapsız ve israfsız bir Hikmet-i Ebediyye ve rızka muhtaç bütün zîruhları kemâl-i şefkatle gayet hârika bir tarzda iâşe ettiren ve her baharda az bir zamanda had ve hesaba gelmez enva-ı zînet ve mehâsini gösteren bir Rahmet-i Bâkiyye ve bir İnayet-i Dâime; bilbedâhe âhiretin vücûdunu istilzam ile, ve şu kâinatın en mükemmel meyvesi ve Hâlik-ı kâinatın en sevdiği masnûu ve kâinatın mevcûdâtıyla en ziyâde alâkadar olan insândaki şedit, sarsılmaz, daimî olan “aşk-ı beka” ve “şevk-i ebediyyet” ve “âmâl-i sermediyyet” bilbedâhe işareti ve delâletiyle, bu âlem-i fâniden sonra bir âlem-i bâki ve bir dâr-ı âhiret ve bir dâr-ı saâdet bulunduğunu o derece kat’î bir sûrette isbat ederler ki:

Dünyanın vücûdu kadar, bilbedâhe âhiretin vücûdunu kabûl etmeyi istilzam ederler. (Hâşiye) Mâdem Kur’an-ı Hakîmin bize verdiği en mühim bir ders; îman-ı bil-âhirettir ve o îman da bu derece kuvvetlidir ve o îmanda öyle bir rica ve bir teselli var ki: Yüz bin ihtiyarlık bir tek şahsa gelse, bu îmandan gelen teselli, mukabil gelebilir. Biz ihtiyarlar

 

 

deyip ihtiyarlığımıza sevinmeliyiz.

* * *


 

Hâşiye: Evet, sübûti bir emri, ihbar etmenin kolaylığı ve inkâr ve nefyetmenin gayet müşkil olduğu, bu temsilden görünür. Şöyle ki; biri dese: “Meyveleri süt konserveleri olan gayet harika bir bahçe, Küre-i Arz üzerinde vardır.” Diğeri dese: “Yoktur.” İsbat eden, yalnız onun yerini veyahut bâzı meyvelerini göstermekle kolayca dâvasını isbat eder, İnkâr eden adam, nefyini isbat etmek için bütün Küre-i Arzı görmek ve göstermekle davâsını isbat edebilir. Aynen öyle de, Cenneti ihbar edenler yüz binler tereşşuhatını, meyvelerini, âsarını gösterdiklerinden kat-ı nazar, iki şâhid-i sâdıkın sübûtuna şehadetleri kâfi gelirken onu inkâr eden hadsiz bir kâinatı, hadsiz ebedi zamanı temaşa etmek ve görmek ve eledikten sonra inkârını isbat edebilir; ademini gösterebilir. İşte ey ihtiyar kardeşler, İman-ı Âhiretin ne kadar kuvvetli olduğunu anlayınız...

Said Nursi

Son Güncelleme: Cuma, 26 Nisan 2024 23:10  

REKLAMLAR

Web Site Tasarımı

Yönetim Panelli Website Tasarımlarınız için

0532 307 60 09

 

 

İSTATİSTİKLER

OS : Linux c
PHP : 5.3.29
MySQL : 5.7.43
Zaman : 23:10
Ön bellekleme : Etkisizleştirildi
GZIP : Etkisizleştirildi
Üyeler : 31076
İçerik : 1250
Web Bağlantıları : 2
İçerik Tıklama Görünümü : 2238560

Haberler

SİTEMİZE KATKIDA BULUNUN. İNSANLARIMIZ GÜZEL ŞEYLERİ HAKEDİYOR

Ahmet TÜRKAN

ahmetturkan@gmail.com