ahmetturkan.gen.tr

HAYATTAN DERSLER

  • Yazıtipi boyutunu arttır
  • Varsayılan yazıtipi boyutu
  • Yazıtipi boyutunu azaltır
Home RİSALE-İ NUR BARLA LAHİKASI BARLA LAHİKASI - B

BARLA LAHİKASI - B

e-Posta Yazdır PDF
Barla Lahikası -B-

 

YİRMİ YEDİNCİ MEKTUBUN ÜÇÜNCÜ ZEYLİ


(Said'in bir fıkrasıdır.)

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

(Nur Risalelerine çok müştak ve onların mütalâasından intibaha düşen bir doktora yazılan mektubdur. Bu üçüncü zeyle çendan münâsebeti azdır, fakat kardaşlarımın fıkraları içinde bu da benim bir fıkram olsun.)

Merhaba ey kendi hastalığını teşhis edebilen bahtiyar doktor, samimî ve aziz dostum.

Senin hararetli mektubunun gösterdiği intibah-ı ruhî şâyân-ı tebriktir. Biliniz ki mevcudat içinde en kıymettar, hayattır. Ve vazifeler içinde en kıymettar, hayata hizmettir. Ve hidemat-ı hayatiye içinde en kıymettarı, hayat-ı fâniyenin hayat-ı bâkıyeye inkılâb etmesi için sa'y etmektir. Şu hayatın bütün kıymeti ve ehemmiyeti ise hayat-ı Bâkıyeye çekirdek ve mebde' ve menşe olması cihetindedir. Yoksa hayat-ı ebediyeyi zehirleyecek ve bozacak bir tarzda şu hayat-ı fâniyeye hasr-ı nazar etmek; ânî bir şimşeği, sermedî bir güneşe tercih etmek gibi bir divâneliktir. Hakikat nazarında herkesten ziyade hasta olan, maddî ve gâfil doktorlardır. Eğer eczahâne-i kudsiye-i Kur'âniyeden tiryâk-misâl imanî ilâçları alabilseler, hem kendi hastalıklarını, hem beşeriyetin yaralarını tedavi ederler inşâallah. Senin şu intibahın senin yarana bir merhem olduğu gibi, seni dahi doktorların marazına bir ilâç yapar. Hem bilirsin, me'yus ve ümidsiz bir hastaya manevî bir teselli, bazen bin ilâçtan daha ziyade nâfi'dir. Halbuki, tabiat bataklığında boğulmuş bir tabib, o bîçâre marîzin elim ye'sine bir zulmet daha katar. İnşâallah bu intibahın seni öyle bîçârelere medar-ı tesellî eder, nurlu bir tabib yapar. Bilirsin ki; ömür kısadır, lüzumlu işler pek çoktur. Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen, malûmâtın içinde ne kadar lüzumsuz, faidesiz, ehemmiyetsiz, odun yığınları gibi câmid şeyleri bulursun. Çünki ben teftiş ettim, çok lüzumsuz şeyleri buldum. İşte o fennî mâlûmâtı, o felsefî maârifi; faideli, nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lâzımdır. Sen dahi Cenâb-ı Hakk'tan bir intibah iste ki, senin fikrini Hakîm-i Zülcelâl'in hesabına çevirsin, tâ o odunlara bir ateş verip nurlandırsın. Lüzumsuz maârif-i fenniyen, kıymettar maârif-i İlâhiye hükmüne geçsin.

Zeki dostum! Kalb çok arzu ederdi; ehl-i fenden envâr-ı îmâniyeye ve esrar-ı Kur'âniyeye iştiyak derecesinde ihtiyacını hissetmek cihetinde Hulûsi Bey'e benzeyecek adamlar ileri atılsın. Hem maden Sözler senin vicdanınla konuşabilirler. Her bir Söz'ü, şahsımdan değil belki Kur'ân'ın dellâlından sana bir mektuptur ve eczahâne-i kudsiye-i Kur'âniye'den birer reçetedir farzet. Gaybûbet içinde hâzırâne bir musâhabe dairesini onlar ile aç. Hem arzu ettiğin vakit bana mektup yaz. Ben cevap yazmasam da gücenme. Çünki, eskiden beri mektupları pek az yazarım. Hattâ üç senedir kardaşımın çok mektuplarına karşı bir tek yazdım.

Said Nursî


(Sabri'nin fıkrasıdır.)


Eyyühe'l-Üstadü'l-A'zam!


Bilhassa dest ve dâmen-i mübareklerinizi bûs edip, her an ve zaman muhtaç bulunduğum daâvât-ı üstadânelerini niyaz eylerim. Bir hafta evvel Süleyman Efendi Kardeşim vasıtasıyla irsal buyurulan enva-ı iltifatı şâmil lütufname-i ekremîlerini, kemâl-i hasretle alarak müftehiretle okudum. Bir fıkrasında tevâfukat-ı gaybiye hakkındaki kanaat-ı âcizanem sual buyuruluyor. (Neam sadakte, Eyyühe'l-Üstadü'l-Muhterem) kelimeleriyle icabet ediyorum. Zira, şu tevâfukat-ı gaybiye-i acîbe, bilûmum bahr-i muhît-i nurun talebelerini ve hattâ talebelerin cemaat-i müstemialarını mest ve hayran ve medyun-u secde-i şükran bırakmıştır. Nurların şu mu'ciznümâ kerametlerini, ancak ve ancak Mir'ât-ı Muhammediye (ASM) ile müşahede edebiliriz. Bu hakikatın diğer bir marifeti olan:


Âyinedir bu âlem, her şey Hak ile kâim


Mir'ât-ı Muhammed'den Allah görünür dâim. (Haşiye)



Şu iki mısra'-ı mânidârı, perişan arîzamı şereflendirmek niyetiyle dercediyorum. Bu fakir ve âciz talebeniz, şu hayretfezâ Kerâmet-i Kur'âniyeyi ve İ'câz-ı Nebeviyeyi müşâhede ettiğim günden beri, bu babda çok derin düşüncelere dalıyorum. Ve şu tevâfukat-ı acîbeye müşabih tevâfukat, başka kitablarda bulunur mu? , maksadıyla çok temaşa ediyorum, göremiyorum. Görülse de pek nâdir bir haldedir. Şu halde tevâfukat-ı gaybiye, bir kerâmet-i alenîye olarak endamını nurlarda izhar ediyor. Ve lisan-ı hâl ile beşere hitaben diyor ki: "Ey beni âdem, şu sisli asırda dalâleti ref' ve selbedip necat ve saâdet bahşedecek ve dimağınızdaki semli kokuları, verd-i Muhammedîye tebdil edecek ve en kestirme ve son derece muhkem ve müstakim bir tarîk-ı selâmet ve necata sevkedecek, pek çok kerâmât ve i'cazını gösteren, bizim bulunduğumuz derya-yı nûrânîdir. Ve âtiyen daha nice âsâr-ı hafiye tezahür edecektir, diye nidâ ediyor.



Müsaade-i fâzılâneleriyle bir mâruzâtım daha var. Fakat bu cihette, şahsımı istisna ederek meramımı arzedeceğim. Bendeniz Nurların müştak müşterilerinde daha doğrusu yanık talebelerinde, bir tevâfuk-u fevkalâde görüyorum. Çünki enaniyet ve nefsaniyetin şiddetle hüküm-ferma olduğu şu asırda, hepsinin derece-i ihtiyaç ve iştiyakı bir, kâffesinin ahlâk ve etvarı bir, umumunun tarz-ı telâkkisi bir ve yekdiğerine karşı (ah-i lieb ve üm'den) daha kavî bir râbıta-i hakikiye ile merbut, samimiyet ve hakikatperverlikte, âdeta yekdiğerine müsabaka eder derecede ciddî ve hâlis, kardaşlıkta tâkib ettikleri hat ve hareket bir, ve daha pek ziyade birbirine benzeyen tullâb-ı nuraniyenin bu hârika hallerini de ayrıca bir tevâfukat-ı gaybiye sırasında görüyorum. Zira, İstanbul'dan, İzmir'den, Aydın'dan, Kütahya'dan, Isparta'dan, Eğirdir'den ilh. muhtelif beldelerden seçilip, her sınıfta mukayyed bulunan talebelerin aynı hâssaları hâiz olmaları, câlib-i nazar-ı dikkat olsa gerektir, zannederim Efendim Hazretleri.

Sabri


____________________________
(Hâşiye): Lâtif ve tevâfuktur ki: Hulûsi-i sâni Sabri Efendi bu beyti bana yazdığı zamanda, ya aynı zamanda veyahut az sonra,Hulûsi bey bir ay uzak yerde, aynı beyti bana yazmıştır. Bu iki zâtın hem hizmet-i Kur'andan hem bana karşı münasebetlerindeki tevâfukları, alâmet-i muvaffakıyettir.

Said


(Sabri'nin fıkrasıdır.)


Lütufkâr ve inayetkâr Üstadım Efendim Hazretleri!


Ramazan-ı şerifin onuncu Cumartesi günü, saat onbir buçukta, herbir nüktesi nâmütenâhi hikmet ve hakikat müjdelerini hâvi ve mübeşşir, dokuz nükteli Ramazaniyeyi aldım. Ruhumun fevkalâde muhtaç ve müştak bulunduğu ve nazîrsiz eser-i pürnuru, o gece kemâl-i fahr ve sürurla yazdım. Ve aslını yine Nis'li Hâfız Mahmud Efendi'ye teslim ettim. Hakkı Efendiye götürdü. Ertesi sabah istinsah ettiğim Risaleyi bir daha dikkatli okuyarak, hattımın tevâfukunu tashih ve Ali Efendi'ye ait bir mektup yazdım. Tam imza edeceğim esnada, İslâm köyünden bu vazifeye mânen me'mur bir adam geldi, Ali Efendiye gönderdim. Ve şu ümidin fevkınde âni olarak gelen vasıta-i irsal, eserin kudsiyetine sarih ve bâriz bir delil olduğuna şübhe kalmadı.


Üstad-ı Azîzim! Bazan Nurları düşünüp, hakikaten pek çok hakâik ve hikmetleri ihtiva ettiklerini görüyorum. Yalnız şu şehr-i rahmet ve mağfiretin ibâdâtından olan sıyâma âit bir mevzu açılmadığını görerek, üstadıma bir arîza takdim etsem ve otuz günden ibaret olan Ramazan-ı Şerîfe ait Otuzuncu Mektub olmak üzere, bir niyazda bulunmak emelinde iken, bir sebebe binaen şu arzumdan feragat ettim.


İşte bu def'a külliyat-ı Nur'dan mebhus-u anha risale, bu abd-i âcize hitaben, "senin kalbindeki hafî bir arzu ve hissin, bizim levha-i mânevîmizde gayet büyük harflerle yazılıdır ki, işte is'âf edildi" tarzında bana ihsan buyuruldu. Fakir de, ruhumun mühim bir ihtiyacını te'min eden, binler hikmet ve müjdeli Ramazaniyeyi alarak, Kur'ân-ı Azîmüşşân'ı inzâl edene secdeler ve Nurlar dellâl-ı âlişânına hadsiz teşekkürler ile, borçlu olduğum dua-yı fâzılânelerine müdavim bulunduğumu arzeylerim Efendim Hazretleri.



Sabri

Ey Üstad;


Yirmi Yedinci Söz, Müslümanları, sa'y u gayretin ve bu ulvî dinin hizmetine teşvik ediyor. Bu risale sanki ufukta bir hedef, ehl-i îman için de bir rehber.


Evet bu söz, kalbler içinde bir iştiyak, iştiyak içinde bir nur olmuş. Otuz Üçüncü Mektub ise otuz üç penceresiyle beraber, hakikat mayesiyle yoğrulmuş bir varlık, bu kıymetli eser ulviyet ve kudsiyet içinde, kuvve-i idrâkiyesiyle hissiz beşere hassasiyet; ve gaflet perdelerinden hakikatı görmeyen nazarlara kuvvet; hakperest ehl-i imana ise, ulviyet bahş ediyor.


Hadsiz ihtiyaçlara düşen, zâhire aldanarak maddiyata saplanan ve kendini lâkaydlık içinde ye'se düşüren zavallılar, bu mukaddes eserin kârii olsunlar, anlasınlar ki, nereye giderlerse, nereye bakarlarsa bir Hâlik-ı Âzamın, bir Râhim-i Rahmân'ın dairesinden, hududundan, kanunundan ve idaresinden harice çıkamazlar. Her mevcudiyet, her vâkıa, her tahavvülât, her inâyet, her iltifat bir Kadîr-i Zülcelâl'in yed-i zaptındadır.


Demek oluyor ki, en ufak bir zerrede, sânii ilân ettiği cihetle, koca bir kâinatın saltanatının küçük nümunesi mevcuddur, denilebilir.



Zekâi


Aziz ve Büyük Üstadım,


İki üç günlük sa'yimin mahsûlünden doğan ve inâyet-i hakla istinsaha muvaffak olduğum On Yedinci Söz'ü tashih için takdim ediyorum.


Ey yüce Üstadım, Onyedinci Söz ki: Mefhumu, nâmütenâhî yükselen hakikatlardır. Yüzlerce teşekkür ... Her söz beşeriyetin mübtelâ olduğu mahfî emrazı gösteriyor. Ve nurlarıyla teşhis ederek tedavi ediyor. Pekâla, pek rânâ anlıyorum ki, benim gibi yaralı, mânen zarar-dîde olmuş bir genç için, muhtaç bulunduğum teselliyetkâr şeyler, hep Risale-i Nurdandır. Kalbime teselli nurlarını serpen Hâlik-ı A'zam'a binlerce şükür.

Zekâi


Sözler, yani Risale-i Ahmediye berâhinini yazarken, çok def'alar kalemimi elimden bırakıp, o asr-ı saadetin anlarının tahassürüyle, hicranıyla yandım. Bu hicrandan kalbim ağlamış, gönlüm coşmuş, ruhum vücudumdan ayrılarak uzaklara gitmiş. Bana teselli tuhfeleri getirmiş.


Öyle ya, aziz Üstad! Asr-ı saadette de değilsek, müştakıyız. Bu bize kâfi. Hazret-i Muhammed (ASM) nın bize bıraktığı muazzam bir mu'cizesi bugün elimizde değil mi? O kitab, bize, muhtaç ve müştak bulunduğumuz saadeti va'detmiyor mu? Ona hâlisane sarıldığımız zaman muhtaç bulunduğumuz zevk-i mânevîyi bize vermiyor mu?


Evet aziz Üstadım, bugün elimizde tuttuğumuz, gözümüzle gördüğümüz, hakikî insanlara rehber olan o muazzam kitab, o büyük mu'cize ki, ben maddiyat içinde dünya cereyanında boğulmak üzere iken, beni onun ulvî sesleri ne güzel teselli etmiş ve bana sarsılmaz bir istinadgâh olmuştur. Hakka, nâmütenâhi şükürler olsun.


Muhterem Üstad, bana öyle geliyor ki, manevî saâdete küşâde bulunan ruhum, kıymettar Risaleleri okudukça, yazdıkça gitgide bir zevk-i manevî, bir saâdet-i ebedî hazırlıklarıyla coşacak. Coşkunluklarımın hayli devam ettiği oluyor.


Üstadım! İşte o zaman dünya, nazarımda bir hiçten ibaret kalıyor, ebediyete, sonsuza, saâdet âlemlerine atılmak istiyorum.


İşte o dakikalar bu dünyayı bana verseler, bu tatlı hülyalarımın bir nebzesini bile vermek istemem. Def'olsun gençlik rü'yâlarının kâbuslu fırtınaları.


Üstadım, duanıza muhtacım.



Zekâi


Fazîlet-meâb Üstadım,


Nur sabahı olan Risale-i Nur'dan Birinci, İkinci, Üçüncü, Beşinci, Altıncı, Yedinci, Sekizinci Sözleri istinsah ederek berây-ı tashih, taraf-ı âlîlerine takdim ediyorum. Mezkûr Sözler ki; kısa oldukları halde mefhumları büyük. Büyük hisler ve ulvî fikir bahşediyor. O Sözler ki; herbiri ayrı ayrı mecralardan cereyan ederek büyük bir deryaya dökülen berrak ve saf ırmaklar gibi çağlıyorlar. İşte bendeniz, bu çağlayan ırmakların lâtif ve ulvî seslerinden hayli derece istifade ediyor ve sonlarında, beşeriyetin başta âcizlerinin ibtilâ olduğu emrâza şifa verici eczâlar istihsal ediyorum. Kendisini acı, yoksulluk içerisinde bunalıyor zanneden ve muhayyilesi inkişaf edememiş kimseleri îkaz etmek emelini taşıdığıma emin olunuz.


Aziz Üstadım! Anlıyorum ki, kaybolmuş ümidlerimin, hayatımın semâsında sönen yıldızlarımın ufûlüne teessüf edip bir fecr-i sabah ararken, bir nur sîma bir nur sabah karşımda parladılar. Allah sizden razı olsun ki, kıymetli eserleriniz sayesinde hayatın kıymet ve ehemmiyetini anladım. Bu suretle kalbime bir istinadgâh-ı manevî buldum diye müstağrak-ı sürûr oluyorum. Hemen; Rabbim, Üstadımızı iki cihanda aziz ve gayelerine vâsıl eylesin, âmin.



Zekâi




Ey Aziz Üstad,



Vâkıa, emr-i âlîleri Sözler'in yazılması hususunda acele edilmemesi idi; fakat hiç mümkün mü ki, karşımda billûrî sular akıtan ulu pınarın suyundan kana kana içmek için acele etmiyeyim. Malûmu âlîleri, bendeniz bu hususta vazifelerde çok geç kaldım.

Bu cihetleri vuzuh ile görüp idrâk ederken, mümkün mü ki, o ulu pınarı billûrî sulariyle elimi yüzümü yıkamıyayım, kalbimi parlatmak için isti'câl göstermiyeyim. Cenâb-ı Hakk'ın azîm bir lütfu ki, te'mîn-i maişetim için çalıştığım zamanlar arasında kıymettar risaleleri yazmak için vakit bulabiliyorum. Bu fırsatları kaçırmak istemediğim içindir ki, acele ediyorum. İsti'câlimin en büyük sebebi muhtaç bulunduğum teselliyetkâr nurları, o risalelerde buluyorum. Nasıl ki, içerisinde tevakkuf imkânı olmayan tünellerden haris kumpanyalar fazla seyr ü sefer etmekle iftihar ederler. Talebeniz de kezâ, o cihan-kıymet Risaleleri ne kadar fazla okur yazarsam, o kadar istifade-bahş ve müftehir olacağım.


On Altıncı Mektubu serâpâ okudum. Her türlü mezâhim ve meşakkate karşı gösterdiğiniz sabır ve tevekküle meftun oldum. O Sözler'i okudukça, bütün mevcûdiyetim bir ıssızlık içinde parlayacak zannettim. Tehâcüm-ü ızdırab için hep güler yüzlü, güzel yüzlü sabırlar temenni ettim.


Yirmi Üçüncü Söz, derinden gelen bir sayha gibi insaniyete bağıran ve insanlara insanlıklarını ihtar eden ve en âlî makamlara sahip olmak yollarını gösteren ve kârilerini tekâmüle sevkeden ve meşrû aşklar doğuran ölmez bir teselli hâtırasıdır. Sözü uzatmaya başladım. Yirmi Üçüncü Söz'ü lâyıkıyle takdirden âcizim. Çünkü o, bir teselli ve saâdet mâyesidir.


Ahmed Zekâi


(Husrev'in bir fıkrasıdır.)


Sevgili ve Muhterem Üstadım Efendim,


Bizi maddî ve mânevî tenvir eden, yükselten ve erişilmez feyizlere müstağrak kılan Risalelerinize mâlikiyetimden ve lâyık olmadığım halde, bu şerefe nâiliyetimden dolayı, Cenâb-ı Hakk'a bînihâye teşekkür etmekte; gerek bu şerefe nâil olmaklığıma vesile olduğunuzdan ve gerekse âtiyen bu hususta üzerimize terettüp eden vazife-i Kur'âniyede muvaffakıyet kazanacağımızı tebşir etmekte olduğunuzdan dolayı, duyduğum pek büyük bir sürurla müftehirim. Üstadım! Hakkınızda, hâtırınıza gelmeyen nimetlerin en güzeliyle dünyevî ve uhrevî mes'ud olmanızı her vakit için dua etmekteyim.


Muhterem Üstadım, sizi özlemiştim. Aradaki hâinlerin her hususta engel olmaları, şübhesiz çok müteessir ediyor. Bugünkü hal yüreklerimizi sızlatıyor, fakat elimizden bir şey gelmiyor. Nur deryasının feyizli Risaleleri kimin eline geçerse, o zâtı kendine ciddî olarak raptettiği gibi, müştaklar ve ehil olanlar arasında dolaşıyor.

اَلْحَمْدُ ِللّهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى


Husrev


(Husrev'in Sözler'i yazmağa başladığı zaman yazdığı mektubun fıkrasıdır.)


Muhterem Efendim Hazretleri,


Bu sefer okumaklığımız için irsal buyurduğunuz iki kitabdan birisini Bekir Ağa'dan aldım. Kitabın birkaç sahifesini okudum. Ve kitabın bir nüshası kendimde kalmak üzere istinsah etmeğe başladım. Kitab münderecâtında arada sırada dimağımı alâkadar eden mesâilden bahsettiğini ve küçük mektubların pek büyük hakikatleri kucakladığını gördüm ve çok müstefid oldum.


Altıncı Mektub'a kadar yazılan Sözleri bir taraftan yazıyor, diğer taraftan da yazının geçce yazılışından sıkılarak okumaya başlıyordum. Pek çok sürur beni kaplıyordu. Altıncı Mektuba gelince, şu gurbetteki firkatinizin en hazin kısmını tayyettiğinizi ve bir kısmının da hikâye edildiğini okudum. Okudukça sizinle beraber kalbim hazin hazin ağlamaktan kendimi alamamakta idim. Hattâ yanımda bulunan valideme dahi okudum. Okurken validem ağlıyor, gözlerinden yaşlar dökülüyordu. Ben de ağlamamak için nefsime cebrediyordum. Diğer taraftan da acaba tayyedilen kısmından da biraz yazılsa idi.


Husrev


Ey Üstad-ı Muazzam,


Atabeye gelen Ramazan meyvesi olan ve Ramazan-ı Şerifin hikmetlerini bildiren Söz, bizi îkaz ve bilmediğimiz hikmetleri tasrih ediyor. Okuduğum her söz, neşr ettiğiniz o ulvî hakikatler için âciz lisanım tavsif ve takdirden âciz kalıyor. Ve görüyor ve anlıyorum ve öyle îman ediyorum ki, bir zaman gelecek, bu risalâtü'l-envar ve mektubâtü'n-nur, için için ateşlenen, feveran eden bir dağ gibi hararetle nur-feşan bir menba' kuvvetine tesahub edecek. Ve belki de etmiştir. Bir düğmesine basmakla her tarafı ziyâya müstağrak eden bir elektrik dinamosu gibi kendinden çok uzak mesafeleri îkaz ve irşad nuruyla ihâta edecektir.


Nurun Eski Talebesi Merhum
Lütfi'nin Arkadaşı Zeki


(Husrev'in bir fıkrasıdır.)


Muhterem Efendim, Sevgili Üstadım,


Yirmi Dokuzuncu Mektub'un bir kısmını nasıl bulduğum ferman buyuruluyor. Bu hususta ne yazabilirim, ne gibi bir fikir dermeyân edebilirim? Risalelerin her birisinin nurları bir; fakat mevzuları ayrı, güzellikleri ayrı, lâtiflikleri ayrı, zevkleri ayrıdır. Bu risalenin nuru diğer Risaleler gibi her tarafı parlak, her köşesi güzeldir. Bilhassa ruhlarımızı sızlatan, kalblerimizi ağlatan bu hâll-i müessife dolayısiyle, sevgili Üstadımdan bir şifâ-yı âcil bekliyordum. Bu şifayı, Yedinci, Sekizinci, Dokuzuncu Nükteler beklediğim devâyı vermiş ise de, binler maslahat ve faideleri içinde yalnız bir maslahat için bile olmadığı halde tebdil edilen şeâir-i İslâmiyeden bazıları, bizi çok me'yus ve müteessir ediyor.


Fakat sevgili Üstadım, zaman takarrüb etmiş olmalı ki, bir taraftan mülhidlerin tecavüzleri ziyadeleştikçe, diğer taraftan Muhterem Üstadımızın, Kur'ân'ın feyzi ile nâil olduğu hakîkat deryasından kükreyip gelen gizli hakâikı izhâr etmesi bizim sevincimizi artırmaktadır. Madem çiçekleri görmek için baharı beklemek zarureti vardır, biz de ona şiddetle ve sabırsızlıkla intizar etmekteyiz.



Husrev


(Husrev'in bir fıkrasıdır.)


Sevgili, Muhterem Üstadım,

Kıymettar Üstadım,


Bekir Ağa ile gönderdiğiniz mektuptan duyduğum süruru târif etmek, benim gibi âciz bir talebenin ne lisanı ve ne de kaleminin haddi değildir. Sevincimden mektubunuzu takbil ediyor; ruhum sizinle yaşadığı halde, cismen uzak bulunduğumuzdan ağlıyordum. Zaman oluyor ki, gözlerimden dökülen yaşları yazı yazmak veyahut Risaleleri okumakla teskin edibiliyorum. Zaman oluyor kalbim mütemadiyen ağlıyor, ah sevgili Üstadım. Sizden pek büyük istirhamım budur ki: Beni afvediniz. İki-üç seneden beri dünyayı sevmez olduğum halde kurtulamadığımdan çok müteessirim. Issız sahralar, susuz çöller, ruhumun birer meskeni oluyor. Hayâlen oralarda dolaşıyorum. Güya bir şey arıyorum.




Evet, bir şey arıyorum. Heyhât, aradığım hem çok yakın, hem çok uzak görünüyor. Bilmiyorum daha ne kadar zaman bu hâl içerisinde çırpınacağım. Evet, yine pek çok müteşekkirim. Nasıl teşekkürüm hadsiz olmasın. Henüz bir sene oldu; iki gece birbiri üstüne gördüğüm iki rü'yâ-yı sâdıkada, temelleri atılmakta olan büyük bir gülyağı fabrikasının kâtibliğine tâyin edilmiş ve işe mübaşeret etmiştim. Bu rü'ya tarihinden iki ay sonra risaleleri yazmağa başladım. Ve bilhassa Yirmi Sekizinci Mektubun Yedinci ve Sekizinci Mes'elelerinde, hizmetimizin makbuliyeti ve rıza-i İlâhî dahilinde olduğu pek açık bir lisanla yazılması, âciz talebenizi de dilşâd etmiş bulunuyor. Sevgili Üstadım, Allah sizden ebeden razı olsun.



Husrev


Ey Aziz Üstad!


Bu def'a yazmağa muvaffak olduğum üç mevkıftan mürekkeb Otuz İkinci Söz'ü beray-ı tashih takdim ediyorum. İşbu kitâbın, nazar-ı âcizîde giranbahâ bir hazine olduğunu yazmağa bilmem lüzum var mı? Dünyanın ölçülmek imkânı olmadığını söyleyen zât ve fikr-i beşerin nâmahdud bir arazi olduğunu iddia eden adam ne doğru söylemişler. Bu noktada fikrim; gittikçe inkişaf eden efkârımın ve dar muhayyilemin genişlemesinden mütevellid bir fikirdir. Dünyanın ölçülmez bir boşluk olduğunu ve fikr-i beşerin nâmahdud olduğunu îzah maksadına müstenid değildir. Demek ki, her Risaleden ruhum ayrı ayrı gıdasını alıyor. Otuz ikinci Söz'ün kalbime ve ruhuma bahşettiği safâ-yı sermedî ve câvidânî değil mi ki, bu uzun mektubumla mesrûriyetimi izhâr için sizi tâciz etmeme bâdî oluyor. Hülâsa, tatlı bir sermestî içinde hayatımdan memnunum. İnşâallah duanız himmetiyle, böyle meşru' bir sermestî içinde hayat-ı ebediyeye vâsıl olacağım inşâallah.


Ahmet Zekâi


(Husrev'in bir fıkrasıdır.)


Çok Muhterem, Sevgili Üstadım,


Yirmi Dokuzuncu Mektubun Üçüncü Kısmını okuduk. Mektub münderecatı hepimizi şevke getirmiş, sevinçle her tarafımızı doldurmuştu. Kur'ân-ı Hakîmin bazı âyâtından çıkan kıvılcımlariyle, bir taraftan aklı gözlerine inmiş olan maddiyunlar ve emsâli tabakasına karşı, Mektûbatü'n-Nur ve Risalâtü'n-Nur ile meydan okuyarak onların kafalarına hakikat tokmaklarını vurmakta ve diğer taraftan onların kalblerini pek parlak feyizleriyle doldurmaktadır.


On sekiz bin değil, sevgili Üstadımın buyurdukları gibi yirmi sekiz bin âleme bakan o büyük Fürkan-ı İlâhînin, bugünkü asırdan başka gelecek asırlara da bakan vecihlerinin bazı mühim noktalarına işaret edilmesi ve lâfzullah üzerinde vâki tevâfukatın göze çarpacak ve nazarı celbedecek şekle ifrağ edilmesi ve bazı kelimelerde görünen mânidar tevâfukatın güzellikleriyle meydana çıkarılması hakkında vâki Üstadımın fikirlerine haddim olmayarak yine Üstadımdan aldığım kuvvet ve cesaret ile iştirâk ediyorum. Ve böyle bir Kur'ân-ı Kerîm'in yazılması hakkında vâki olacak her fedakârlığa hâzır olduğumu, utanarak baştan ayağa kadar beni istilâ eden bu sürurun verdiği hâlet-i ruhiye üzerine arzediyor ve ayrıca diyorum ki: Sevgili Üstadıma istenilen şekilde kendi elimle yazılmış bir Kur'ân-ı Kerîm'i yazıp takdim etmeği çok arzu ediyorum. Fakat mes'elenin müsta'celiyetini düşünemiyordum. Ve bir de diğer kardeşlerimin bu şereften mahrumiyetidir ki, bu fikrimin ve bu arzumun kabulünde ısrar edemiyorum.


Evet sevgili Üstadım! İnşâallah zaman takarrüb etmiştir. İnşâallah mev'ûd vakte biz de erişmiş bulunuyoruz. Artık sebeb selef-i sâlihînin Kur'ân'a hâşiye olarak bir şey ilâve edilmemesi hakkındaki kararlarının, zamanlarına aid bulunması ve ulemâ-i müteahhirînin müsaadeleri de Arapçanın tahsili cihetine gidilmediğinden ileri geldiği kanâatini taşıyarak, Arapçanın okunmak ve yazmak istenilmediği bir zamanda bulunuyoruz. Binâenaleyh Kur'ân hakkında sevgili Üstadımın düşündüklerine pek büyük bir ihtiyaç olmakla beraber, bu güzel ve pek büyük bir emr-i hayra kapı açan bu işin hemen ikmâl edilmesi için her şeye tercih edilmesi rica ve istirhamındayım. (Saatçi Lütfi Efendi kardeşim de bu kanaattedir.)


Sevgili Üstadım! Allah sizden hem ebediyen razı olsun, hem de her bir hayırlı işinizde muvaffak etsin, duasiyle Cenâb-ı Hakk'a müteşekkir olduğum halde size olan minnettarlığımı arzeder ve dâmenlerinizi öperim, muhterem efendim hazretleri.


Husrev


Ey Üstad!


Kur'ân'ın ma'kesi olan yazdığın Risaleler, senin ne büyük üstad olduğunu kabul ve teslime kâfidir. Sen ki ey aziz Üstad, İslâmiyet üzerine çöken zulmet ve gaflet perdelerini Risalelerinle yırttın. O mülevves perdeler altındaki en nurlu hakikatleri meydana çıkardın. Senin sarsılmaz azmin, kahraman metânetin, ârâmsız sa'yin semeresiz kalmadı. Anadolu'nun ortasına öyle bir âb-ı hayat çeşmesi açtın ki (Hâşiye: l) bu çeşmenin muslukları yazdığınız Risalelerin, neşrettiğiniz eszerlerin hakâikıdır. Menba' ve mâdeni, bâkî olan Kur'ân-ı Hakîm'in bahridir. Bir gün olup bu dâr-ı imtihandan saadet âlemlerine göçtüğün zaman, kıymetdar eserlerin seni nâmınla beraber yaşatacaktır. Ne mutlu, senin açtığın çeşmenin kıymetini takdîr ile ona muhafız ve müdâfi' olan ve icabında eserlerinin ahkâmını ilân ve telkin uğrunda bin can ile hayatını fedâya müheyyâ olan, candan sevdiğin talebelerin var. Uhrevîler diyarında olduğunuz zamanlarda dahi sizin ruhunuzu muazzeb edecek hareketlerde bulunmayacaklarına emîn olunuz. Bir çok esrar-ı Kur'âniyenin anahtarlarını şimdiden talebenize tevdi ettiğinize, onlar canla başla size minnettar ve müteşekkirdirler. Bu gün saçmakta olduğunuz feyizli nurlar, beşeriyetin hakikî insan olanlarını pâyansız sürurlara istiğrak ederek, mükellef oldukları vezâifi bildiriyor. Hizmetiniz inkâr edilmez ve senin fedakârlığın azîmdir, azîmdir.


Aziz Üstad! Hizmetin göklerde gezsin (Hâşiye: 2) ve siz destanlarda geziniz. Fedakâr Üstad! Diyânetten meded almayan, ehl-i gafletin gafletini ziyâdeleştiren edebiyat denilen müdhiş sarhoşluk, ancak ve ancak sizin âsâr ve telkinleriniz sâyesinde mündefi' oluyor. Dinsiz milletler pâyidâr olamayacağı ve hattâ insaniyeti bile öğrenemeden dünyadan gelip geçeceklerini pek mâkul ve mantıkî delillerle isbat ettin. Eserlerin ruhun gibi ulvî ve ihâtalı.




____________________________
(Hâşiye 1): Bu hizmet-i kudsiyedeki sevap ve şerefte benim gibi bîçârenin hissesi, tasavvur ettiğiniz miktardan binde bir düşse yine şükrederim. Ehl-i hüner, elmas kalemleriyle imdadıma yetişen sizin gibi Kur'ân'ın hâlis şâkirdleridir.!


(Hâşiye 2): Bu kardeşimin bu hissine iştirak etmiyorum. Rıza-yı İlâhî kâfidir. Eğer o yâr ise, her şey yârdır. Eyer O yâr deyilse, bütün dünya alkışlasa beş para değmez. İnsanların takdiri, istihsanı, eğer böyle işte, böyle amel-i uhrevîde illet ise, o ameli ibtal eder; eğer müreccih ise, o ameldeki ihlâsı kırar; eğer müşevvik ise saffetini izale eder; eğer sırf alâmet-i makbuliyet olarak istemiyerek Cenâb-ı Hak ihsân etse, o amelin ve ilmin insanlarda hüsn-i te'sîri namına kabul etmek güzeldir ki, و َاجْعَلْ لِي لِسَانِ صِدْقٍ فِي اْلاَخِرِينَ buna işarettir.

Said


Sevgili Üstadım! Müsterih olmalısınız ki, sizin sa'yiniz beyhûde değildir. Lâyemût risalelerin ilelebed kıymetli ellerde gezecek. Bugünkü dinsizlere haddini bildirecek. Ve belki îman dahi bahşedecek. Zaten sizin talebiniz bu değil mi? Emeliniz, gayeniz, îman dairesinde îkaz ve irşad hedeflerine yetişmek değil mi? Felsefe mezheblerinde nâlân, sürünen edebsizler elbette hakikî edebi ve edebiyatı sizin eserlerinizde bulacaklarına asla şübhe yoktur ki, böyle olacak. Siz de artık muhterem üstad, muhtac olan koca bir millete târif ve mikyas kabul etmez bir hizmeti ifâ etmiş bulunuyorsunuz. Bu millet, bu toprak, bu vatan hiçbir zaman size olan borçlarını ödeyemezler. Dilerim ki, bu azim, kudsî hizmetinizin mükâfatını Cenâb-ı Hak size pek lâyık bir tarzda ihsan etsin. Dünya ve âhirette sizden ve bizim gibi âciz ve kusurlu hizmetçilerinden razı olsun, âmin.



Lütfi'nin arkadaşı


(Hüsrev'in fıkrasıdır.)


Sevgili Üstadım!


Yorucu bir kuvvetle gece ve gündüz beni düşündüren ve fakat hiç de kıymeti olmayan vaziyetten kurtaran mektubunuzu aldığım vakitten beri sürûr içinde, Cenâb-ı Hakk'a bînihâye teşekkürlerimi takdim ediyor ve beş vakitte, eltaf-ı İlâhiyeye mazhariyetinizi dua ediyorum. Bilhassa sevincimi artıran keyfiyet, Cenâb-ı Hakk'ın sırf hizmet-i Kur'ân'da istihdam etmesinin iş'ar buyurulmasıdır.

Muhterem Üstadım! Vaziyetimden çok çok memnunum. Artık emr-i âlîleri mûcibince hiç bir şey düşünmüyorum. Düşündüğüm bir şey varsa, o da Risale-i Nurdan Sözler'i ikmâl etmek, bunlardan istinsah ederek arkadaşlarımızın çoğalmasını te'min etmek için lâyıkıyle çalışmaktır. Bunun için kendimde gördüğüm âriyet ve emanet bir varlığa değil, belki Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve lütuflarına istinad ediyorum.

Muhterem Üstadım! Yazdığım Otuz İkinci ve Yirmi Yedinci Sözleri takdim ediyorum. Yirmi Yedinci Mektupta arkadaşlarımızın ihtisâsatlarını okurken bilseniz ne kadar sürur duyuyorum. Yekdiğerine ayrılmamak için kıymetsiz maddî iplerle değil, kıymetli ve manevî iplerle bağlanmış bir âile ve bir cemaat efradının hissedeceği sevinçle mütelezziz oluyorum. Şübhesiz Zât-ı Üstadâneleri başımızda olmakla beraber, büyük olanlarımız ağabey ve beraber olanlarımız da, kardeşlerimiz olmuşlardır. Veyahud ben bu cemaatin içerisine dahil olduğumdan fevkalhad bahtiyarım. Kur'ân-ı Mübînin nurlarının ahz ve neşri hususunda, sevgili Üstadımız, şahsiyetiniz vasıta kılınmasından dolayıdır ki, sizi bize veren Cenâb-ı Hakk'a minnettarlığımızı tahdid edemeyiz.



Husrev


(Sabri'nin bir fıkrasıdır.)

Eyyühe'l-Üstadü'l-Muhterem!


Bil'istinsah takdîm-i huzur-u fâzılâneleri kılınan Yirmi Sekizinci Mektubun Yedinci Mes'elesi tam zamanında izhar-ı endam etmiştir. Şu mübarek eser Risâlâtü'n-Nur ve Mektubâtü'n-Nur'un bir nevi tarihçeleri olduğu gibi, diğer cihetten de âsâr-ı pür-envârın senedât ve berâhin-i kat'iyeleri hükmünde görülmekle beraber, üç seneden beri dimağımda mahsus ve mahfuz bir çok ihtisâsatı da, bu kere zâhire çıkarmıştır. İşte Kur'ân-ı Azîmüşşân'ın derece-i kudsiyet ve ulviyet ve nuraniyeti böyle elmas ve mücevherat-ı mâneviyeyi câmi' bulunduğu, bu mes'ele ve emsâli mesâilden anlaşılmıştır.


Evet şu hakikati de itiraf etmek lâzım ki, bir mücevherat hazinesi ne kadar zengin ve ne kadar yüksek bir servete mâlik olursa olsun, bâyii, dellâlı, usûl-i bey' u şirâya âşina olmazsa, zilyed bulunduğu kıymettar hazinenin müştemil ve muhtevî bulunduğu emtiayı, lâyıkıyla âleme ilân ve enzâr-ı âmmeye vaz' edemez. Binâenaleyh şu devr-i müşevveşde, hakâik-ı Kur'âniye'nin hakkıyla bey'u şirâsını yapan dellâll-ı Kur'ân'ın değil altı senedir, belki kırk seneden beri ehl-i İslâm'a hitâben:

يَا اَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا هَلْ اَدُلُّكُمْ عَلَى ِتجَارَةٍ تُنْجِيكُمْ مِنْ عَذَابٍ اَلِيمٍ fermân-ı Rabbanîsiyle nidâ etmeleri, bil'umum envâr-ı îmâniyeye muhtaç Ümmet-i Muhammed'i medyûn-ı şükrân eylemiş ve eylemektedir.

Sabri


(Sabri'nin fıkrası)


Eyyühe'l-Üstadü'l-Muhterem!


Bu kere Yirmi Yedinci Mektub'un İkinci Zeylini, Yirmi Sekizinci Mektub'un Beşinci, Altıncı Mes'elelerini bil'istinsâh asıl ma'assuret takdim ediyorum. Bendeleri Yirmi yedinci Mektubun te'lif ve te'sis ve tertibinde, çok mühim bir isabet ihssediyorum ki, bu mektubun te'lifindeki gaye, kat'iyyen mektub sahiplerini ilân ve teşhir olmadığı, belki muhtelifü'd-derecât zevi'l-efkâr ve elbâbın herbiri, Nurların ancak yüzde birer hâssalarını ve fevâidini görerek, dellâl-ı Kur'ân'ın bir dereceye kadar nidalarını taklide çalışmaları, ayrıca bir zevk ve letâfet ihsas ediyor.


Nur deryasını görmeyen bazı kimseler müştâkane soruyorlar ki: Mensub bulunduğunuz Nur eczahanesinde ne gibi muâlecât var ve asıl mevzuları nedir? Evvelce bu suâle karşı Risaletü'n-Nur'u mümkün ise, birer birer göstermeye, değilse aklım erdiği kadar söylemeye mecbur idim. Şimdi ise, Risaleti'n-Nur'un yüzde on nisbetinde mevzuunu mümkün mertebe ifadeye hazırım. Ve nîm bir fihristini andırır, Yirmi Yedinci Mektub'u veriyor ve bildiriyorum. Cüz'î-küllî maksadımı bildirebiliyorum. Nurların ekser aksamı vücuda geldikten sonra Yirmi Yedinci Mektub âdeta işaret tabancası gibi endaht edildi. Ve hem de Nur deryasının askerleri beyninde, bir nevi müsabaka vazifesini de gördü. Her müntesib meşher-i Nur'a, az-çok hünerini döktü.


Sabri


(Sabri'nin fıkrasıdır.)


Eyyühel Üstad!



Îd-i sâîd-i fıtrînizi tebrik ve bilvesile dest ve dâmen-i kerîmanelerini öperim.
Efendim, her an nurlar ile tegaddi eden ruh-u âcizânem, yine evvelki cuma günü mugaddi bir nura muntazır iken, Yirmi Dokuzuncu Mektubun Üçüncü Kısmını ihsan ve irsal buyurulmakla fakir talebiniz müşerref ve müstefid ve minnettar kalmıştır. Bir saatlik misafir kalan bu eser-i kıymettar ve mânidarı hemen Abdullah götürdü. O rü'ya misal gördüğüm eserin, bir haftadan beri dimağımdaki kıymettar nakışlarını ve mânidar meâllerini, aczim dolayısıyla ifade edebilmeye iktidarım yok.


Şu kadar arzedebileceğim ki, bu bürhânî, senedî, şuhudî velhasıl kâffe-i esbab-ı sübutiyyesi aslında münderic ve müştemil bulunan kıymettar eser, umum Risale-i Nur ve Mektubâtü'n-Nur'un güneş-misâl i'cazları, âlemleri hayrette bırakan kerametleri, dost ve düşmanın itiraf ve takdirini kazanan âsâr-ı sâbıka-i nuraniyenin ne kadar güzellikleri ve meziyetleri varsa, sanki bu kısımda içtima etmiş. Veyahut şöyle diyebileceğim ki, her ne zaman nurlardan bir Risale görsem, bu gibi veyahut daha ziyade bir zevk-i hakikî ve sürûr-u nâmütenâhî görüyorum. Şu halde bu acîb mahsûsat ve meşhûdât, ancak nurlara ait ve münhasır bir i'caz, kezâlik nurlara mahsus bir kerametidir demekte, ehl-i îmanca kâmil bir kanâat mevcut bulunacağına eminim. Bilhassa tevâfukatı, tefsiratı gösterilerek tahriri musammem ve menvî bulunan Kur'ân-ı Azîmüşşân'ı, umum ehl-i îman ve tevhid kemâl-i hâhişle ve nihayetsiz hürmetle karşılayacakları, bedahette olduğu gibi, birçok kimselerin de, âhir ömürlerinde yeniden okumağa şevk ve gayret gösterecekleri, bir ihtimâl-i kavîdir. Daha nice emsali, nâmesbuk âsârın vücuda getirilmesini, bütün ruhumla diler ve Cenâb-ı Mün'im-i Hakikîden muvaffakıyetler temenni eylerim Efendim.




اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Hâfız Sabri




(Sabri'nin fıkrasıdır)


Üstad-ı Âlîşânım Efendim!



Şu iki geceden iğtinam edebildiğim vakitlerde, Yirmi Dokuzuncu Mektubun Birinci Kısmını istinsah ederek, kendi nüshamı Ali Efendi'ye ve aslını Zât-ı Üstadânelerine iade ve takdim ediyorum. Şu bir aydan beri, ruhlarımız ateşe mâruz çimen gibi yanık, küskün, solgun bir vaziyette olup, hattâ ekser arkadaşlarla, bu mes'ele hakkında ne hatt-ı hareket tâkib edeceğimizi mektubla muhabere ve müşavereye başladık. Ve bu tarafta Üstad-ı Âzamımıza en yakın bendeleri olduğum için, şifahen veya tahriren bu babda mâruzatta bulunmak emelinde iken, bu dertlere birer iksir, ilâç ve cevab-ı şâfi olan Yirmi Yedinci Söz'ü, bir kat daha muvazzah ve oldukça şümullü bir cevâb-ı âlîyî bizlere ihsan eden ve kısacık cümlesi nâmütenâhî hakâik-ı maânîyi câmi' bulunan, bahr-i muhît-i kebir tâbirine mâsadak olan her bir cümle-i Kur'âniye şu kısımda bilhassa Beşinci, Sekizinci ve Dokuzuncu Nüktelerde asrın kuru kafalı, müflis, felsefeci şeytanlarını gemlemiş, iskat etmiş, daha doğrusu bütün bütün ilzam ve ruhlarımızı da tenvir ve tesrir ve teselli etmiştir.



Üstüd-ı Muazzezim! Kur'ân-ı Azîmüşşân'ın ne derecelerde zengin bir hazine-i rahmet-i İlâhiye bulunduğu vâreste-i arz olup, o hazine-i kudsiyenin muhtevî bulunduğu enva'-ı türlü elmas ve pırlantaları çıkartmak ve bilvesile bizim gibi muhtaç olanlara da verdirmek hususunda, Nurlar Külliyatının ekserisinde tam bir muharriklik vazifesini deruhde eden Üstâd-ı Sâni Hulûsi Beyefendimi, teşbih ve tâbiri câiz ise, saatçilerde bulunan yıldızvârî sekiz-on ağızlı saat anahtarlarına benzetiyorum ki, o müteaddid ağızlı anahtar, âlemde mevcut her saati tahrik eder, işletir. Mûmâileyh beyefendim de, aynen o halde olup, emsâli görülmemiş ve duyulmamış bir çok mesâil-i mühimme-i hakîkiyyeyi Hazret-i Kur'ân ve dellâl-ı Kur'ân'dan istiyor.



Şu asırda hazine-i mâneviyenin hazinedar-ı bînazîri de, o kıymetdar sâiline en kıymetdar ve ruha tam bir gıda bahş mevadd-ı mâneviye-i Kur'âniye ile i'tizaz ve ikrâm ederken o halkaya lâyık ve müstehak olmadığım halde, fakir de, gıda-yı ruhânîmî ârâmsız alınca, o mevâidi ihsan edene de, getirene de, isteyene de hadsiz medyûn-ı şükran kalıyorum. Bu defaki aldığım lütufnâme-i ekremîlerinde, gücenmesini hâzır farzederek mektubla muhabere etmiyorum, buyuruluyor. Bu hususta kalb ve ruhuma "Ne dersiniz?" dedim. "Estağfirullah sadhezâr estağfirullah. Biz ölmüştük, lehülhamd bize taze hayat bahşedildi. Gücenmeye, hiçbir cihetle hakkımız yok. Vazifemiz olan duaya devam ve teşekkür borçluyuz." cevab-ı hakgûyânesini ruhumdan aldım.



Hâfız Sabri


(Hulûsi Bey'in fıkrasıdır.)


Eyyühe'l-Üstadü'l-Muhterem!


Bu kere Yirmi Dokuzuncu Mektub'un Dört, ilâ Dokuzuncu Nüktelerini hâvi mübarek mektubunuzu Yirmi Sekizinci Mektubun Yedinci Mes'elesinin sırr-ı azîm-i inayet beyanındaki hâtimesi namını verdiğiniz ve Mu'ciz-nümâ ramazanın hikmetlerini beyân eden Yirmi Dokuzuncu Mektubun İkinci Kısmını ve münevver hâtem-i i'cazı kemâl-i şükranla aldım. İştiyakla, lezzetle, zevk-i mânevî ile defa'atle okudum. Fakat iki haftaya yakındır ki, cevap yazamadım. İşte bu mübarek cuma günü, hem nurlardan aldığım feyizleri, tesellileri, hem kalbî teessüratımı, icmâlen arz maksadıyla, bu varak-pâreyi tahrire lütf-u Hak'la başladım.


Evvelen, Yirmi Dokuzuncu Mektub'un altı nüktesiyle Kur'ân'ın hakikî tercümesi kâbil olmadığını, îmandan zerre kadar nasîbi olana, Yirmi Beşinci Söz'deki bürhanlar zeylen isbat ediyor. Ve şeâir-i İslâmiyeyi gayet güzel bir üslûb ile târif ve mütalâa etmekle beraber ulemâüs-su' ashabına, çok mükemmel ve manevî tokat aşkediyorsunuz. Ve nihayetde, mektubdakihakikatların Kur'ân'dan geldiğini aklı takvîm için, onun belâgat-ı i'caz ve îcâzına imtisâlen:

لاَ يَسْتَوِى اَصْحَابُ النَّارِ وَاَصْحَابُ اْلجَنَّةِ اَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمُ الْفَائِزُونَ



Âyet-i kerîmesini nazara vaz' ediyorsunuz. Bu bîçâre duâcınız, talebeniz ibraz ve irsal buyurduğunuz nurların mütalâasında, müsbet ve menfî iki te'sir altında ne yapacağını ve ne edeceğini şaşırıyor. Çünki, manevî vazifemizi ifa edemiyoruz. Çok az ve dar bir muhîte neşredebiliyoruz. Bid'at ve dalâlet her gün artmakta, ahkâm-ı İslâmiye sünnetlerden başlıyarak ve Kur'ân hedef tutularak, çok insafsızca hücum edilmekte olan böyle bir zamanda ve tam bu yaralara münasip merhem olacak, bu nurlu ve şifalı eserlerin mahdud eşhas arasında ve yalnız bu zavallıların ümid ve îmanlarını takviye edecek vaz'iyyette kalması teessürü arttırmakta ve dergâh-ı İlâhiyeye ilticadan başka çâre bırakmamaktadır.


Evet kat'î kanaat hâsıl olur. Hattâ dikkatle bakılsa görülüyor ki, bu saray-ı âlem inkırâza hatve behatve yaklaşmakta. Her saat çatısından tuğla, duvarından bir kerpiç, sıvasından bir parça kopmakta, hattâ lâmbasının ışığı azalmaktadır. Eksilmez, yıpranmaz, yıkılmaz, değişmez zannolunan bu kervansaray elbette eskiyecek, yıpranacak, yıkılacak ve değişecektir.


İşte beşere bilhassa müslümanlara ârız olan ve alettevâli artmakta olan za'flar, bu neticeyi ta'cil ediyor, mütalâasındayım. Fakat irşad buyurulduğu üzere madem ki, netice ile değil, hizmetle mükellefiz. O halde ümidimizi kesmiyerek, sabır ve sükûn ile dua ve niyaz ile dergâh-ı İlâhiyeden yalvarmalıyız. Muhît ilim ve zevalsiz ve nihayetsiz kudret sahibi olan Hâlikımız iyi yapar. İyilikler halk buyurur,İnşâallah, demeliyiz.


Yirmi Sekizinci Mektubun Yedinci Mes'elesinin Hâtimesi:

Gaybî işârât hakkında ihtimalen dahi olsa, her türlü evhamı izâle etmek maksadıyla yazılmıştır. Sıddîkınız, elhamdülilâh mübarek eserlerde delâlet ettikleri mânalarda, işaret ettikleri hakâikta, bütün mevcudiyetle kabul ve tasdik ve kudsî meânîsini dercan etmekten başka bir his asla taşımamıştır. Nasıl ki, Aziz Üstadımız bu Kur'ânî cevherleri kendisine göstermekle iktifa etmiyor ve muhtaçlara da bakınız, görünüz, istifade ediniz, siz de muhtaçlara, müştaklara, mütehayyirlere göstermeye vasıta olunuz buyuruyorlar. Bu fakir talebeniz bu emre (ale'r-re's-i ve'l-ayn,sem'an ve tâaten) demiş. Ve alâ kadri'l-imkân ve mütevekkilen alellah, bu emel uğrunda hizmette bulunmayı minnettarane arzu etmekte bulunmuştur. Binaenaleyh gaybî tevâfuk hakkındaki bu müdellel ve muknî beyânat da, yerindedir, fazla değildir. Bu da herhalde lâzımdır. Buna mutlak ihtiyaç vardır, veya olacaktır. Gösterilen misalden de anlaşılıyor. Özene bezene yazılmış, senelerle emek sarfıyla cem'edilmiş, toparlanmış, tefsir kavâidine siyak ve sibak-ı kelâm gözetilerek, muhtemelen bazı yerlerinde kesret-i isti'mâl sebebiyle, hâh nâhâh nazar-ı dikkate çarpan tevâfuk ve müvazenete de an-kasdin ihtimam edilerek, emniyetle vücuda getirilmiş olan bir tefsir ile, doğrudan doğruya hazâin-i mukaddese-i Kur'âniyeden, bu asır insanlarına, müslümanlarına göre nebeân, feverân ve lemeân eden nurlu âsârdaki gaybî muvafakat, müvazenet kıyas edilebilir mi? Asla ...


Hâtimedeki Ahmed Galib Bey'in fıkrası hoştur. Bu fıkranın Hazret-i Kur'ân'a ve mahzen-i esrâr-ı İlâhiyenin bir nevi nurlu reşahatı ve lemeâtı olan Sözler'e nisbeti, güzelliğini arttırmıştır. Allah bu gibi kardeşlerimizin adedini çok arttırsın. Ve cümlesini, bu meyanda bu fakir-i pür-taksîri de muvaffakun bilhayr buyursun, âmin ...


Yirmidokuzuncu Mektubun İkinci Kısmı, Kur'ân'ın has dürbiniyle bakılmak suretiyle, Ramazanın hikmetlerinden dokuzu mükemmelen ve emsalsiz tarzda beyan buyurulmuştur. Allah sevgili Üstadımızdan razı olsun. Bu sene burada Ramazan-ı Şerif'e riayet, evvelki senelerden zâhiren ziyade idi. Gönül arzu ederdi, keşki bu âlî eser, bu Ramazandan evvel elimize geçmiş olaydı. Seyyidü'r-Rusül, Nûru'l-vücud Efendimiz Hazretleri Sallâllahu Aleyhi Ve Sellem (Endîin-ün-nasîhatü) buyurdukları ma'lûm-u fâzılâneleridir. İşte bu sebeble azlığından müteessir olduğum buradaki cemaatimize, tam vaktinde okumak suretiyle, bu emr-i Celîl-i nebevîyi de, yerine getirmiş olurduk. Fakat bu şereften mahrumiyetimiz, maddî uzaklığından ileri gelmiştir. Çünki Kur'ân'ın madem ki, ilk nüzûlü şehr-i Ramazanda olmuştur. Bu asırda ve şu zamanda da, o mübarek âyetin hikmetleri hakkında eser yazılmasının bu ayda olması enseb ve a'lâdır. Cenâb-ı Hakk emsâl-i kesiresiyle, hayırlısıyla cümlemizi müşerref buyursun, âmin ...


Hâtem-i İ'caz, hizmet-i Kur'ân'daki kıymettar kardeşlerimi tanıttırdı. Ve şu güzel nurlu beyti hatırlattı:


Âyinedir bu âlem, herşey Hak ile kaim,


Mir'ât-ı Muhammed'den, Allah görünür dâim.



Ve şu fıkrayı söylettirdi:



Âyinedir bu hâtem, herkes sıdk ile hâdim

Mir'ât-ı Üstaddan, Kur'ân'dır görünen dâim. (Hâşiye)

____________________________
(Hâşiye): Lâtif bir tevâfuktur ki, birinci Hulûsi ile ikinci Hulûsi ünvanını alan Sabri Efendi, buradaki birbirinden çok uzak oldukukları halde, aynı fıkrayı mektuplarında bana karşı yazıyorlar.


Allah-ü Zülcelâl cümlesinden razı olsun. Bu mübarek mir'âtın boş köşesine, bu beyit ile imzamın konulmasını tasvîb-i ârifanelerine arzederim.


Hûlusi


(Binbaşı Âsım Bey'in Risaletü'n-Nur Sözleri hakkında temsîl ettiği bir fıkrasıdır.)




Münezzehdir Şuûnatdan, hep ilhâm-ı İlâhîdir,

Okurken nûr alır vicdan, sütûr-u bî-tenâhîdir,

Riyâdan, kibirden, her meâsîden münezzehdir,

Kelâm-ı lâyezâlîden gelen, bir nûr-u müferrihdir.



Nasıl bir vecd içinde anladım bilsen, bu âsârı,

Bu, âyetler gibi nuranî ve lâhutî bu efkârı,

Meâsir mi? eser mi? müncelî, yoksa müesser mi?

İlâhî bir sırren'den berk uran, hayret-fezâ sır mı?

İlâhî bir sırren'den berk uran, hayret-fezâ sır mı?



Anılmaz, anlatılmaz, sırr-ı vahdetten haberlerdir.

Sen ey gafil beşer, bil nefsini, gör ki, ne şeylerdir.

Bütün kevn vâlih ve hayran düşündükçe ser-encâmın

Kerîm hayretle, hürmetle anar nâmın, büyük nâmın.



Âsım




(Hulûsi Bey'in fıkrasıdır.)




اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفِ رِسَالَةِ النُّورِ وَمَكتُوبَاتِ اَلنُّورِ اَلْفَ اَمْثَالِهَا



Eyyühe'l-Üstadü'l-Muhterem!



Geçen hafta Yirmi Sekizinci Mektubun Beşinci ve Altıncı Mes'eleleri isimlerini alan biri şükre, diğeri harem-i şerif suâline cevab olan iki eseri aliyyül âlînizi, kemâl-i şevkle aldım. Zevk ile mütalâa ettim. Çok susamıştım. Şükre dair çok derin mânalı, şeker gibi tatlı, şeker şerbetinizi besmeleyle içmeye başladım. Bu âciz talebenize nimetlerinin had ve pâyânı olmayan ol Hâlik-ı Kerîm, ol Mü'min-i Hakîm, ol Rezzâk-ı Rahîm celle celâlühu hazretlerinin nurlar nâmı altındaki in'am ve ihsanına karşı (Elhamdülillâh, Allahu Ekber) dedim. Ve mânevî susuzluğumu, elim ermez, gücüm yetmez, nazarım erişmez, hülâsa acz-i tamm içinde, fakat rahmetinden ümid kesmediğim bir halde iken, ol Rahmânü'r-Rahîm hazretlerinin muazzez Üstadım vasıtasıyla teskin ettiğine, yüzbinler hamd ve şükür eyledim ve edeceğim.



Mübarek sözlerinizde öyle kudsî feyizler var ki, sanki talebinizin (alâka ile mütalâa eden veya istima' eyleyenleri) elinden tutuyor, bak bu, bu mânaya delâlet eder. Şu, şunun içindir. Bundaki maksad ve gaye ve hikmetler şunlardır. Gel daha yukarı gidelim, daha ilerliyelim, diye menba'dan menba'a, etekten tepeye, izden yola, hakikatten mârifete götürüyor, çıkarıyor. Ziyaret ettiriyor. İstifade ve istifaza ettiriyorsunuz. Bu def'a bu seyr ile şükür nehrinin menba'ına şükür dağının tepesine, şükür çığırının şehrâhına, şükr-ü mutlakdaki hakikatla mârifete götürüyor. Ve mebde'de olduğu gibi, müntehada (Der tarîk-ı aczimendi, lâzım âmed çarıçiz, acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlar ey aziz) buyuruyorsunuz. Biz de (Fehimtü ve sadakte) diyerek mukabele ediyoruz. Dua ve salâvât ile bu kudsî seyahata nihayet veriyorsunuz. İbraz buyurduğunuz pek âlî şefkatten yüz bulan muhtaç ve âciz talebeniz, üstadının nazarını başka tarafa çevirerek bir suâle cür'et eylediği için (gel haydi, Harem-i Şerife girelim. Oranın bugünkü hâlini ve esbabını biraz anlatayım) demek nev'inden olan Yirmi Sekizinci Mektubun Altıncı Mes'elesini de okudum. Çok istifade ettim. Allah sizden razı olsun.



Hulûsi


(Hulûsi Bey'in fırkasıdır.)


Bu def'a lütuf ve inâyet buyurulan, Yirmi Sekizinci Mektubun Yedinci Mes'elesini hürmetle aldım. Ta'zimle ve defaatle mütalâa ettim. Ayrıca bir def'a yeni talebeniz Hâfız Ömer Efendi'ye ve bir defa pederim ve eski hocalarımdan İbrahim Efendi ve bir dostumuza, bir defa da, Fethi Beye okudum. İnşâallah yine okur ve okuttururum. Bu mübarek mektubunuzla başta şu bîçâre olduğu halde, dinleyenlerin ahvâl-i âhire dolayısıyle, kalblerinde hâsıl olan manevî yaraya çok mükemmel ve münasib bir merhem vurdunuz. لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّهِ nass-ı celîlini hatırlatarak, Allah'ın lûtfuna ve Habîb-i Ekreminin (ASM) ruhâniyetine, Kur'ân-ı Azîmüşşânın مِنْ اَوَّلِ النُّزُولِ اِلَى قِيَامِ السَّاعَةِ devam ettiğine şübhe kalmayan, i'câzına dehâlet ve hakikî sabırla bu acılara mukabele ederseniz, inşâallah yakın ve nurlu istikbâle mazhar olursunuz, gibi hakîkaten pek azim bir müjde vermiş oldunuz. Bîçâreğan ümmete, izn-i İlâhî ile beyan buyurduğunuz i'câz-ı Kur'ân hürmetine, Allah-u Zülcelâl muhterem Üstadımızdan ebeden râzı olsun. Ve Hazret-i Kur'ân hesabına intizar buyurduğunuz ümidleriniz, an karîb mübeddel-i hakîkat ve mü'minlere de selâmet-i îman tevfik buyursun, âmin ...


Yirmi Sekizinci Mektubun Yedinci Mes'elesini almazdan evvel, mübarek Sözler'le alâkadar olmayan zevata defaatle Üstadım altı-yedi seneden beri şöyle buyurmaktadır: (Kur'ânın sûrları yıkılmıştır. Bütün hücumlar Kur'ân'adır. خmanı kurtarmak zamanıdır.) İşte yavaş yavaş bu beyanatın sıhhati, her gözü ve aklı olan mü'min tarafından tasdik edilecek hâdisat zuhûr etmektedir, diyordum. Bu mektub, bu bîçâre talebinizin Üstadının emirlerini tebliğde sâdık olduğunu ispat etmekle beraber, evvelce de arz ettiğim vechile, mektubları almazdan evvel hâtırıma gelen, hattâ lisanıma kadar geçen, çok mes'eleler nev'inden olduğuna şübhem olmadığı için, bunu da i'caz-ı Kur'ân'dan addediyorum. Tevâfukatta bendenizdeki nüshada da, ekseriyetle müvazenet vardır. Evet,hangi cihetten bakılsa inâyet-i İlâhiye ayan beyan görünür.


Muhterem Üstadım, rahmet-i İlâhiye ile bir hakikatı daha yakînen anladım. O da şudur ki: İlk şeref-i mülâki olduğum zamanda verdiğiniz ders, bütün risale ve mektublarda vücudunu hissettirmektedir. Fark yalnız o dersteki mücmel hakâikın diğer derslere tafsil, tavzih ve izharından ibarettir. Demek ki, îmanı ve Kur'ân'ı esas ittihâz etmekle, dâimî bir feyz menbaı, sermedî bir nur kaynağı, fenasız kudsî bir hazine, İlâhî bir kale kurulmuş oluyor.


Evet madem ki kâinatın halkına sebeb olan Nebiyy-i Efham (S.A.V.) efendimiz hazretleri, vazife-i risaletlerini mükemmelen ifa ettikten sonra, emr-i İlâhî ile vücuduna bâis oldukları âlem-i bekaya teşrif ettiler. Şu misafirhane kapanıncaya kadar gelip geçecek, dolup boşanacak, çürüyüp tazelenecek sükkânına, bilhassa cin ve inse en âli bir hediye, en mükemmel bir rehber, en mukaddes bir mürşid olarak, Kur'ân-ı Hakîm'i bırakmışlardır. Nitekim müteâkib asırların yetiştirdiği bir çok zevât-ı âliye, bütün müşkillerini Kur'ân ile halletmişler. Aradıklarını Kur'ânda bulmuşlar.


İşte bu bid'at ve zulümât asrında da, yine o Kur'ân-ı Hakîm ve Kerîm, lâyemût i'câzını Sözler ve Mektublarla izhar etmiş ve bu hakikaten azîm işte, rahmet-i İlâhiyeye, muazzez ve muhterem Üstadımız elyak ve elhak me'mur ve vâsıta olmuştur. Bu hakikata daha birinci derste, lütf-u İlâhî ile îman ettim. Diğer nurlu dersler kuvvet-i îmâna vesile olmuş ve olmakta bulunmuştur. (Elhamdülillâh hâzâ min fadli rabbî.)


Aziz ve Muhterem Üstadım!


Bu dünya mü'mine zindandır derler. İşte neşrine, izharına, beyanına vasıta olduğunuz nurlar, bize bu karanlık dünyamızı aydınlattı. Hilkatteki hakikatı tâlim etti. Bâki, dâimî ve sermedî, saâdetli hayatı tedrîs etti. Şahsen bu nurlar olmasaydı, hâlim ne olacaktı, Ya nurlara erişmeseydim, ne yapacaktım. Ya bu nurların neşrine (alâ kaderi't-tâka ve'l-imkân) lütf-u İlâhi ile çalıştırılmasaydım, bütün kazancım mâsiyet ve kara yüzle, perişan hâl ile, nasıl dergâh-ı İlâhiyeye çıkacaktım. Elhamdülillâh sümme ve sümme Elhamdülillâh, niyet-i hâlise ve cüz'i lâyetecezza kabîlinden olan Kur'ânî hizmet sebebiyle, bu abd-i pür-taksîr de inşâallah duanızla rahmet-i İlâhiyeye nâil olur ümidindeyim.



Hulûsi


(Sabri'nin bir fıkrasıdır.)


بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ



Efendim, hiç şek ve şübhem kalmadı ki, nur nurdan seçilemediği gibi, nur deryâsının nûrânî talebeleri de, nerede olursa olsun hepsi bir gayede, umumî bir zihniyette, yekdîğerlerine rekabetleri yok, dâima birbirinin evsâf-ı mümtazesiyle müftehir ve mübâhî, samimiyet ve vefa hususunda, rüfekasını şahsına tercih eder, bir emelde bulunmaları yegâne emel ve gayeleri olan "tevhidin" bir alâmet-i mümtaze ve fârikası olan ittihad ve tesanüd-ü hakikîye ve meşruayı kaalen ve fi'len ve hâlen göstermeleriyle sabittir ki, bu hal bir alâmet-i muvaffakıyettir.


Talebeniz H.S.




(Re'fet Bey'in bir fıkrasıdır.)

Aziz ve Muhterem Üstadım Efendim!


Son neşrettiğiniz Söz, fakirde çok derin te'sir ve intibalar bıraktı. Onun sâikının ne olduğunu anlayamadım. Zât-ı âlînizi o sözde çok hiddetli buldum. Gayet ateşîn bir kalem, bütün elemlerinizi dökmüştü. İhtiva ettiği hakâika mest ve hayrân olduğum halde, saatlerce okudum. Artık sözlerinizin hiçbirini diğerine tercih edemiyorum. Zira, birine mühim derken, diğeri daha mühim ve bir diğeri ehem olarak kendini gösteriyor. Binâenaleyh, envâr-ı Kur'âniyeyi gökteki yıldızlara benzetiyorum. Filhakika yıldızlar parlaklık itibariyle birbirinden farklı ise de, hepsi yıldızdır. Ve aynı menba'dan ahz-ı envâr etmede olduklarından, keyfiyetçe yekdîğerinden farkı yok gibidir. Sözleriniz aynen böyledir. Her birini yüz defa okusam, yüzbirinci def'a hiç okumamış gibi, büyük bir zevk-i mâneviye ile okumam dahi yüksekliğine şâhiddir. Bu babda ne kadar yazsam Sözler hakkında hiçbir şey yazmış olamıyacağımı düşünerek sözüme nihayet veriyorum.



Re'fet


(Şu fıkra Mes'ud Efendi'nindir.)


Ey benim muhterem Üstadım!


Hadd-i bülûğumdan bu âna kadar, lâin şeytanın zırhından ma'mûl bir sanduka derununda kilitlemiş olduğu, akl-ı uhrevî ve îmanımı tazyik altına almıştı. Duanız sayesinde ve bana karşı göstermiş olduğunuz hüsn-ü niyet ve nasihatlerin semeresi olarak, ancak yedi senede, Üstadımın dua yumruğuyla lâîn şeytanın zırh sandukası kırılarak, imanımı tekrar teslim ettin ve teslim aldığımı şununla isbat ederim ki, duaya kabul buyurduğunuz tarihte, yani Ramazan-ı Şerîfin üçüncü günü beray-ı ziyaret nezdinizde idim. Müfarakatımdan sonra, Cenâb-ı Hakk'ın gösterdiği ve sevgili Üstadıma arz eylediğim rü'ya ile, âcizâne tefsîrimde, gündoğudan günindiye doğru olan çayı yani, gündoğudaki duayı almamış olsa idim, önümde, elinde sepet ile giden âdem gibi gayya kuyusuna gidecektim. Ben de o kapının önünde durduğum halde, o müessir almış olduğum dua sayesinde, o korkunç kapıdan çağırılmayarak, avdetimde geniş bir caddeden halkın omuz omuza geçtiği ve bizi mestur bir mevkide seyreylediğimiz o meşak ve mezahime iştirâk ettirilmediğimiz, ancak Üstad-ı Muhteremimin, Cenâb-ı Hak nezdinde duasının kâbülüdür. Ve Sözlerin mukavemetsûz te'sirleridir.


Ben de buna mukabil, Üstadımın hâdim olduğu çığırı tâkib ile hizmet etmek emelinde isem de, yalnız ettiğim hizmet kâfi değildir. O da ancak âhiret menfaatimiz içindir. Yalnız Cenâb-ı Feyyaz-ı Mutlak hazretlerinden beş vakitte dua ediyorum: "Ya Rabbi, Ya Rabbi! Yirmiyedi seneden beri, şeytan eleyhi'l-lâ'nenin zırhlı çelik sandukaya kilitlemiş olduğu îmanımı, balyozuyla kırarak tahlis eden Üstad-ı Ekremime, yani Kur'ân-ı Hakîmin lemeâtı olan Risale-i Nur'un neşrine bir hizmet olarak, bana mânamda göstermiş olduğun yevm-i mahşerde gayya kuyusu kapısının ağzından çevirmeğe muvaffak olan müfessir-i Kur'ânı ve son musannif bulunan Saîd-ün Nursî Hazretlerinin yevm-i mahşerde sancaktarı kıl, Ya Rabbi. Ya Erhamerrâhimîn, velhamdülillâhi rabbil'âlemîn" olan Cenâb-ı Mevlâ'dan evkat-ı hamsede vird-i zebânımdır. Ve siz Üstadımın kabul buyurmasını istirham ile el ve ayaklarınızdan öperim, Efendim Hazretleri.



Mehmed Mes'ud


(Ahmed Husrev'in fıkrasıdır.)



بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا



Kıymettar Üstadım!



Tarih-i mektubdan iki gün evvel idi. Yirmi Yedinci Mektubun Üçüncü Zeylini yazmakla meşguldüm. Hulûsi ve Re'fet Bey, Zekâi ve Sabri Efendi gibi kardeşlerimin, Risaleti'n-Nur ve Mektubatü'n-Nura karşı gösterdikleri ateşîn muhabbetle, kalbî iştiyaklarını gösteren kalemleri, beni de heyecana düşürmüştü. Bu sırada Bekir Ağa, sizden gelen bir mektubla teşrif etti. Bekir Ağa, mu'tadının hilâfı olarak, pek gülşen yüzlü idi. Mektubu aynı sevinçle, ba'det-takbil beraber açtık. Bir varak-pâre-i fâzılâneleriyle, Yirmi Dokuzuncu Mektubun Sekizinci Kısmının Sekiz sahifeden ibaret olan Sekizinci remzi üç sekiz tevâfukatıyla kendini gösterdi.

Yirmi Yedinci Mektubun Üçüncü Zeylinden hâsıl olan sevinçli bir heyecan-ı kalbî ve Bekir Ağa'nın Üstadına ve Nurlara karşı kalbî iştiyakını gösteren sevimli yüzü ve dört aydan beri beklediğimiz tevâfukatın gayesinin mebde'ini gösteren Sekizinci Remizdeki, sevgili Üstadımızın manevî bir nur ile parlayan ve gülümseyen, o yüksek en hârika, tatlı sözü, fakir talebenizde öyle bir hâlet-i azîme tevlid etmişti ki, işte o dakikam saâdet-i ebediyeye nâil olanların geçirdiği anlardan bir dakika idi. Bu sürur içinde mektubunuzu ve Sekizinci Remzi okudum, okurken her bir cümlenin nihayetinde var ol, mes'ud ol, bahtiyâr ol Üstadım, nidaları kalbime tercümanlık eden lisanımdan ihtiyarsız dökülüyordu. İlk def'a Bekir Ağa ile, bir def'a Rüştü Efendi kardeşimle, bir def'a da Re'fet Bey kardeşimle okudum.


Evet Sevgili Üstadım, senelerden beri Kur'ân-ı Azîmü'l-Bürhanın bahr-i ummanında medfun defineleri, Risalet-in-Nur ve Mektubat-ün-Nur ile meydana çıkarmışdınız. İşte, azîm bir define daha lütf-i İlâhî ile Yirmi dokuzuncu Mektubun Sekizinci Kısmının, Sekizinci Remzinde en parlak ve gözler kamaştıran nurlarıyla tezahür ediyor, kendini gösteriyor. Beşerin nazarını ister istemez kendine çeviriyor.


Bin üç yüz seneden beri, sahib-i insafı hayrette bırakan ve dünyanın her köşesinde ve beşerin her tabakasında, cin ve beşer lisanında, semâvatta melek ve ruhanîler lisanında, en yüksek makam-ı mümtazı işgal eden, o Fürkan-ı İlâhînin esrar-ı mühimmesinden ve i'caz-ı azîmesinden bir parçası daha, susmak bilmeyen mu'ciznümâ bir sadâ ve lâtif bir âvâz ve tükenmez bir feyizle karşımıza çıkıyor.


O kıymettar Kur'ân'ın bugün mükevvenatı yed-i kudretinde tutan ve azamet-i kibriyasıyla idare eden ve azamet-i celâli karşısında her şeyi kendine secde ettiren, bir zât-ı vâcibü'l-vücûdun kelâmı olduğunu, üzerindeki hadsiz damgalariyle gösteren Risalelerinizin kıymeti ne büyüktür. O risalelere nasıl kıymet verilir. Nasıl başkasıyla muvazene edilir. Nasıl bir başkasının tefevvuku tahattur edilir.


Beşerin zulmetli simasına nurlar saçan ve tevhid haricindeki her türlü akideleri zîr ü zeber eden ve şâkirdlerine gülümseyerek tatlı bir yüzle bakan ve hoş ve pek şirin bir lisan ile söyleyen, o risaleler ve o risalelerin sâhibi ve nâşiri olan Sevgili Üstadım, söz talebelerinizin kalblerinde risalelerinizle yaşıyorsunuz. Hem öyle bir surette yaşıyorsunuz ki, küçük bir işaretinize müheyya talebeleriniz ruhlarında ırmakların çağladıkları gibi tevâli eden ve tükenmek bilmeyen İlâhî bir muhabbetle yaşıyorsunuz. Hayat-ı fâniyeye veda etseniz bile, büyük büyük cemaatlerin arasında hürmetle yâdedileceğinize (Hâşiye) ve nâmınızın dünya ve ukbâda ihtiramla taşınacağına ve Risalelerinizin pek büyük hâhişle revaçta olacağına kaviyyen ümidvârım.


Evet, nasıl sözlerim haksız olsun ki, en tehlikeli anlarda bile, hakkı söylemekte susmayan ve pek âli ruhu taşıyan ve talebelerine her an teselli nurlarını dağıtan, Kur'ân-ı Kerîm'in bugünkü dellâl-ı muhteremi olan Üstadım! Sizin dîn-i mübîn-i İslâma olan merbutiyetinize ve o büyük muhabbetinize ve o yüksek sa'yinize mükâfat olarak defter-i hasenâtınıza Cenâb-ı Vâcibü'l-Vücûd Hazretleri (lâ yu'ad ve lâ yuhsâ) ecirleri yazmasını rahmet-i İlâhiyyeden niyaz ederim.


Nasıl bugünkü beşeriyet size ve Risalet-in-Nura medyun olmasın ki, semâmızda dolaşan güneşin saçtığı ve her an ufûlüyle bir başka âlemi gösteren nurları gibi değil, Kur'ân'ın arş-ı âzamından gelen nurlara ölmez, tükenmez, sermedî bir nuru, risalelerinizde gösteriyorsunuz.


İşte o risaleler ki, herbiri başlı başına menba'ları ve mecraları ayrı ve fakat bir bahr-i muhît-i ummana dökülen nehirler gibidir.


(Ehemmiyetli bir hâşiyedir, Üstadın el yazısıdır):


(Hâşiye) Ben kardeşim Husrev'in bu makamdaki hissiyatına iştirak edemiyorum. İnsanların nazarında mevki kazanmak ve dillerinde yâd edilmek, hakikat-bîn olanlarca bir şeref değildir. Eğer, rızâ-yı İlâhî varsa, o rızanın cilvesi olarak insanlarda teveccüh görünse bir derece emare-i rıza olmak noktasında makbul olabilir. Yoksa arzu edilmemeli.


Madem Husrev hakikat-bîndir, elbette benim şahsıma havale ettiği şerefi, Risaleleri niyet ediyor. Zaten o şerefte umum talebeler hissedardırlar, tek birisine verilmez.

Sonsuz olan bu nehirlerin, hangisine varsa nasıl doyuncaya kadar su içmez? El ve yüzlerini temizlemek isteyenler, nasıl oluyor da, bu enhardan istifade etmez? Veyahut arazilerini iska için, cedveller yaparak hangi tarafa götürülse, azîm cemaatler nasıl tefeyyüz etmez?


Bu enharda öyle azîm şifalar var ki, hastalar içse, her türlü devayı içinde bulurlar. Yaralılar içse, bin türlü yaralarına merhem bulurlar. İhtiyarlar içse, hayat-ı ebediyenin civanmerd gençlerinden olurlar. Tazeler içse, saadet-i dâreyni bir anda elde ederler.


Risaleleri okuyanlar, sevgili Üstadım! Sizin ne büyük ve âlî bir kalbe mâlik bulunduğunuzu teslim için, bilmem tefekküre ihtiyaç var mı?


Bunca zamandan ber "Kur'ân-ı Azîmüşşân'ın dellâlıyım ve bu kudsî vazifemi hiçbir şeye değişmem" diye vâki olan ilânatınıza, bir kat daha kuvvet veren, bu kerreki neşir buyurduğunuz Yirmi Dokuzuncu Mektubun Sekizinci Kısmının sekiz sahifelik olan Sekizinci Remzi ne güzel gösteriyor ve bu gösterilen hakikatlara meftûn olmamak mümkün mü?


Ah sevgili Üstadım, lisan ve kalemim müsaid olsa, her bir risale için lâyık oldukları şekilde medhiyeler yapıp takdim etsem. Heyhat, herşeyde olduğu gibi, bu hususda da ben fakîrim.


Evet sevgili Üstadım! Sevincimizi arttıran bir mes'ele daha var. O da Kenzü'l-Arş duasının feyzinden gelen bir nükte-i Kur'âniye nâmı altında neşredilen iki sahifelik huruf-u hecâiye-i Kur'âniyenin, bu kısma ilâvesi ve bu kısmın da, yazmakta olduğumuz tevâfuklu ve hâşiyeli Kur'ân'ı Kerîm'in baş tarafına, umumun istifade ve istifâzalarının kolaylıkla te'minine binâen dercedilmesi hakkındaki tensib-i fâzılâneleridir. Bu tensib bizce de, pek çok musib görülmekle, fakir talebenizin nazarını mâziden hâle, hâlden de istikbâle çeviriyor. Ve istikbaldeki parlayan nurları göstermekle, nihayetsiz sürurlara müstağrak kılıyorsunuz.


Ahmed Husrev


(Re'fet'in fıkrasıdır.)



بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ



Muhterem ve çok kıymetli Üstadım Efendim!



Yirmi dokuzuncu Mektubun Sekizinci Kısmının Remzini dikkatle okudum. İhtiva ettiği hârika-nümâ rumuzât ve o rumuzâtın ifade ettiği yüksek hakâik, fakire azim istifadeler te'mîn etti. Ve beni derin derin tefekkürne ve teemmüle sevk eyledi.


Son Güncelleme: Cuma, 26 Nisan 2024 23:44  

REKLAMLAR

Web Site Tasarımı

Yönetim Panelli Website Tasarımlarınız için

0532 307 60 09

 

 

İSTATİSTİKLER

OS : Linux c
PHP : 5.3.29
MySQL : 5.7.43
Zaman : 23:44
Ön bellekleme : Etkisizleştirildi
GZIP : Etkisizleştirildi
Üyeler : 31076
İçerik : 1250
Web Bağlantıları : 2
İçerik Tıklama Görünümü : 2238639

Haberler

SİTEMİZE KATKIDA BULUNUN. İNSANLARIMIZ GÜZEL ŞEYLERİ HAKEDİYOR

Ahmet TÜRKAN

ahmetturkan@gmail.com