ahmetturkan.gen.tr

HAYATTAN DERSLER

  • Yazıtipi boyutunu arttır
  • Varsayılan yazıtipi boyutu
  • Yazıtipi boyutunu azaltır

Hayata abanmak gerek!

e-Posta Yazdır PDF

Üstün Dökmen Hoca söyleyince bir başka söylüyor…

Televizyonda “Küçük Şeyler” programıyla ve yazdığı kitaplarla hayatımıza ayna tutan, kendimizi ve birbirimizi daha iyi tanıyıp hayatı sevmeyi ve hoşgörü geliştirmeyi öğreten psikolog, eğitimci yazar Prof.Dr. Üstün Dökmen Vergi Portalı’nın konuğu olmuş. Paylaşılmaya değer şeyler söylemiş:
Sizin için şair, bilim adamı, eğitimci, psikolog diyebiliriz. Hatta Küçük Şeyler isimli bir televizyon programınız, yine televizyon dizisi olan bir tiyatro eseriniz var. Ama siz kendinizi nasıl tanımlarsınız, size sormak istiyorum. Üstün bey kimdir bu kadar vasfın yanında?
Bilim insanı. Eşim de bilim insanı. Bilim insanı sayılırım. Artı, tiyatro yazarı olduğumu sanıyorum. Şair miyim, ondan çok emin değilim. Üç şiir kitabım var, yayınlanmış dört tiyatro oyunum var. Şair olup olmadığımı bilemiyorum, cidden anlayamıyorum. Ama bilim insanı olup olmadığınıza kurullar karar veriyor. Doktor, doçent, profesörlük veriyorlar. Demek bilim insanıymışım diyorsunuz. Tiyatro yazarıyım da zannederim. Devlet Tiyatrosunda çok oynadı Komşu Köyün Delisi. Şimdi TRT’de dizi oldu. Cumartesi’leri saat 17.00’de TRT-1’de yayınlanıyor. Yeni bir şeye daha girdim. Çok mu fazla hiperaktif davranıyorum. Tiyatro sanatçısı Murat Akar ile birlikte bir program yapıyoruz. Radyo-3’de Salı günleri 15.00’de. operayla ilgili ikimiz, programın adını şöyle koydum, Biz Kim, Opera Kim. Adı bu. Öbür seçenek, Opera Bizim Neyimize idi. Onu yapmadık, Biz Kim Opera Kim oldu. Operayı tanıtmaya, sevdirmeye çalışan bir program.
Tebrik ediyorum, bu kadar zamanı nasıl bulup da her şeye yetişebiliyorsunuz. Ben çok merak ediyorum aslında.
Zaman varmış herhalde. Yani var aslında, biz kaçırıyoruz belki. Aslında zaman çok. Okumaya zaman var mesela. Ama pek çok kişi zamanım yok okuyamıyorum diyor. Çok ucu ucuna da yaşamıyorum. Biraz koşturuyorum gerçi ama mesela şu an bir kitap yazıyorum. Sürekli kitap yazıyorum aslında. Bu hafta içinde “Küçük Şeyler 4” kitabı çıkacak. “Küçük Şeyler 4” adı, “Eşitler Evi.” O bitti, şimdi roman yazıyorum. Kitap yazıyorum, seminerler veriyorum. Eğitimler veriyorum. Devlet üniversitelerine, Milli Eğitime, yurtdışındaki Türklere tamamen ücretsiz. Yol parası da içinde olmayan seminerler. Yol parası bana ait olmak üzere veriyorum. Özel sektöre ücretli. Çünkü kısmi statülü öğretim üyesiyim. Makbuz kesiyorum. Vallahi vergimi ödüyorum. (gülmeler) yıllar önce kısmi statülü öğretim üyesi oldum. O da vergi verebilmek içindi. Gider pusulası imzalayınca oluyor. Kimse de sormuyor bir üniversite hocasına ama ben işimi tam yasal yaptım. Bunları yapıyorum, seminerler oluyor, kitap yazıyorum, aileme vakit ayırıyorum. 
Ailenize gerçekten zaman ayırabiliyor musunuz?
Evet ayırıyorum çok şükür. Ankara dışına seminerim olunca her sefer çocuklarım, eşim davetli. Her sefer eşim gelebilir. Fazla olunca sıkılıp gelmiyorlar. Ama her zaman gelebilirler, birçoğuna da götürüyorum. Yani zorlayıp götürüyorum. Orada onlarla birlikte oluyoruz. Artı, kedime de vakit ayırıyorum. Kediye köpeğe de vakit ayırıyorum. Özlüyorlar görmeyince. Ben de özlüyorum. Onlara da vakit ayırıyorum. Demek ki zaman varmış. Kitap okumaya da aslında zaman vardır, onu söyleyeceğim. Kitaplarımdan birisi yarı roman, yarı kişisel gelişim kitabı, Ladesçi. Dürüstlük üzerine bir kitap. Kitabın önermesi şu, çağımızın en önemli sorunu dürüstlük eksikliğidir. En önemli sorun dürüstlük eksikliği. Bir genç var Cemil, lades oyununu seviyor. Ladesci Cemil. Ladesi bir tek ben seviyorum zannediyor. Biraz bakıyor ki büyüdüğünde, aslında herkes ladesçi. Lades, sizi kandırıp ödülü alma oyunudur. Herkes ladesçi aslında. Herkes kendi kendini kandırıyor. Herkes birbirini kandırmaya çalışıyor. Herkes devleti kandırmaya çalışıyor. Herkes ladesçi. Çağımızın en büyük sorunu dürüstlük eksikliği. Dürüstlük eksikliği olduğu için ozon tabakası deliniyor. Onun için toprak kirleniyor, sular kirleniyor. Türkiye’de 81 ilimizde vergi dairelerinin dışında şu yazar. Vergi Kalkınmanın Temelidir. Bence doğru değil, eksik. Vergi kalkınmanın temeli değildir. Dürüstlük kalkınmanın temelidir. Adam dürüst olmazsa ödemiyor diyelim ki. Vergi değildir, vergi bir ara bir şeydir. Asıl kalkınmanın temeli dürüstlüktür. Dürüstse öder vergisini, kalkınma olur. Sırf vergi kalkındırmaz. Dürüst olacak önce. Ön koşul dürüstlük, olmazsa olmaz dürüstlük.
Vergi verilmez, devlet alır denir ya.
Ben veriyorum zannederim. Çok olduğuna inanıyorum. Fazla bu vergi. Fazla ama veriyorum. Kanun öyleyse vereceğiz.
Siz geçen haftalarda PwC’de iletişim becerileri konulu bir eğitim de verdiniz. İletişim becerileri çok önemli bir konu. Şu dönemde kriz herkesi etkiledi. Zaten normal şartlarda bir iletişim problemimiz vardı. Şimdi insanlarda kaygı, endişe, motivasyon düşüklüğü daha da fazla arttı. Önerileriniz neler bu konuda?
Burada kilit bir kavram var. O da yılmazlık, sağlamlık. Bir toplumda, bir ülkede ekonomik kriz olabilir, Allah esirgesin savaş çıkar, deprem olur, göktaşı düşer. Bu karışıklıktan kimler sağlam çıkar? Yılmazlık düzeyi yüksek olanlar sağlam çıkar. Bu bir kavram. Yılmazlık öğrenilebilen bir şeydir. Genelde sanılır ki, lider doğulur. Hiç ilgisi yok. liderlik öğrenilir. Klasik yönetici olmayı da öğrenebiliriz, lider olmayı da. Liderlik öğrenilir, doğuştan lider olmaz. Liderlik potansiyeliyle gelirsiniz, uygun ortam varsa öğrenirsiniz. Ressam doğulmaz, heykeltıraş doğulmaz. Picasso doğulmaz. Resim yapma, matematikçi olma potansiyeliyle doğarsınız, uygun eğitim alırsanız matematikçi, ressam, lider olursunuz. Hepimizde yılmazlık potansiyeli var. Doğuştan kimse yılmaz değildir. Yılgınlık eğitimi de alırız, yılmazlık eğitimi de. Hayvan deneyleri var. Seminerlerde daha ayrıntılı anlatıyorum. Hayvanlara yılgınlık eğitimi veriyorlar. Çaresizliği öğretiyorlar. Öğretilmiş çaresizlik denen bir kavram vardır psikolojide. Çaresizliği öğrenebiliriz ya da yılmazlığı öğrenebiliriz. Hayvancağızlara öğretiyorlar. Yılgınlığı öğretiyor, çaresizliği öğreniyor, kurtulabileceği sıkıntıdan da kurtulmayıp oturup kalmayı tercih ediyor hayvan. Şok geliyor, kapı açık, kaçmıyor mesela. İkinci köpeğe yılmazlık eğitimi verilmiş, kapı açık, şok gelince hemen kaçıveriyor. Bu kadar basit.
Her iki kavramın da öğrenilebilen kavramlar olduğunu söylüyorsunuz.
Evet, çaresizlik öğrenilebilir. Mücadelecilik de öğrenilebilir, doğuştan gelmez. Yılmazlık becerimizi artırmalıyız. 20, 30, 40, 50 yaşında daha yılmaz olmayı öğrenebiliriz. Özelliği nedir, pes etmeyen, yaşama havlu atmayan insan demek. Batıda filmlerde vardır. Kahramanı götürürler, kuyunun dibine atarlar, kapaklar kapanır ama o bir yolunu bulur çıkar. Pes etmez.
O zaman iletişimde pes etmemek ve yılmazlık duygusu mu doğru kavram?
İletişimde bir çok kavram var. Bir tanesi empati. Karşınızdakinin duygu ve düşüncelerini doğru anlamak. İnsanlarla empati, doğayla empati. Kurdu kuşu anlarsak, vurmayız, avcılık yapmayız, empati kuruyorsak. Yakınlarımızla empati kurarsak iyi. İletişimin bir çok maddesi var. Bir başkası iletişim çatışmalarına yol açacak önyargılarımız vardır. Şablonlarımız. Önyargılarımızı fark edersek iyi olur. Bir başka kavram, yılmazlık varsa ilişkilerin iyi gitme ihtimali artar. Evlilikte yılgınlık. Ufak bir sorun olup ayrılan çiftler var. Olmadı, tamam, geçinemiyoruz, ayrılalım diyebilir. Ya da dur bakalım, ben bunu düzeltebilirim. Eğer genelde kişi yılmazlık düzeyi iyiyse, işinde bir sıkıntı var, hemen pes etmez, bırakıp başka işe geçeyim demez. Arayıp bir hata bulamadım, bulamıyorum demez. Bazen evde bir çorap arar insanlar, eşine sorar adam, Ayşe nerede der. Çekmecede der o da. Basit bir şeyi ararken pes etmek de mümkün, pes etmemek de. Evlilikte sorun var. Dur bakalım, aile terapisine gidilebilir, uğraşılabilir. Düzeltmek için emek harcamak gerekir. Kendindeki eksiklikleri de gidermek gerekir, gelişmek gerekir, farkında olmak gerekir. Kendini yakalamak gerekir. Bir ekonomik kriz, hastalık karşısında yılmazlık olur. Kimi ufak bir hastalık vardır, hemen pes eder. Doktor biyopsi der, öldüm sonucunu çıkarır. Biyopsiyi duyunca kimi öldüm diyor. Halbuki doktor der, yüzde 50 kurtulma şansı var. Yılmaz kişi iyi 50’ye girerim der. Yılgın kişi, çaresizliği öğrenmiş kişi kötü50’ye girerim der. Bizim kültürümüzde her ikisi de var. Yılgınlık da var Türk kültüründe, yılmazlık da var. Yılgın yanımızın en güzel belirtisi şu: “Yıllardır soruyorum bu soruyu kendime, bilmem ki bu dünyaya ben niye geldim. Allahım yarabbim, ben ne garip ne çaresizim.” Sen bilmezsen başkası hiç bilmez. Bu yılgın yanımız. Bir şey olunca hemen öldüm, bittim, pes ettim. Felaket tellalı olmak, yılgın yanımız. Bir de yılmaz yanımız var. Derim ki bir ülkenin milli takımı son saniyede gol atıyorsa orada yılmazlık vardır. Bir kere de olmadı, kaç kere oldu. Son saniyede gol atınca rakip takıma bakıyorsunuz, demoralize oldu. Eyvah, biz bu maçı alamayacağız dediler. Bakın hayatta maçtır. Bir maçta iki düdük vardır. Bir hakemin düdüğü, ikincisi futbolcunun kendi içindeki düdük. Futbolcunun düdüğü bazen 70. dakikada çalar. Son 20 dakikada o futbolcu iyi bir performans sergileyemez. Düdük çaldı, biz bu maçı alamıyoruz abi dedi. 90. dakikada çalıyorsa iyi. Hayatının başlangıcında maalesef bazılarının düdüğü çalıyor. Çok kötü bir şey. Ben bu hayatı sürdüremeyeceğim diyor çok önce.
Moral ve motivasyon o zaman çok çok önemli değil mi?
Evet evet. Evlilikte düdük çaldı, işyerinde düdük çaldı, performans gidiyor. Bir maçımızda maç 1-1 bitmişti, son saniyede gol attı milli takım. Penaltılara kalınca iki takımın şansı yüzde kaç kaç? 50-50, iyi 50, kötü 50. Son saniye golünü yiyen dedi ki, ben kötü 50’ye girerim. Son saniye golünü atan, iyi 50’ye girerim. Hayat aslında karmaşıktır. Ama bazen maalesef bu kadar basit oluyor. İki 50 var önünüzde. İyi 50 ve kötü 50. Hangisine girerim, yılmazlık düzeyinize göre, o anki yaşam karşısındaki direncinize, yaşamı algılayış stilinize göre iyi 50’ye y ada kötü 50’ye girersiniz. Ekonomik kiriz, dilerim ki büyümez ama tut ki oldu kriz, başka bir kriz, hastalık da bir krizdir. Bütün bunlardan kurtulurum diyen sağlam çıkar. Geceleyin ışığınızı kapattığınızda oda zifiri karanlık olur. Ben korkarım, gece kalksam çarparım. Yarım dakika, 30 saniye bekleyin, oda hafiften aydınlanır mı? Dolabın, kapının silueti çıkar. Bir kitabımda dedim ki, yaşamın perde aralığında daima bir aydınlık vardır. Yeter ki perdenizi tümüyle kapatmayınız. 10 kilometre öteden ışık döner, dolaşır, bulutlardan yansır, hafifçe odanıza girer, dolabın siluetini size gösterir. Yaşamın perde aralığında daima aydınlık vardır. Krizler her zaman var, eskiden de vardı. Evlilik krizi vardır, niye bu kadar boşanma oluyor. Var her zaman için. Önemli olan güçlü olmak, yaşama abanmak.
İşyerinde çalışanlar iletişim becerilerini güçlendirmek için empati kurmaya, kendini anlamaya, tanımaya, eksikliklerini görmeye çalışıyor ama yöneticileri bir motivasyon sağlamıyor. Kendi kendini motive etmeye çalışıyor. Problemleri kendi aşmaya çalışıyor. Bu nereye kadar devam edebilir? Karşı taraftan da destek alınması gerekiyor. O zaman acaba çalışanlar konuşmalı mı, karşı tarafa sıkıntılarını anlatmalı mı? Burada da mı iletişim? Karşı tarafında mı eğitimden geçmesi gerekiyor? Bunun çözümü nedir?
Söylediklerinizin hepsi uygundur. Birincisi, her iki taraf eğitimden geçmeli. Kimi şirketlerde gençler gitsin eğitim alsın, müdürün alması gerekmiyor gibi düşünülür. Bu yanlış, herkes eğitim alacak. Kimi kurum genel müdürden en alt kademede genç elemana kadar hepsine aldırıyor. Kurumda herkes ortak bir dil kullanmalı. Bir defa herkes almalı. Amir, memur. O seminerlerde diyorum ki, amir memura selam vermeli, memur amire. Sokakta anne babaya vuran çocuk çoktur ülkemde. Vuruyor, tekme atıyor. Yapma diyor. Batıda bunu görmezsiniz. Dayak yemezler çocuktan. İki üç yaşında da olsa, çocuğundan dayak yemeyeceksin. Anne babaya şakadan da vurulmaz. Otoritesini kullanacak ve vurdurmayacak. Bir daha görmeyeyim diyecek. Ben sana vuruyor muyum, hayır, sen de bana vuramazsın. Anne babanın otoritesi olacak. Karşılıklı sevgi, karşılıklı saygı. Sonsuz sevgi. Saygı karşılıklı. Ben sana vurmuyorum, sen de bana vuramazsın. Çocuğa vurulmayacak, hiç vurulmayacak. Çocuk şakadan da olsa vurmayacak anneye ve babaya. Anne ve babanın otoritesi, saygı ve sevgi. Çok sev, öp, oyna, oynarım, öperim, güreşirim çocuklarımla, hepsi serbest. Ama anne babanın otoritesi olacak. Aynısı işyerinde olacak. Amirin otoritesi olacak. Sınıfta otorite olmazsa eğitim olmaz. İşyerinde otorite olmazsa şirket batar. Otorite olacak, karşılıklı saygı olacak. Amir memura, memur amire saygılı olacak. Bir rahatsızlığı var, onunla ilgilenilecek. Bu kaçınılmaz bir şey. Hamile oldu diyelim ki, asistanımız hamile olur, mesela biz hiçbir zaman işe alırken ne zaman hamile olacaksın demeyiz. Bu sorulmaz. Kendi bilir. Biz karışmayız. Benim görevim, hamileyse ağır yük taşıtmam, hamileyse gidip fotokopi çektiremez. Bazı öyle takıntılarım var. Erkek asistan gider. Yoksa, kimse yoksa ben giderim. Ne olur, çocuğu olur, bir altın alırız, o kadar.
Duygularına müdahale edemez aslında kimse kimsenin.
Etmemek gerekir, etmeye çalışılır. Bu sıkıntıdır efendim.
Önemli olan orada belli bir otoriteyi kurmak, işe müdahale etmek, yönlendirmek ama bazen tabi yoğun tempoda, stresli çalışılan ortamlarda bu ayrıntılar biraz gözden kaçıyor sanırım.
Biraz önce sorduğunuz soru bu dediğinizle de ilgili. Her iki taraf eğitim almalı. Amir diyelim ki özen göstermiyor iletişimde o zaman amir motive etmezse ne olacak. Kişinin kendi kendini motive etmesini de bekleriz. Ama şunu diyoruz amire. İltifat karşılıklı olmalı. Eskilerin doğru sözü, marifet iltifata tabidir. Karı koca birbirine iltifat etmeli. Ülkemize iltifat etmeliyiz. Vergi vermek ülkemize iltifat etmektir. Amir memura, memur amire iltifat edecek. Benim ülkemde amir memura iltifat etmez. Ortalama olarak pek yoktur. Şimdi bunlar şımarır, zam ister, izin ister, aman etme. Memur kazara amirine iltifat etse, bir şablon hazırdır. Ne denir, yağcı, yalaka, dalkavuk. Bakın bunlar hep şablon. Kendinden emindir amir. Yeteneklerinin farkında olan bir amir elemandan gelen iltifatı yağcılık olarak almaz. Asistanım beni överse, ben de onu överim bir artısı varsa. Ne para veririm, ne de unvan veririm beni övdü diye. Hoşuma gider, ben de onu överim. O da bana para vermez. İltifat bedavadır aslında. İki taraf iltifat edecek. Ama diyelim ki amir memura iltifat etmiyor, iltifat yok, o zaman hiç iltifata gerek yok. çocuk küçükken dış aferin gerekir. Dış aferin olmadan çocuk gelişemez. Ona doğru davranışı için aferin vereceksiniz. Ama isteriz ki ilköğretimde, çocuğun yaşı büyüdükçe dışarıdan gelen aferinler iç aferine dönüşsün. Yani ödevini yaptı ilköğretim birinci sınıfta, aferin, bak vaktinde bitirdi. Ama gelmiş 14 yaşına. Her ödevini bitirdiğinde anne, baba ve öğretmen aferin dememeli. Yaptığından kendisi haz duyup kendi kendine aferin demeli. Çalışanlar da sürekli aferin beklememeli. Ama arada verilmeli. Geri bildirim verilmeli, biraz da aferin, ödül, maddi manevi ödül olabilir, sözlü ödül olabilir. Ama çok da dışarıdan beklememek gerekiyor. Batının çok sevdiğim bir sözü der ki, nereye gittiğini bilen insana dünya kenara çekilir, yol verir. Ama nereye gittiğinizi bileceksiniz. Yeteneklerinizi, performansınızı doğru değerlendireceksiniz. Bazen genç eleman nereye gittiğini bilemiyorsa, geri bildirime ihtiyacı varsa amiri ona pozitif, negatif geri bildirim vermeli. İltifat etmeli. İşyerinde iki geri bildirim vardır. Pozitif, negatif. İki iltifat var. Negatif iltifat, negatif geri bildirim diyeyim, işi geliştirir. Hatanızı azaltır. Ama negatif geri bildirim muhabbet yaratmaz, ekip yaratmaz. Hatayı gidermek, işi geliştirmek için negatif geri bildirim, ekip olabilmek için, yakınlaşmayı artırmak için pozitif geri bildirim gereklidir. Amir memura vermeli, memur amire vermeli. İki taraf da geri bildirime açık olmalı. Bunu sağladığımız zaman sorun olmayacak. Genelde insanlar pozitif geri bildirim almaya açıktır da negatif iki taraflı olacak. Amir de almalı, yani eleman ona geri bildirim vermeli. Bu anket yoluyla olabilir. Japonlar bir zaman fabrikalarda inanılmaz bir şey yapıyorlardı. 90’lı yıllarda, şimdi var mı bilmiyorum. Fabrikada küçük bir odada oradaki amirlerin bezden kuklaları var. Hepsinin bezden yapılmış kuklası. Müdürler, ustabaşılar, kimse. Mesai saatinde eleman gidip kuklaya istediği kadar vurabiliyor. Bir kukla dağıldı mı, içi pamuk dolu, dağıldı mı yenisini koyuyorlar. Kaç haftada, ayda değişti, oraya bir tek onu yazıyorlar. Şimdi bunu niye yapıyor adamlar, bir, çalışan deşarj olsun diye. Gidip birbirine kızmasın, kaza yapmasın, hata yapmasın diye. İki, kibarca, ikebana sanatı gibi, amire dolaylı geri bildirim. Eğer müdürseniz, diyelim orada kukla var, öbür müdürün kuklası üç ayda bir değişiyor. Sizin kuklanız haftada bir değişiyorsa bu rahatsız edici bir şey. Benim kukla niye her hafta değişiyor, bunlar bana çok kızıyorlar, ben bir şey yapayım, neyi hatalı yapıyorum. Bizim iletişimimizde imalı iletişim vardır. Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla. Kahve kötü denmez, şekerim pek hafif olmuş denir. Bu demektir, doğru dürüst kahve atmamışsın içine. Japon kültüründe de imalı iletişim vardır. İkebana sanatı çiçek dizaynı ile mesaj vermektir. Burada da dolaylı bir iletişim. Dolaylı falan ama sonuçta ilginç. İletişim şekli mesaj veriyor. Direk gidip amirine söyleyemiyor, kuklasını koyuyor. O zaman amir daha dikkatli, özenli davranıyorsa sizin kukla iki ay dayanıyor. Bu iyi demek ki. İki taraf geri bildirim vermeli. Geri bildirim verip almaya açık olmalıyız.
Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim.
Biz de teşekkür edenlerin sayısını arttırmak için paylaştık…
Son Güncelleme: Salı, 07 Mayıs 2024 07:05  

REKLAMLAR

Web Site Tasarımı

Yönetim Panelli Website Tasarımlarınız için

0532 307 60 09

 

 

İSTATİSTİKLER

OS : Linux c
PHP : 5.3.29
MySQL : 5.7.43
Zaman : 07:05
Ön bellekleme : Etkisizleştirildi
GZIP : Etkisizleştirildi
Üyeler : 31076
İçerik : 1251
Web Bağlantıları : 2
İçerik Tıklama Görünümü : 2253512

Haberler

EDEP BİR TAC İMİŞ NUR-U HÜDADAN, GİY O TACI EMİN OL HER BELADAN...