ahmetturkan.gen.tr

HAYATTAN DERSLER

  • Yazıtipi boyutunu arttır
  • Varsayılan yazıtipi boyutu
  • Yazıtipi boyutunu azaltır
Home RİSALE-İ NUR ŞUALAR BİRİNCİ ŞUA 1-B

BİRİNCİ ŞUA 1-B

e-Posta Yazdır PDF

İkincisi: Ehl-i tarîkatın ve bilhassa Nakşîlerin dört esasından biri ve en müessiri olan rabıta-i mevt Eski Said'i Yeni Said'e (R.A.) çevirmiş ve daima hareket-i fikriyede Yeni Said'e yoldaş olmuş. Başta İhtiyarlar Risalesi olarak, risalelerde o rabıta keşfiyatı göstere göstere tâ ehl-i îman hakkında mevtin nuranî ve hayatdar ve güzel hakikatını görüp gösterdi.

  Üçüncüsü: Bu âyet cifir ve ebced hesabıyla her tarafta Said'e hücum eden üç çeşit mevtin temas zamanını ve tarihini aynen gösterip tevafuk eder. Demek âyetteki

"مَيْت"

kelimesinin efradından medar-ı nazar bir ferdi ve cifirce onun ismi

 "مَيْت"

 adedine tam tevafukla hususî işarete mazhar bir mâsadak "Said-ün Nursî"dir.

sh: » (Ş: 570)

  [Sabri'nin sadakatının bir kerametidir.]

  Ben namazdan sonra bu tetimmeyi yazarken Sıddık Süleyman'ın halefi Emin, Sabri'nin

 اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا

âyetine dair parçayı aldığını ve Ramazanın feyzinden onun izahı gibi nurlar istediğini gördüm. Ne yazdığımı Emin'e gösterdim, hayretle dedi: "Bu hem Sabri'nin, hem Risâle-i Nur'un bir kerametidir." Bu âyetteki esrarlı müvazene-i Kur'aniyeyi düşünürken, Sûre-i Hûd'daki

 فَاَمَّا الَّذِينَ شَقُوا

fıkrasına karşı

 وَاَمَّا الَّذِينَ سُعِدُوا فَفِى اْلجَنَّةِ

deki müvazene hatıra geldi ve bildirdi ki: Nasılki bu ikinci âyet ve birinci fıkra Risâle-i Nur'un mesleğine, şakirdlerine tam tamına manen ve cifirce bakıyor. Öyle de:

 فَاَمَّا الَّذِينَ شَقُوا فَفِى النَّارِ لَهُمْ فِيهَا زَفِيرٌ وَشَهِيقٌ

âyeti dahi, Risâle-i Nur'un muarızlarına ve düşmanlarına ve onların cereyanlarının mebdeine ve faaliyet devresine ve müntehasına cifir ile, tevafuk ile işaret eder. Şöyle ki:

  يُرِيدُونَ لِيُطْفِؤُا نُورَ اللّهِ بِاَفْوَاهِهِمْ

gibi âyetlerin bahsinde Birinci Şua'da yedi-sekiz âyâtın ehemmiyetle gösterdikleri bin üçyüz onaltı ve yedi (1316-1317) tarihi ki, Kur'ana karşı olan su-i kasdın mebdeidir.

 فَاَمَّا الَّذِينَ شَقُوا

cifirce aynı tarihi gösteriyor. Eğer şeddeli "mim" iki "mim" sayılsa bin üçyüzelliyedi (1357), eğer şeddeli "lam" iki "lam" sayılsa binüçyüz kırkyedi (1347) ki bu asrın tâgiyane faaliyet tarihidir. Her iki şeddeli ikişer sayılsa bin üçyüz seksenyedi (1387) ki

  لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُ

dehşetli bir cereyanın müntehası tarihi olmak ihtimali var.

  فَفِى النَّارِ لَهُمْ فِيهَا زَفِيرٌ وَشَهِيقٌ

ise bin üçyüz altmışbir (1361), eğer

 فَفِى النَّارِ

daki okunmayan

 "ي"

sayılmazsa bin üçyüz ellibir (1351) tarihini; eğer şeddeli

 "ن"

asıl itibariyle bir

 "ل",

 Bir

 "ن"

sayılsa yine bin üçyüz otuzbir (1331) tarihini ve harb-i umumî âfetinin feryad u fizar içindeki yangınını göstererek Cehennem ateşinde zefir ve şehik eden ehl-i şekavetin azabını haber verip, ehl-i îmanı fitnelere düşüren şakîlerin hem dünyada, hem âhirette cezalarına işaret eder. Aynen öyle de, bu asra da zâhiren bakan, esrarlı olan Sûre-i

 وَ السَّمَاءِ ذَاتِ الْبُرُوجِ

den şu âyetin

 اِنَّ الَّذِينَ فَتَنُوا اْلمُؤْمِنِينَ وَاْلمُؤْمِنَاتِ ثُمَّ لَمْ يَتُوبُوا فَلَهُمْ عَذَابُ جَهَنَّمَ وَلَهُمْ عَذَابُ الْحَرِيقِ

 ifadesi gibi hem İstanbul'un iki harîk-ı kebiri, hem harb-i umumînin dehşetli yangınını Cehennem azabı gibi o fitnenin bir cezasıdır diye işaret eder.

  Elhâsıl: Bu âyet her asra baktığı gibi bu asra daha ziyade nazar-ı dikkati celbetmek için cifirce bu asrın üç-dört devresinin tarihlerine ve hâdiselerine işaret ve manasının suretiyle ve tarz-ı ifadesiyle iki cereyanın keyfiyetlerine ve vaziyetlerine îma eder. Sabri'nin mektubu yolda iken ve gelmeden evvel o mektubun manevî tesiri ile bu âyeti ve

 اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا

âyetiyle beraber düşünürken hatırıma geldi. Risâle-i Nur bu derece kuvvetli işaret-i Kur'aniyeye ve şakirdleri bu kadar kıymetli beşaret-i Furkaniyeye ve aktabların iltifatına mazhariyetin sırrı ve hikmeti, musibetin azameti ve dehşetidir ki, hiç bir eserin mazhar olmadığı bir kudsî takdir ve tahsin almış. Demek ehemmiyet onun fevkalâde büyüklüğünden değil, belki musibetin fevkalâde dehşetine ve tahribatına karşı mücahedesi cüz'î ve az olduğu halde gayet büyük öyle bir ehemmiyet kesbetmiş ki bu âyette işaret ve beşaret-i Kur'aniyede ifade eder ki, Risâle-i Nur dairesi içine girenler tehlikede olan îmanlarını kurtarıyorlar ve îmanla kabre giriyorlar ve Cennet'e gidecekler diye müjde veriyorlar. Evet bazı vakit olur ki, bir nefer gördüğü hizmet için bir müşirin fevkine çıkar, binler derece kıymet alır.

  İhtar: Geçmiş ve gelecek âyetlerin işaretleri yalnız tevafukla değil belki herbir âyetin mana-yı küllîsindeki cüz'iyat-ı kesîresinden bir cüz'î ferdi Risâle-i Nur olduğuna îmaen, münasebet-i maneviyeye göre cifrî ve ebcedî bir tevafukla o münasebeti te'yiden ve ona binaen hususî ona bakar demektir.

  Altıncı Âyet: Sûre-i Hadid'de

 وَيَجْعَلْ لَكُمْ نُورًا َتمْشُونَ بِهِ

Yani: "Karanlıklar içinde size bir nur ihsan edeceğim ki o nur ile doğru yolu bulup onda gidesiniz." Lillahilhamd Risâle-i Nur bu kudsî ve küllî manasının parlak bir ferdi olduğu gibi

 نُورًا

deki tenvin

 "ن"

 sayılmak cihetiyle bin üçyüz onsekiz (1318) adediyle Resâil-in Nur müellifi tedristen, te'lif vazifesine ve mücahidane seyahata başladığı zamanın beş sene evvelki zamanına ve çok âyetlerin işaret ettikleri bin üçyüz onaltı (1316) tarihindeki mühim bir inkılab-ı fikrîden iki sene sonraki zamana tevafuk eder ki; o zaman istihzarat-ı Nuriyeye başladığı aynı tarihtir. İşte şu nurlu âyet, hem manaca hem cifirce tevafuku ise, umum vücuhu ayn-ı şuur olan Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'da elbette ittifakî ve tesadüfî olamaz.

  Yedinci Âyet:

وَيُحِقُّ اللّهُ اْلحَقَّ بِكَلِمَاتِهِ

şu âyet-i meşhurenin küllî manasının bu zamanda zâhir bir mâsadakı Risalet-ün Nur olduğu gibi, Lâfzullahtaki şeddeli "lâm" bir "lâm" ve

 بِكَلِمَاتِهِ

deki melfuz "ya" sayılmak şartıyla dokuzyüz doksansekiz (998) adediyle Risalet-ün Nur'un dokuzyüz doksansekiz adedine tam tamına tevafukla, münasebet-i maneviyeye binaen remzen ona bakar. Ve bu remzi latifleştiren ve kuvvet veren münasebetlerin birisi şudur ki: Risalet-ün Nur'un eczaları Sözler namıyla iştihar etmişler. Sözler ise Arabca "kelimat"tır. Ve o kelimat ile Kur'anın hakaikını o derece mahz-ı hak ve ayn-ı hakikat olduğunu isbat etmiş ki, bu zamanın dinsiz feylesoflarını tam susturuyor.

  Sekizinci Âyet:

قُلْ اِنَّنِى هَدَينِى رَبِّى اِلَى صِرَاطٍٍ مُسْتَقِيمٍ

dir. Şu âyet-i meşhure küllî manasının bu asırda muvafık ve münasib bir ferdi Risalet-ün Nur olduğu gibi, cifirle

 صِرَاطٍٍ مُسْتَقِيمٍ

Kelimesi

 صِرَاطٍ

deki tenvin "nun" sayılmak cihetiyle Risalet-ün Nur adedi olan dokuzyüz doksansekize (998) yine iki sırlı (Haşiye) fark ile baktığı gibi,

  هَدَينِى رَبِّى اِلَى صِرَاطٍٍ مُسْتَقِيمٍ

cümlesinin makam-ı ebcedîsi ile bin üçyüz onaltı (1316) ederek Risâle-i Nur müellifinin tedrisiyle istihzarat-ı Nuriyede bulunduğu en hararetli tarihi olan bin üçyüz onaltı adedine tam tamına tevafuk eder.

  (Haşiye): Yani mertebesine işaret için iki fark var. Risâle-i Nur vahiy değil, ilham ve istihracdır.

 

  Dokuzuncu Âyet: Hem "Elbakara" sûresinde, hem "Lukman" sûresinde

 فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَى

cümlesidir. Yani: "Allah'a îman eden hiç kopmayacak bir zincir-i nuraniye yapışır, temessük eder." Risâle-i Nur ise, îman-ı billahın Kur'anî bürhanlarından bu zamanda en nuranisi ve en kuvvetlisi olduğu tahakkuk ettiğinden, bu

   بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَى 

 külliyetinde hususî dâhil olduğuna teyiden makam-ı cifrîsi bin üçyüz kırkyedi (1347) ederek Risalet-ün Nur intişarının fevkalâde parlaması tarihine tam tamına tevafukla bakar. Ve bu ondördüncü asırda Kur'anın i'caz-ı manevîsinden neş'et eden bir urvet-ül vüska ve zulümattan nura çıkaracak bir vesile-i nuraniye Risâle-in Nur olduğunu remzen bildirir.

  Onuncu Âyet:

 يُؤْتِى الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَاءُ

  Onbirinci Âyet:

 وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَاْلحِكْمَةَ وَيُزَكِّيهِمْ

  Onikinci Âyet:

 وَيُزَكِّيكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَاْلحِكْمَةَ

âyetleridir. Meal-i icmalîleri der ki: "Kur'an hikmet-i kudsiyeyi size bildiriyor. Sizi manevî kirlerden temizlendiriyor." Bu üç âyetin küllî ve umumî manalarında Risâle-i Nur kasdî bir surette dâhil olduğuna iki kuvvetli emare var.

  Birisi şudur ki: Risâle-i Nur'un müstesna bir hassası, İsm-i Hakem ve Hakîm'in mazharı olup bütün safahatında, mebahisinde nizam ve intizam-ı kâinatın âyinesinde İsm-i Hakem ve Hakîm'in cilveleri olan hikmet-i kudsiyeyi ve hikemiyat-ı Kur'aniyeyi ders veriyor. Mevzuu ve neticesi, hikmet-i Kur'aniyedir.

  İkinci Emare: Birinci Âyet bin üçyüz yirmiiki (1322) ederek makam-ı ebcedî ile Risâle-in Nur müellifinin doğrudan doğruya ulûm-u âliyeden

 ( آلِيَه )

 başını kaldırıp hikmet-i Kur'aniyeye müteveccih olarak hâdim-ül Kur'an vaziyetini aldığı tarihtir ki, bir sene sonra İstanbul'a gitmiş manevî mücahedesine başlamış.

  İkinci âyet ise: Makam-ı cifrîsi bin üçyüz iki (1302) ederek Risâle-i Nur müellifinin Kur'an dersini aldığı tarihe tam tamına tevafuk ile remzen Kur'anın bâhir bir bürhanı olan Resâil-in Nur'a bakar.

  Üçüncü âyet ise: Bin üçyüz otuzsekiz (1338) olduğundan hikmet-i Kur'aniyeyi Avrupa hükemasına karşı parlak bir surette gösterebilenve gösteren Risâle-in Nur müellifi "Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye"de hikmet-i Kur'aniyeyi müdafaa etmekle, hattâ İngiliz'in baş papazı sual ettiği ve altıyüz kelime ile cevab istediği altı sualine altı kelime ile cevab vermekle beraber inzivaya girip bütün gayretiyle Kur'anın ilhamatından Risâle-i Nur'un mes'elelerini iktibasa başladığı aynı tarihe tam tamına tevafukla remzen bakar.

  Onüçüncü Âyet: Sûre-i Âl-i İmran'da

 وَمَا يَعْلَمُ تَاْوِيلَهُ اِلاّ اللّهُ وَالرّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ

  Ondördüncü Âyet: Sûre-i Nisa'da

 لكِنِ الرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ مِنْهُمْ

  Bu iki âyet bu asra da hususî bakarlar.

  Birincisinin meali gösteriyor ki: Ehl-i dalalet müteşabihat-ı Kur'aniyeyi yanlış tevilat ile tahrifine ve şüpheleri çoğaltmasına çalıştığı bir zamanda, ilimde rüsuhu bulunan bir taife o müteşabihat-ı Kur'aniyenin hakikî te'villerini beyan edip ve îman ederek o şübehatı izale eder. Bu küllî mananın her asırda mâsadakları ve cüz'iyatları var. Harb-i umumî vasıtasıyla, bin seneden beri Kur'an aleyhinde teraküm eden Avrupa itirazları ve evhamları âlem-i İslâm içinde yol bulup yayıldılar. O şübehatın bir kısmı fennî şeklini giydi, ortaya çıktı. Bu şübehatı ve itirazları bu zamanda def'eden başta Risâle-in Nur ve şakirdleri göründüğünden, bu âyet bu asra da baktığından Risâle-in Nur ve şakirdlerine remzen bakmakla beraber ulema-i müteahhirînin mezhebine göre

 اِلاَّ اللّهُ

da vakfedilmez. O halde makam-ı cifrîsi aynen

 اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَيَطْغَى

 nın makamı gibi bin üçyüz kırkdört (1344) ederek Resâil-in Nur ve şakirdlerinin meydan-ı mücahede-i maneviyeye atılmaları tarihine tam tamına tevafukla onları da bu âyetin harîm-i kudsîsinin içine alıyor. Hem haşrin en kuvvetli ve parlak bir bürhanı olan Onuncu Söz'ün etrafa yayılması tarihine ve Kur'anın kırk vecihle mu'cize olduğunu beyan eden Yirmibeşinci Söz'ün iştiharı hengâmına, hem

 اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَيَطْغَى

adedine tam tamına tevafukla bakar. Eğer mezheb-i selef gibi

 اِلاَّ اللّهُ

da vakfolsa, o halde

 اَلرَّاسِخُونَ

deki şeddeli

"ر"

iki

"ر"

sayılsa bin üçyüz altmış (1360) küsur ederek Risalet-ün Nur şakirdlerinin bundan onbeş-yirmi sene sonraki rasihane ve muhakkikane olan ilimlerine ve îmanlarına remzen baktığı gibi, şeddeli

 "ر"

asıl itibariyle bir

"ل"

 bir

"ر"

sayılsa bin ikiyüz oniki (1212) ederek bundan bir buçuk asır evvel Mevlâna Hâlid Zülcenaheyn'in Hindistan'dan getirdiği parlak bir ilm-i hakikat rüsuhuyla o zamanda meydan alan te'vilat-ı fasideyi ve şübehatı dağıtarak yüz senede elli milyondan ziyade insanları daire-i irşadına aldığı ve tenvir ettiği zamanın tarihine tam tamına tevafukla bakar.

  İkinci âyet olan

 اَلرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ مِنْهُمْ

şeddeli

"ر"

 aslına nazaran bir

 "ل"

bir

"ر"

 sayılmak cihetiyle makam-ı ebcedîsi bin üçyüz kırkdört (1344) etmekle her asra baktığı gibi bu asra da hususî remzen bakar. Ve ilm-i hakikatta rasihane çalışan ve kuvvetli îman eden bir taifeye işaret eder. Ve çok âyetlerin ehemmiyetle gösterdikleri bu bin üçyüz kırkdörtte Risalet-ün Nur ve şakirdlerinden daha ziyade bu vazifeyi müşkil şerait içinde sebatkârane yapan zâhirde görülmüyor. Demek bu âyet onları dahi daire-i harîmine hususî dâhil ediyor.  Onbeşinci Âyet: يَا اَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءَ كُمْ بُرْهَانٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَاَنْزَلْنَا اِلَيْكُمْ نُورًا مُبِينًا

Şu âyet bu zamana dahi hitab eder. Çünki tamam

 -مُبِينًا

hariç kalsa- bin üçyüz altmış (1360) küsur eder. Eğer

 قَدْ جَاءَكُمْ

den sonraki olsa

 بُرْهَانٌ

Ve

 نُورًا

kelimelerindeki tenvinler "nun" sayılsa bin üçyüz on (1310) eder. Demek bu asra da hitab eder. Hem

 قَدْ جَاءَكُمْ بُرْهَانٌ

cümlesi yalnız dört farkla Furkan adedine tevafukla sarihan baktığı gibi, o kudsî bürhan-ı İlahînin bu zamanda parlak ve kuvvetli bir bürhanı olan Resâil-in Nur'a dahi ikinci cümlesi olan

 اَنْزَلْنَا اِلَيْكُمْ نُورًا مُبِينًا

adedi, iki tenvin vakıfta iki "elif" sayılmak cihetiyle beşyüz doksansekiz (598) ederek aynen tam tamına Resâil-in Nur'a ve Risâle-in Nur adedine tevafuk ile o semavî bürhan-ı kudsînin yerde bir bürhanı Resâil-in Nur olduğunu remzen haber veriyor.

  İhtar: Sözler'in üç ismi olan Risâle-in Nur veya Resâil-in Nur veya Risalet-in Nur'daki şeddeli

 "ن"

iki

"ن"

sayılmak, cifirce ağlebî bir kaidedir. Şeddeli harf bazan bir, bazan iki sayılabilir.  Onaltıncı Âyet:

لِلَّذِينَ آمَنُوا هُدًى وَشِفَاءٌ

dur. Şu şifalı âyet çok zamandır benim derdlerimin şifası ve ilâcı olduğu gibi eczahane-i kübra-yı İlahiye olan Kur'an-ı Hakîm'in tiryakî ilâçlarından, Risâle-in Nur eczalarının kavanozlarından alarak belki bin manevî derdlerime bin kudsî şifayı buldum ve Resâil-in Nur şakirdleri dahi buldular. Ve fenden ve felsefenin bataklığından çıkan ve tedavisi çok müşkil olan ve zındıka hastalığına mübtela olanlardan çokları onunla şifalarını buldular.  İşte her derde şifa olan Kur'anın ilâçlarının bu zamanda bir kısım kavanozları hükmünde bulunan Resâil-in Nur dahi bu şifadar âyetin bir medar-ı nazarı olduğuna kuvvetli bir emare şudur ki: Bu âyetin makam-ı cifrîsi olan bin üçyüz kırkaltı (1346) adedi Resâil-in Nur'un bin üçyüz kırkaltıda şifadarane etrafa intişarının tarihine ve Mu'cizat-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm namında olan risâle-i hârikanın zaman-ı te'lifine tam tamına tevafukudur. Şu tevafuk hem münasebet-i maneviyeyi teyid ve onunla teeyyüd eder, hem remizden işaret derecesine çıkarıyor.  Onyedinci Âyet:

 فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكّلْتُ

deki

فَقُلْ حَسْبِىَ اللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكّلْتُ

nün makam-ı cifrîsi şeddeli "lâm"lar birer "lâm" ve şeddeli "kâf" bir "kâf" sayılmak cihetiyle bin üçyüz yirmidokuz (1329) ederek, harb-i umumînin başlangıcı zamanında Resâil-in Nur'un başlangıcı olan İşarat-ül İ'caz tefsirinin tarih-i te'lifine tam tamına tevafukla beraber, şeddeli "kâf" iki "kâf" sayılmak cihetiyle bin üçyüz kırkdokuz (1349) ederek harb-i umumînin verdiği sarsıntılar zamanında Resâil-in Nur'un "Hasbiyallahü" diyerek ehl-i dünyadan hiç bir yerde himaye görmeden belki tehacüme hedef olmakla beraber çekinmeyerek yalnız başlarıyla müşkilât içinde envar-ı Kur'aniyeyi neşrettikleri aynı tarihe tam tamına tevafuku ise, her cihetiyle ayn-ı şuur olan âyâtta elbette tesadüfî olamaz. Belki bu gibi âyetler, en müşkil zaman olan bu asra dahi hususî bakarlar ve o âyâtı kendilerine rehber ittihaz eden bir kısım şakirdlerine hususî iltifat edip iltifatlarıyla teşci' ederler. Bu âyet, sâbık âyetler gibi münasebet-i maneviyesi gerçi zâhiren görünmüyor; fakat bir cihetle Resâil-in Nur ile bir nevi münasebeti vardır. Şöyle ki: Onüç senedir (Haşiye) bu âyet Risalet-ün Nur müellifinin ve sonra has şakirdlerinin mağribden sonra bir vird-i hususîleridir. Hem bu âyetin manasına bu zamanda tam mazhar ve herkes onlardan çekinmesinden fütur getirmeyerek "Hasbiyallahü" deyip  mütevekkilane müşkilât-ı azîme içinde envar-ı îmaniyeyi ve esrar-ı Kur'aniyeyi neşreden, ehl-i îmanı me'yusiyetten kurtaran başta Risalet-ün Nur ve şakirdleridir.  Onsekizinci Âyet:

اِنَّ حِزْبَ اللّهِ هُمُ الْغَالِبُونَ

dir. Bu âyet mealiyle hizbullahın zâhirî mağlubiyetinden gelen me'yusiyeti izale için kudsî bir teselli verir ve hizbullah olan hizb-i Kur'anînin hakikatta ve âkibette galebesini haber verir. Ve bu asırda hizb-i Kur'anînin hadsiz efradından Resâil-in Nur şakirdleri tezahür ettiklerinden bu âyetin küllî manasında hususî dâhil olmalarına bir emare olarak makam-ı cifrîsi olan bin üçyüzelli (1350) adedi ile Resâil-in Nur şakirdlerinin zâhirî mağlubiyetleri ve bir sene sonra mahbusiyetleri içinde manevî galebeleri ve metanetleri ve haklarında yapılan müdhiş imha plânını akîm bırakan ihlasları ve kuvve-i maneviyeleri tezahür etmesinin rumî tarihi olan bin üçyüzelli ve ellibir ve elliiki (1350-1351-1352) adedine tam tamına tevafuku elbette şefkatkârane, tesellidârâne bir remz-i Kur'anîdir.  Ondokuzuncu Âyet: وَالّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ نُورُهُمْ يَسْعَى بَيْنَ اَيْدِيهِمْ وَبِاَيْمَانِهِمْ يَقُولُونَ رَبَّنَا اَتْمِمْ لَنَا نُورَنَا وَاغْفِرْلَنَا

Şu âyetin umum manasındaki tabakalarından bir tabaka-i işariyesi bu asra dahi bakıyor. Çünki

 يَقُولُونَ رَبَّنَا اَتْمِمْ لَنَا نُورَنَا

hem manaca kuvvetli münasebeti var, hem cifirce bin üçyüz yirmi(Haşiye): Te'lif tarihine göredir. 

altı (1326) ederek o tarihteki hürriyet inkılabından neş'et eden fırtınaların hengâmında herşeyi sarsan o fırtınaların ve harblerin zulümatından kurtulmak için nur arayan mü'minler içinde, Resâil-in Nur şakirdleri az bir zaman sonra tezahür ettiklerinden bu âyetin efrad-ı kesîresinden bu asırda bir mâsadakı onlar olduğuna bir emaredir.

 وَاغْفِرْلَنَا

cümlesi bin üçyüz altmışa (1360) bakıyor. Demek bundan beş-altı sene sonra istiğfar devresidir. Resâil-in Nur şakirdleri o zamanda istiğfar dersini vereceğini remzen bir îmadır.  Yirminci Âyet:

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ ق   

Şu âyet-i azîme sarîhan asr-ı saadette nüzul-ü Kur'ana baktığı gibi sair asırlara dahi mana-yı işarîsiyle bakar. Ve Kur'anın semasından ilhamî bir surette gelen şifadar nurlara işaret eder. İşte doğrudan doğruya tabib-i kulûb olan Kur'an-ı Hakîm'in feyzinden ve ziyasından iktibas olunan Risalet-ün Nur, benim çok tecrübelerimle umum manevî derdlerime şifa olduğu gibi, Resâil-in Nur şakirdleri dahi tecrübeleriyle beni tasdik ediyorlar. Demek Resâil-in Nur bu âyetin bir mana-yı işarîsinde dâhildir. Ve bu dühûlüne bir emare olarak

 مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ nin makam-ı cifrîsi bin üçyüz otuzdokuz (1339) ederek aynı tarihte Kur'andan ilham olunan Resâil-in Nur bu asrın manevî ve müdhiş hastalıklarına şifa olmakla meydana çıkmağa başlamasından, bu âyet ona hususî remzettiğine bana kanaat veriyor. Ben kendi kanaatımı yazdım, kanaata itiraz edilmez.  Yirmibirinci Âyet veya Âyetler:

قُلْ اِنَّنِى هَدَينِى رَبِّى اِلَى صِرَاطٍٍ مُسْتَقِيمٍ

{ وَهَدَيهُ اِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ Sekiz-dokuz âyetlerde "Sırat-ı Müstakîm"e nazarı çeviriyorlar. Ve bu doğru, istikametli yolu bulmak için daima Kur'anın nurundan her asırda o asrın zulmetlerini dağıtacak ve istikamet yolunu tenvir edecek Kur'andan gelen nurlar olmakla ve bu dehşetli ve fırtınalı asırda o doğru yolu şaşırtmayacak bir surette gösteren başta şimdilik Risalet-ün Nur tezahür ettiğinden, hem bu "Sırat-ı Müstakîm" kelimesinin makam-ı cifrîsi -tenvin "nun" sayılmak cihetiyle- bin (1000) eder. Medde olmazsa dokuzyüz doksandokuz (999) ederek yalnız bir veya iki farkla (Haşiye) Risalet-ün Nur adedi olan dokuzyüz doksansekize (998) tevafukla,  (Haşiye): Yani: Risalet-in Nur'un mertebesi ikinci ve üçüncüde olduğuna işarettir. Vahiy değil ve olamaz. Belki ilham ve istihracdır.

  sekiz-dokuz âyetlerde "Sırat-ı müstakim" kelimeleri bu mezkûr iki âyet gibi Risalet-ün Nur'u "Sırat-ı müstakim"in efradına hususî idhal edip remzen ona baktırır ve istikametine işaret eder. Eğer

 صِرَاطٍ

daki tenvin sayılmazsa,

 اَلنُّورِ

daki şeddeli "nun" bir "nun" sayılır, yine tevafuk eder. Hem nasılki bu âyet Risâle-in Nur'a ismiyle bakıyor, öyle de onun istihzarat zamanına da bakar. Çünki 

هَدَينِى رَبِّى اِلَى صِرَاطٍٍ مُسْتَقِيمٍ

in makam-ı cifrîsi bin üçyüz onaltı (1316) ederek Risalet-ün Nur müellifinin ihtiyarsız olarak istihzarat-ı Nuriyede bulunduğu ve umum malûmatını Kur'anın fehmine basamaklar yaptığı en hararetli tarihi olan bin üçyüz onaltı adedine tam tamına tevafuku elbette evvelki işaratı teyid ve onunla teeyyüd ederek Risalet-ün Nur'u daire-i harîmine remzen belki işareten dâhil ediyor.  Cây-ı dikkat ve ehemmiyetli bir tevafuktur ki: Risalet-ün Nur müellifi bin üçyüz onaltı (1316) sıralarında mühim bir inkılab-ı fikrî geçirdi. Şöyle ki:  O tarihe kadar ulûm-u mütenevviayı, yalnız ilimle tenevvür için merak ederdi, okurdu, okuturdu. Fakat birden o tarihte merhum vali Tahir Paşa vasıtasıyla Avrupa'nın Kur'ana karşı müdhiş bir su-i kasdları var olduğunu bildi. Hattâ bir gazetede İngiliz'in bir müstemlekât nâzırı demiş:  "Bu Kur'an, İslâm elinde varken biz onlara hakikî hâkim olamayız. Bunun sukutuna çalışmalıyız." dediğini işitti, gayrete geldi.

Birden makam-ı cifrîsi bin üçyüzonaltı (1316) olan

 فَاَعْرِضْ عَنْهُمْ

fermanını manen dinleyerek bir inkılab-ı fikrî ile merakını değiştirdi. Bütün bildiği ulûm-u mütenevviayı Kur'anın fehmine ve hakikatlarının isbatına basamaklar yaparak hedefini ve gaye-i ilmiyesini ve netice-i hayatını, yalnız Kur'an bildi. Ve Kur'anın i'caz-ı manevîsi, ona rehber ve mürşid ve üstad oldu. Fakat maatteessüf o gençlik zamanında çok aldatıcı ârızalar yüzünden bilfiil o vazifenin başına geçmedi. Bir zaman sonra harb-i umumînin tarraka ve gürültüsü ile uyandı. O sabit fikir canlandı, bilkuvveden bilfiile çıkmağa başladı.

  İşte hem ona, hem Risalet-ün Nur'a çok alâkası bulunan bu bin üçyüz onaltı (1316) tarihine çok âyetler müttefikan bakarlar. Meselâ: Nasılki

  هَدَينِى رَبِّى اِلَى صِرَاطٍٍ مُسْتَقِيمٍ

âyeti tam tamına tevafukla işaret eder. Aynen öyle de; bir âyet-i meşhure olan

 اِنَّ رَبِّى عَلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ

makam-ı cifrîsi şeddeli "nun" bir "nun" sayılsa ve tenvin sayılmazsa bin üçyüz onaltı ederek aynen tam tamına o tarihe işaret eder. Hem nasılki yedi-sekiz sûrelerde gelen âyetler ve o âyetlerde gelen "Sırat-ı müstakim" cümleleri Risalet-ün Nur ismine tevafukla beraber, bu mezkûr iki âyet gibi bir kısmı Risalet-ün Nur te'lifinin tarihini de gösterir. Aynen öyle de; yedi aded sûrelerin başlarında yedi defa

 تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ

cümle-i kudsiyesi makam-ı cifrîsi olan bin üçyüz onaltı veya yedi (1316-1317) ederek aynen tam tamına o bin üçyüz onaltı tarihine tevafukla işaret ettiği gibi,

 طس تِلْكَ آيَاتُ الْقُرْآنِ

âyeti dahi aynen bin üçyüz onaltı ederek o bin üçyüz onaltı tarihine tevafukla işaret eder. Güya nasılki asr-ı saadette Kur'andaki îman hakikatlarına alâmetler, deliller ve o Kitab-ı Mübin'in dâvalarına bürhanları ve hüccetleri gözlere de göstermek manasında tekrar ile

 تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ

{

 تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ

{ تِلْكَ آيَاتُ الْقُرْآنِ 

fermanlarıyla Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan ilânat yapıyor. Öyle de, bu dehşetli asırda dahi bir mana-yı işarîsiyle o âyât-ı Furkaniyenin bürhanları ve hakkaniyetinin alâmetleri ve hakikatlarının hüccetleri ve hak Kelâmullah olduğuna delilleri olan Resâil-in Nur'a mana-yı işarîsiyle alâmet ve bürhan ve emare ve delil manasıyla âyâtın âyetleri diye tekrar ile

 تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ

ferman ederek nazar-ı dikkati Kur'an hesabına bu asra ve bu asırdaki Resâil-in Nur'a çeviriyor itikad ediyorum. Evet herbir cihet ile ayn-ı şuur olan âyât-ı Kur'aniyenin böyle yirmi vecihle ve yirmi parmakla aynı şeye müttefikan işaretleri tasrih derecesinde bana kanaat veriyor. Benim kanaatıma iştirak etmeyen bu ittifaka ne diyecek ve ne diyebilir? Hangi kuvvet bu ittifakı bozar? Resâil-in Nur bu asra gelen işarat-ı Kur'aniyeye hususî bir medar-ı nazar olduğuna kimin şüphesi varsa Kur'anın kırk vecihle mu'cizesini isbat eden Mu'cizat-ı Kur'aniye namındaki Yirmibeşinci Söz ve Yirminci Söz'ün ikinci makamına ve haşre dair Onuncu Söz ve Yirmidokuzuncu Sözlere baksın, şüphesi izale olmazsa gelsin parmağını gözüme soksun.

  Yirmiikinci Âyet ve Âyetler: Hem Yûnus, hem Yûsuf, hem Ra'd, hem Hıcr, hem Şuarâ, hem Kasas, hem Lukman Sûrelerinin başlarında bulunan

 تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ

ilân-ı kudsîsidir. Yirmibirinci âyetin hâtimesinde bunun münasebet-i maneviyesi bir derece beyan edilmiş. Cifrîsi ise, bu âyette üç

 "ت"

bin ikiyüz eder ve iki

 "ك"

iki

"ل"

yüz eder; yekûnu bin üçyüz. Bir

 "ي"

 bir

"ب"

 dört veya beş

 "ا"

mecmuu bin üçyüz onaltı veya onyedi (1316-1317) ederek Resâil-in Nur müellifi bir inkılab-ı fikrî ile ulûm-u mütenevviayı Kur'anın hakaikına çıkmak için basamaklar yaptığı bir tarihe tam tamına tevafuku münasebet-i maneviyesinin kuvvetine istinaden deriz:

  O tevafuk remzeder ki: Bu asırda Resâil-in Nur denilen otuzüç aded Söz ve otuzüç aded Mektub ve otuzbir aded Lem'alar, bu zamanda, Kitab-ı Mübin'deki âyetlerin âyetleridir. Yani, hakaikının alâmetleridir ve hak ve hakikat olduğunun bürhanlarıdır. Ve o âyetlerdeki hakaik-i îmaniyenin gayet kuvvetli hüccetleridir. Ve

 تِلْكَ

kelime-i kudsiyesinin işaret-i hissiyesiyle gözlere dahi görünecek derecede zâhir olduğunu ifade eden böyle işarete lâyık delilleridir diye remzen Resâil-in Nur'u bir işarî manasının küllî dairesine hususî ve medar-ı nazar bir ferdi olarak dâhil ediyor.

  Elhasıl: Nasılki bu âyette bulunan işarî mana yedi sûrede yedi işaret hükmünde olup delalet, belki sarahat derecesine çıkıyor. Aynen öyle de

: صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ

deki remz dahi, yedi-sekiz sûrelerde bulunmakla yedi-sekiz remz hükmünde olarak o remzi işaret, belki delalet, belki sarahat derecesine çıkarıyor.  İhtar: Külfetsiz olmak üzere birden hatıra gelen işarat kaydedildi. Tekellüfe girmemek için işaretli otuzüç âyetin çok işaratı kaydedilmedi.
Son Güncelleme: Cuma, 26 Nisan 2024 01:18  

REKLAMLAR

Web Site Tasarımı

Yönetim Panelli Website Tasarımlarınız için

0532 307 60 09

 

 

İSTATİSTİKLER

OS : Linux c
PHP : 5.3.29
MySQL : 5.7.43
Zaman : 01:18
Ön bellekleme : Etkisizleştirildi
GZIP : Etkisizleştirildi
Üyeler : 31076
İçerik : 1250
Web Bağlantıları : 2
İçerik Tıklama Görünümü : 2233128

Haberler

Mevlana Derki...!

 

"İnsanda Güzel olan yüzdür, Yüzde Güzel olan gözdür, ama insanı insan yapan;

Ağzından çıkan sözdür"