ahmetturkan.gen.tr

HAYATTAN DERSLER

  • Yazıtipi boyutunu arttır
  • Varsayılan yazıtipi boyutu
  • Yazıtipi boyutunu azaltır
Home RİSALE-İ NUR KASTAMONU LAHİKASI KASTAMONU LAHİKASI 179-200

KASTAMONU LAHİKASI 179-200

e-Posta Yazdır PDF

LEMEÂT'TAN

FÂTİHA'NIN ÂHİRİNDE İŞARET OLUNAN

ÜÇ YOLUN BEYANI

Ey birader-i pür emel! Hayâli ele al, benimle beraber gel. İşte bir zemindeyiz, etrafa bakarız; kimse de görmez bizi.

Çadır direkleri hükmünde yüksek dağlar üstünde karanlıklı bir bulut tabakası atılmış, hem o dahi kaplatmış zeminimizin yüzü.

Müncemid bir sakf olmuş, fakat altı yüzü açıkmış, o yüz güneş görürmüş. İşte bulut altındayız, sıkıyor zulmet bizi.

Sıkıntı da boğuyor; havasızlık öldürür. Şimdi bize üç yol var: Bir âlem-i ziyadar, bir kerre seyrettimdi bu zemin-i mecâzi.

Evet bir kerre buraya da gelmişim, üçünde ayrı ayrı dahi gitmişim. Birinci yolu budur: Ekseri burdan gider; o da devr-i âlemdir, seyahata çeker bizi.

İşte biz de yoldayız, böyle yayan gideriz. Bak şu sahranın kum deryalarına, nasıl hiddet saçıyor, tehdid ediyor bizi!

Bak şu deryanın dağvari emvacına! O da bize kızıyor. İşte Elhamdülillâh öteki yüze çıktık; görürüz güneş yüzü.

Fakat çektiğimiz zahmeti ancak da biz biliriz. Of! tekrar buraya döndük şu zemin-i vahşetzâr, bulut damı zulmettar. Bize lâzım: Revnakdar eder kalbdeki gö

Bir âlem-i ziyâdar. Fevkalâde eğer bir cesaretin var; gireriz de beraber, bu yol pür-hatarkâr. İkinci yolumuzu:

Tabiat-ı arzı deleriz, o tarafa geçeriz. Ya fıtrî bir tünelden titreyerek gideriz. Bir vakitte bu yolda seyrettim de geçtim bî-nâz ve pür-niyâzi.

sh: » (K: 179)

Fakat o zaman zemini eritecek, yırtacak bir madde var idi elimde. Üçüncü yolun o delil-i mu'cizi

Kur'an onu bana vermişti. Kardeşim, arkamı da bırakma, hiç de korkma! Bak şurada tünelvari mağaralar, tahtel'arz akıntılar beklerler ikimizi.

Bizi geçirecekler. Tabiat da şu müdhiş cümudiyeleri de seni hiç korkutmasın. Zira bu abus çehresi altında merhametli sahibinin tebessümlü yüzü.

Radyumvâri o madde-i Kur'anî ışığıyla sezmiştim. İşte, gözüne aydın! Ziyadar âleme çıktık, bak şu zemin-i pür-nâzı

Bu fezâ lâtif, şirin. Yahu başını kaldır! Bak semavata ser çekmiş, bulutları da yırtmış, aşağıda bırakmış. Dâvet ediyor bizi.

Şu şecere-i tûba, meğer o Kur'an imiş. Dalları her tarafa uzanmış. Tedelli eden bu dala biz de asılmalıyız, oraya alsın bizi.

O şecere-i semavîye; bir timsalî zeminde olmuş şer'-i enveri. Demek zahmet çekmeden o yol ile çıkardık bu âlem-i ziyaya, sıkmadan zahmet bizi.

Madem yanlış etmişiz; eski yere döneriz, doğru yolu buluruz. Bak, üçüncü yolumuz; şu dağlar üstünde durmuş olan şehbâzi

Hem de bütün cihana okuyor bir ezanı. Bak müezzin-i âzama, Muhammed-ül Hâşimî (A.S.M.) dâvet eder insanı âlem-i nur-u envere. İlzam eder niyaz ile namazı.

Bulutları da yırtmış, bak bu hüda dağlarına. Semavata ser çekmiş, bak şeriat cibaline. Nasıl müzeyyen etmiş zeminimizin yüzü gözü.

İşte çıkmalıyız biz buradan himmet tayyaresiyle. Ziya, nesim orada, nur u cemal orada. İşte buradadır Uhud-u Tevhid, o cebel-i azizî.

İşte şuradadır Cûdi-i İslâmiyet, o cebel-i selâmet. İşte Cebel-i Kamer olan Kur'an-ı Ezher, zülâl-i Nil akıyor o muhteşem menba'dan. İç o âb-ı lezizi!..

فَتَبَارَكَ اللَّهُ اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ


وَ اَخِرُ دَعْوَينَا اَنِ الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

sh: » (K: 180)

Ey arkadaş! Şimdi hayali baştan çıkar, aklı kafaya geçir! Evvelki iki yolun mağdub ve dâllîn yolu; hatarları pek çoktur, kıştır dâim güz yazı...

Yüzde biri kurtulur; Eflatun, Sokrat gibi. Üçüncü yolu; sehildir, hem karib, müstakimdir. Zaîf, kavî, müsavi. Herkes o yoldan gider. En rahatı budur ki: Şehid olmak ya gazi.

İşte neticeye gireriz. Evet dehâ-yı fennî: Evvelki iki yoldur ona meslek ve mezheb. Fakat hüda-yı Kur'anî: Üçüncü yoldur, onun sırat-ı müstakîmi îsâl eder o bizi.

اَللَّهُمَّ اِهْدِنَا الصِّرَاطَ اْلمُسْتَقِيمَ صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَ لاَالضَّآلِّينَ آمِينَ

* * *

(119)

HAKİKخ BÜTÜN ELEM DALÂLETTE, BÜTÜN LEZZET خMANDADIR

HAYAL LİBASINI GİYMİŞ MUAZZAM BİR HAKİKAT

Ey yoldaş-ışdar! Sırât-ı müstakîmin o meslek-i nuranî, mağdûb ve dâllînin o tarîk-ı zulmânî, tam farklarını görmek istersen eğer ey aziz,

Gel vehmini ele al, hayal üstüne de bin, şimdi seninle gideriz zulümat-ı ademe. O mezar-ı ekberi, o şehr-i pür-emvatı bir ziyaret ederiz.

Bir Kadîr-i Ezelî, kendi dest-i kudretiyle bu zulümat kıt'adan bizi tuttu çıkardı, bu vücuda bindirdi, gönderdi şu dünyaya; şu şehr-i bî-lezâiz.

İşte şimdi biz geldik şu âlem-i vücuda, o sahra-yı hâile. Gözümüz de açıldı, şeş cihette biz baktık; evvel istîtafkârâne önümüze bakarız.

Lâkin beliyyeler, elemler önümüzde düşmanlar gibi tehacüm eder. Ondan korktuk, çekindik. Sağa sola, anâsır-ı tabâyia bakarız, ondan meded bekleriz.

sh: » (K: 181)

Lâkin biz görüyoruz ki, onların kalbleri kasiyye, merhametsiz. Dişlerini bilerler, hiddetli de bakarlar; ne naz dinler, ne niyaz!

Muztar adamlar gibi me'yusane nazarı yukarıya kaldırdık. Hem istimdadkârâne ecram-ı ulviyeye bakarız; pek dehşetli tehdidkârâne görürüz.

Güya birer gülle bomba olmuşlar, yuvalardan çıkmışlar, hem etraf-ı fezada pek sür'atli geçerler, her nasılsa ki onlar birbirine dokunmaz.

Ger birisi yolunu kazara bir şaşırtsa, el'iyâzübillâh, şu âlem-i şehadet ödü de patlayacak. Tesadüfe bağlıdır; bundan dahi hayır gelmez.

Me'yusane nazarı o cihetten çevirdik, elîm hayrete düştük. Başımız da eğildi, sînemizde saklandık, nefsimize bakarız. Mütalâa ederiz.

İşte işitiyoruz: Zavallı nefsimizden binlerle hâcetlerin sayhaları geliyor. Binlerle fâkatlerin enînleri çıkıyor. Teselliyi beklerken tevahhuş ediyoruz.

Ondan da hayır gelmedi. Pek ilticakârâne vicdanımıza girdik; içine bakıyoruz, bir çareyi bekleriz. Eyvah! Yine bulmayız; biz meded vermeliyiz.

Zira onda görünür binlerle emelleri, galeyanlı arzular, heyecanlı hissiyat, kâinata uzanmış. Herbirinden titreriz, hiç yardım edemeyiz.

O âmâl sıkışmışlar vücud-adem içinde; bir tarafı ezele, bir tarafı ebede uzanıp gidiyorlar. ضyle vüs'atları var; ger dünyayı yutarsa o vicdan da tok olmaz.

İşte bu elîm yolda nereye bir baş vurduk, onda bir belâ bulduk. Zira mağdub ve dâllîn yolları böyle olur. Tesadüf ve dalâlet, o yolda nazar-endâz.

O nazarı biz taktık, bu hale böyle düştük. Şimdi dahi halimiz ki mebde' ve meâdi, hem Sâni' ve hem haşri muvakkat unutmuşuz.

Cehennem'den beterdir, ondan daha muhriktir, ruhumuzu eziyor. Zira o şeş cihetten ki onlara baş vurduk. ضyle hâlet almışız.

sh: » (K: 182)

Ki yapılmış o hâlet, hem havf ile dehşetten, hem acz ile ra'şetten, hem kalâk ve vahşetten, hem yütm ve hem yeisten mürekkeb vicdân-sûz.

Şimdi her cihete mukabil bir cepheyi alırız, def'ine çalışırız. Evvel, kudretimize müracaat ederiz, vâesefâ görürüz.

Ki âcize zaîfe. Sâniyen: Nefiste olan hâcâtın susmasına teveccüh ediyoruz. Vâesefâ durmayıp bağırırlar görürüz.

Sâlisen: İstimdadkârâne, bir halâskârı için bağırır, çağırırız, ne kimse işitiyor, ne cevabı veriyor. Biz de zannediyoruz:

Herbir şey bize düşman, herbir şey bizden garib. Hiçbirşey kalbimize bir teselli vermiyor; hiç emniyet bahşetmez, hakikî zevki vermez.

Râbian: Biz ecrâm-ı ulviyeye baktıkça, onlar nazara verir bir havf ile dehşeti. Hem vicdanın müz'ici bir tevahhuş geliyor: Akıl-sûz, evham-sâz!

İşte ey birader! Bu dalâletin yolu, mahiyeti şöyledir. Küfürdeki zulmeti, bu yolda tamam gördük. Şimdi de gel kardeşim, o ademe döneriz.

Tekrar yine geliriz. Bu kerre tarîkımız sırat-ı müstakimdir, hem îmanın yoludur. Delil ve imamımız, inayet ve Kur'andır, şehbaz-ı edvar-pervâz.

İşte Sultan-ı Ezel'in rahmet ve inayeti, vaktâ bizi istedi, kudret bizi çıkardı, lütfen bizi bindirdi kanun-u meşîete: Etvar üstünde perdaz.

Şimdi bizi getirdi, şefkat ile giydirdi şu hil'at-ı vücudu, emanet rütbesini bize tevcih eyledi. Nişanı niyaz ve namaz.

Şu edvar ve etvârın, bu uzun yolumuzda birer menzil-i nazdır. Yolumuzda teshilât içindir ki, kaderden bir emirnâme vermiş, sahifede cephemiz.

Her nereye geliriz, herhangi taifeye misafir oluyoruz, pek uhuvvetkârâne istikbal görüyoruz. Malımızdan veririz, mallarından alırız.

Ticaret muhabbeti, onlar bizi beslerler, hediyelerle süslerler, hem de teşyi' ederler. Gele gele işte geldik, dünya kapısındayız işitiyoruz âvâz.

sh: » (K: 183)

Bak girdik şu zemine; ayağımızı bastık şehadet âlemine: Şehr-âyîne-i Rahman, gürültühâne-i insan. Hiçbir şey bilmeyiz, delil ve imamımız meşîet-i Rahman'dır. Vekil-i delilimiz, nâzenin gözlerimiz. Gözlerimizi açtık, dünya içine saldık. Hatırına gelir mi evvelki gelişimiz?

Garib, yetim olmuştuk; düşmanlarımız çoktu, bilmezdik hâmimizi. Şimdi nur-u îman ile o düşmanlara karşı bir rükn-ü metînimiz

İstinadî noktamız, hem himayetkârımız def'eder düşmanları. O îman-ı billâhtır ki ziya-i ruhumuz, hem nur-u hayatımız, hem de ruh-u ruhumuz.

İşte kalbimiz rahat, düşmanları aldırmaz, belki düşman tanımaz. Evvelki yolumuzda, vakta vicdana girdik; işittik ondan binlerle feryad u fîzar ve âvâz.

Ondan belâya düştük. Zira âmâl, arzular, istidad ve hissiyat; daim ebedi ister. Onun yolunu bilmezdik, bizden yol bilmemezlik, onda fizâr ve niyaz.

Fakat elhamdülillâh, şimdi gelişimizde bulduk nokta-i istimdad, ki daim hayat verir o istidad, âmâle; tâ ebed-ül-âbâda onları eder pervaz.

Onlara yol gösterir, o noktadan istidad hem istimdad ediyor, hem âb-ı hayatı içer, hem kemâline koşuyor; o nokta-i istimdad, o şevk-engîz remz ü nâz.

İkinci kutb-u îman ki: Tasdik-i haşirdir, saadet-i ebedî; o sadefin cevheri îman, bürhanı Kur'an. Vicdan, insanî bir râz.

Şimdi başını kaldır, şu kâinata bir bak, onun ile bir konuş. Evvelki yolumuzda pek müdhiş görünüyordu. Şimdi de mütebessim her tarafa gülüyor, nâzenînâne niyâz ve âvâz.

Görmez misin: Gözümüz arı-misal olmuştur; her tarafa uçuyor. Kâinat bostanıdır, her tarafta çiçekler, her çiçek de veriyor ona bir âb-ı lezîz.

Hem ünsiyet, teselli, tahabbübü veriyor. O da alır getirir; şehd-i şehadet yapar. Balda bir bal akıtır, o esrar-engiz şehbâz.

sh: » (K: 184)

Harekât-ı ecrama, ya nücum, ya şümusa nazarımız kondukça, ellerine verirler Hâlıkın hikmetini. Hem mâye-i ibreti, hem cilve-i rahmeti alır ediyor pervaz.

Güya şu Güneş bizlerle konuşuyor: Der: "Ey kardeşlerimiz! Tevahhuşla sıkılmayınız, ehlen sehlen merhaba, hoş teşrif ettiniz. Menzil sizin; ben bir mumdar-ı şehnâz.

Ben de sizin gibiyim; fakat sâfi isyansız, mutî bir hizmetkârım. O Zât-ı Ehad-i Samed ki mahz-ı rahmetiyle hizmetinize beni müsahhar-ı pürnur etmiş. Benden hararet, ziya; sizden namaz ve niyaz."

Yâhu, bakın Kamer'e! Yıldızlarla denizler herbiri de kendine mahsus birer lisanla: "Ehlen sehlen merhaba!" derler. "Hoş geldiniz, bizi tanımaz mısınız?"

Sırr-ı teavünle bak, remz-i nizamla dinle. Herbirisi söylüyor: "Biz de birer hizmetkârız, Rahmet-i Zülcelâl'in birer âyinedârıyız; hiç de üzülmeyiniz, bizden sıkılmayınız."

Zelzele na'raları, hâdisat sayhaları sizi hiç korkutmasın, vesvese de vermesin. Zira onlar içinde bir zemzeme-i ezkâr, bir demdeme-i tesbîh, velvele-i nâz u niyaz.

Sizi bize gönderen o Zât-ı Zülcelâl, ellerinde tutmuştur bunların dizginlerini. İman gözü okuyor yüzlerinde âyet-i rahmet, herbiri birer âvâz.

Ey mü'min-i kalbi hüşyâr! Şimdi gözlerimiz bir parça dinlensinler, onların bedeline hassas kulağımızı îmanın mübarek eline teslim ederiz, dünyaya göndeririz. Dinlesin leziz bir sâz.

Evvelki yolumuzda bir mâtem-i umumî, hem vâveylâ-yı mevtî zannolunan o sesler, şimdi yolumuzda birer nevaz u namaz, birer âvâz u niyaz, birer tesbihe âğâz.

Dinle, havadaki demdeme, kuşlardaki civcive, yağmurdaki zemzeme, denizdeki gamgama, raadlardaki rakraka, taşlardaki taktaka birer mânidar nevaz...

Terennümat-ı hava, naarat-ı ra'diye, nağamat-ı emvâc, birer zikr-i azâmet. Yağmurun hezecâtı, kuşların seceâtı birer tesbih-i rahmet, hakikata bir mecaz.

sh: » (K: 185)

Eşyada olan asvat, birer savt-ı vücuddur: Ben de varım derler. O kâinat-ı sâkit, birden söze başlıyor: "Bizi camid zannetme, ey insan-ı boşboğaz!."

Tuyurları söylettirir ya bir lezzet-i nimet, ya bir nüzul-ü rahmet. Ayrı ayrı seslerle, küçük âğâzlarıyla rahmeti alkışlarlar, nimet üstünde iner, şükür ile eder pervaz.

Remzen onlar derler: "Ey kâinat kardeşler! Ne güzeldir hâlimiz: Şefkatle perverdeyiz, Hâlimizden memnunuz. Sivri dimdikleriyle fezaya saçıyorlar birer âvâz-ı pür-nâz.

Güya bütün kâinat ulvî bir musikidir, îman nuru işitir ezkâr ve tesbihleri. Zira hikmet reddeder tesadüf vücudunu, nizam ise tardeder ittifak-ı evham-sâz.

Ey yoldaş! Şimdi şu âlem-i misalîden çıkarız, hayalî vehimden ineriz, akıl meydanında dururuz, mîzana çekeriz, ederiz yolları ber-endaz.

Evvelki elîm yolumuz mağdub ve dâllîn yolu, o yol verir vicdana, tâ en derin yerine hem bir hiss-i elîmi, hem bir şedid elemi. Şuur onu gösterir. Şuura zıd olmuşuz.

Hem kurtulmak için de muztar ve hem muhtacız; ya o teskin edilsin, ya ihsas da olmasın; yoksa dayanamayız, feryâd u fîzar dinlenmez.

Hüdâ ise şifadır; heva, ibtal-i histir. Bu da teselli ister, bu da tegafül ister, bu da meşgale ister, bu da eğlence ister. Hevesat-ı sihirbaz.

Tâ vicdanı aldatsın, ruhu tenvim edilsin, tâ elem hissolmasın. Yoksa o elem-i elîm, vicdanı ihrak eder; fîzara dayanılmaz, elem-i ye's çekilmez.

Demek sırat-ı müstakimden ne kadar uzak düşse, o derece nisbeten şu halet te'sir eder, vicdanı bağırttırır. Her lezzetin içinde elemi var, birer iz.

Demek heves, heva, eğlence, sefahetten memzuc olan şaşaa-i medenî, bu dalâletten gelen şu müdhiş sıkıntıya bir yalancı merhem, uyutucu zehir-baz.

sh: » (K: 186)

Ey aziz arkadaşım! İkinci yolumuzda, o nuranî tarîkte bir hâleti hissettik; o hâletle oluyor hayat, maden-i lezzet. Âlâm, olur lezâiz.

Onunla bunu bildik ki mütefavit derecede, kuvvet-i îman nisbetinde rûha bir hâlet verir. Cesed ruhla mültezdir, ruh vicdanla mütelezziz.

Bir saadet-i âcile, vicdanda münderiçtir; bir firdevs-i mânevî, kalbinde mündemiçtir. Düşünmekse deşmektir; şuur ise, şiâr-ı râz.

Şimdi ne kadar kalb ikaz edilirse, vicdan tahrik edilse, ruha ihsas verilse; lezzet ziyade olur, hem de döner ateşi nur, şitası yaz.

Vicdanda firdevslerin kapılarıılır, dünya olur bir cennet. İçinde ruhlarımız, eder pervaz u perdaz, olur şehbaz u şehnaz, yelpaz namaz u niyaz.

Ey aziz yoldaşım! Şimdi Allah'a ısmarladık. Gel, berâber bir duâ ederiz, sonra da buluşmak üzere ayrılırız...

اَللَّهُمَّ اِهْدِنَا الصِّرَاطَ اْلمُسْتَقِيمَ آمِينَ

(120)

Îcaz ile Beyan İ'câz-ı Kur'ân

Bir zaman rü'yâda gördüm ki: Ağrı Dağı .altındayım. Birden dağ patladı, dağ gibi taşları âleme dağıttı, sarstı cihanı.

Füc'eten bir adam yanımda peyda oldu. Dedi ki: Îcaz ile beyan et, icmal ile îcaz et, bildiğin envâ-ı i'câz-ı Kur'ânı!

Daha rü'yâda iken tâbirini düşündüm, dedim: Şuradaki infilâk, beşerde bir inkılâba misal. İnkılâbda ise elbet hüdâ-yı Furkânî,

Her tarafta yükselip hem de hâkim olacak. İ'câzının beyânı, zamanı da gelecek! O sâile cevâben dedim: İ'câz-ı Kur'ânî,

Yedi menabi-i külliyeden tecelli, hem yedi anasırdan terekküb eder.

sh: » (K: 187)

Birinci Menba': Lâfzın fesâhatından selâset-i lisanı; Nazmın cezâletinden, mâna belâgatından, mefhumların bedaatından, mazmunların beraatından, üslûbların garâbetinden birden tevellüd eden bârika-i beyânı.

Onlarla oldu mümtezic, mîzac-ı i'cazında acib bir nakş-ı beyan, garib bir san'at-ı lisanî. Tekrarı hiç bir zaman usandırmaz insanı.

İkinci Unsur ise: Umur-u kevniyede gaybî olan esasat, İlâhî hakaikten gaybî olan esrardan, gaybî-yi âsumanî.

Mâzide kaybolan gaybî olan umurdan, müstakbelde müstetir kalmış olan ahvalden birden tazammun eden bir ilm-ül guyûb hızanı,

Âlem-ül guyûb lisanı, şehadet âlemiyle konuşuyor erkânı, rumuz ile beyanı, hedef nev'-i insanî, i'cazın bir lem'a-i nûranî...

Üçüncü Menba' ise: Beş cihetle hârika bir câmiiyet vardır. Lâfzında, mânasında, ahkâmda, hem ilminde, makasıdın mîzânı.

Lâfzı tazammun eder pek vasi' ihtimalât; hem vücuh-u kesire ki, her biri nazar-ı belâgatta müstahsen, arabiyece sahih, sırr-ı teşriî lâyık görüyor ânı.

Mânasında: Meşârib-i evliya, ezvâk-ı ârifîni, mezâhib-i sâlikîn, turuk-u mütekellimîn, menâhic-i hükema, o i'caz-ı beyanî. Birden ihata etmiş, hem de tazammun etmiş. Delâletinde vüs'at, mânasında genişlik. Bu pencere ile baksan, görürsün ne geniştir meydanı!

Ahkâmdaki istiâb: Şu hârika şeriat ondan olmuş istinbat, saadet-i dâreynin bütün desatirini, bütün esbab-ı emni.

İçtimaî hayatın bütün revabıtını, vesâil-i terbiye, hakaik-i ahvali birden tazammun etmiş onun tarz-ı beyanı...

İlmindeki istiğrak: Hem ulûm-u kevniye, hem ulûm-u İlâhî, onda meratib-i delâlat, rumuz ile işârât, sûreler surlarında cem'etmiştir cinanı.

Makasıd ve gâyâtta: Müvazenet, ıttırad, fıtrat desatirine mutabakat, ittihad; tam müraat etmiş, hıfzeylemiş mîzanı.

sh: » (K: 188)

İşte lâfzın ihâtâsında, mânanın vüs'atınde, ilmin istiğrakında, hükmün istîabında, müvazene-i gayatta câmiiyet-i pürşanı!..

Dördüncü unsur ise: Her asrın derece-i fehmine, edebî rütbesine, hem her asırdaki tabakata, derece-i istidad, rütbe-i kabiliyet nisbetinde ediyor bir ifaza-i nuranî.

Her asra, her asırdaki her tabakaya kapısışade. Güya her demde, her yerde taze nâzil oluyor o Kelâm-ı Rahmanî.

İhtiyarlandıkça zaman, Kur'an da gençleşiyor. Rumuzu hem tavazzuh eder, tabiat ve esbabın perdesini de yırtar o hitab-ı Yezdanî.

Nur-u tevhidi, her dem her âyetten fışkırır. Şehadet perdesini gayb üstünden kaldırır. Ulviyet-i hitabı dikkate davet eder, o nazar-ı insanı.

Ki o lisan-ı gaybdır; şehadet âlemiyle bizzât odur konuşur. Şu unsurdan bu çıkar hârika tazeliği bir ihata-i ummanî!

Te'nîs-i ezhan için akl-ı beşere karşı İlâhî tenezzülât. Tenzil'in üslûbunda tenevvü-ü munisliğidir mahbub-u ins ü cânı.

Beşinci Menba' ise: Nakil ve hikâyatında, ihbar-ı sadıkada esasî noktalardan hazır müşahid gibi bir üslûb-u bedi-i pür-maânî

Naklederek, beşeri onunla îkaz eder. Menkulâtı şunlardır: İhbar-ı evvelîni, ahval-i âhirîni, esrar-ı cehennem ve cinânı.

Hakaik-i gaybiye, hem esrar-ı şehadet, serair-i İlahî, revabıt-ı kevnîye dair hikâyatıdır hikâyet-i ayânî

Ki ne vâki reddeylemiş, ne mantık tekzib etmiş. Mantık kabûl etmezse red de bile edemez. Semavî kitabların ki matmah-ı cihanî.

İttifakî noktalarda musaddıkane nakleder. İhtilâfî yerlerinde musahhihane bahseder. Böyle naklî umûrlar bir "Ümmî"den sudûru hârikâ-i zamanî...

Altıncı Unsur ise: Mutazammın ve müessis olmuş Din-i İslâma. İslâmiyet misline ne mazi muktedirdir, ne müstakbel muktedir; araştırsan zaman ile mekânı!..

Arzımızı senevî, yevmî dairesinde şu hayt-ı semavîdir; tutmuş

Sh:»Kİ:189)

da döndürüyor. Küreye ağır basmış, hem dahi ona binmiş. Bırakmıyor isyanı.

Yedinci Menba' ise: Şu altı menba'dan çıkan envar-ı sitte, birden eder imtizac. Ondan çıkar bir hüsün, bundan gelir bir hads, vasıta-i nurânî.

Şundan çıkan bir zevktir; zevk-i i'caz bilinir, tabirine lisanımız yetişmez. Fikir dahi kasırdır, görünür de tutulmaz o necm-i âsumanî.

Onüç asır müddetle meyl-üt tahaddî varmış Kur'ânın a'dâsında, şevk-i taklid uyanmış Kur'anın ahbabında. İşte i'cazın bir bürhanı...

Şu iki meyl-i şedidle yazılmış meydanda, milyonlarla kütüb-ü arabiye, gelmiştir kütübhane-i vücuda. Onlar ile Tenzîl'i düşerse bir mizanı

Müvazene edilse, değil dânâ-i bî-müdânî, hattâ en âmî adam, göz kulakla diyecek: Bunlar ise insanî, şu ise âsumânî!

Hem de hükmedecek: Şu bunlara benzemez, rütbesinde olamaz. Öyle ise ya umumdan aşağı; bu ise, bilbedahe mâlûm olmuş butlanı.

Öyle ise, umumun fevkindedir. Mazmunları o kadar zamanda, kapıık, beşere vakfedilmiş; kendine dâvet etmiş ervah ile ezhanı!

Beşer onda tasarruf, kendine de mâletmiş. Onun mazmunları

ile yine Kur'ana karşı çıkmamış, hiçbir zaman çıkamaz; geçti zaman-ı imtihanı.

Sâir kitablara benzemez, onlara makîs olmaz; zira yirmi sene zarfında müneccemen hâcetlere nisbeten nüzulü; müteferrik mütekatı', bir hikmet-i Rabbanî.

Esbab-ı nüzulü muhtelif, mütebayin. Bir maddede es'ile mütekerrir, mütefavit. Hâdisat-ı ahkâmı müteaddid, mütegâyir. Muhtelif, mütefarık nüzulünün ezmanı.

Hâlât-ı telâkkisi mütenevvi', mütehalif. Aksam-ı muhatabı müteaddid, mütebaid. Gâyât-ı irşadında mütederric, mütefavit. Şu esaslara müstenid binaî, hem beyanî,

Sh: (K:190)

Cevabî, hem hitabî. Bununla da beraber selaset ve selâmet, tenasüb ve tesanüd, kemalini göstermiş; işte onun şâhidi: Fenn-i Beyân Maânî.

Kur'anda bir hassa var; başka kelâmda yoktur. Bir kelâmı işitsen, asıl sahib-i kelâmı arkasında görürsün, ya içinde bulursun. Üslûb: Âyine-i insânî.

Kur'an ise zahiren o nebi muhatabı gösterir. Muhattab sahib-i kelâma perde.

Zira bir Vacib-ül vücud ki, bînefad ve bînihayet hitab ve kelimat-ı Sübhanî.

Lâyuhad muhatabînine ezelden tâ ebede birden tevecücüh etmiş tekellümde ediyor.

Şöyle mahdud kelâmın arkasında ezel-ebed sultanı, yalnız bir lem'a-itecellisi kabildir sıkışması, eğer bütün onu nihayet-i kelimat def'aten dinlemesi.

Daire-i imkanda olsa idi, bir mekanı, yahut bütün muhâtabînî zerrat-ıkâinat suretinde, tek bir kulak olsa idi o ezan-ı cihanı, hem bir nûr-u îmanî, hembir hads-i vicdanî.

Belki kelam-ı bî nihayet arkasında, ya içinde bî nihayet-i celal azametiiçinde o haşmet-i Subhanî görürdü timsalini.

Demek tenzilin esalibinde tenevvü', İlâhî tenezzülat, Tecelli esma-isıfâttır ki, kelâmın arkasında görüyor onu bir nazar-ı îmanî.

Her adam diyebilir, şems benim için yakılmış, evim olan dünyada, şuâyinede güneş, bana tebessüm eder, bakıyor o ayn-ı âsumanî

Allah (C.C.), eğer şuuru ona, hem de sözü verse idi, o nazenin-i sema benimlekonuşurdu.

Ayine de olurdu vâsıta-i beyanî, inhisar-ı zihniyet ona bu hakkı verir, hem dahidiyebilir.

«Rabbim benimle konuşur, kelamın arkasında görüyorum imanımla birRahman-ı Nuranî»

Bütün zîruh, hem de bütün kâinat birden böyle derler. Zira onda tezahümyoktur, inhisar da olamaz, o sermedîdir, lâ

Sh:(K:191)

Ey sâil-i misalî! Sen ki îcaz istedin, ben de işaret ettim. Eğer tafsil istersen, haddimin haricinde!.. Sinek seyretmez âsumanı.

Zira o kırk enva'-ı i'cazından yalnız bir tekini ki, cezalet-i nazmıdır;

İşârât-ül İ'cazda sıkışmadı tibyanı.

Yüz sahife tefsirim ona kâfi gelmedi. Senin gibi ruhanî ilhamları ziyade. Ben istiyorum senden tafsil ile beyanı!

اُولاَشْمَازْ دِسْتِ أَدَبِ غَرْبِ هَوَسْ بَارِ هَوَاكَارِ دَهَادَارْ

دَأْبِ أَدَبْ أَبَدْ مُدَّتْ قُرْآنِ ضِيَابَارِ شِفَاكَارِ هُدَادَارْ

Kâmilîn insanların zevk-i meâlîsini hoşnud eden bir halet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez,

Onları eğlendirmez. Bu hikmete binaen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvanî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez.

Avrupa'dan tereşşuh etmiş şu hâzır edebiyat romanvâri nazarla, Kur'anda olan letâif-i ulviyet, mezaya-yı haşmeti göremez, hem tadamaz.


Kendindeki miheki ona ayar edemez. Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelan; onlar içinde gezer, hâricine çıkamaz:

Ya aşkla hüsündür, ya hamâset ve şehâmet, ya tasvir-i hakikat. İşte yabanî edebse hamaset noktasında hakperestliği etmez.

Belki zalim nev-i beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla kuvvetperestlik hissini telkin eder. Hüsün ve aşk noktasında, aşk-ı hakikî bilmez.

Şehvet-engiz bir zevki nefislere de zerkeder. Tasvir-i hakikat maddesinde, kâinata san'at-ı İlahî suretinde bakmaz,

Bir sıbga-i Rahmanî suretinde göremez. Belki tabiat noktasında tutar, tasvir ediyor, hem ondan da çıkamaz.

Onun için telkini aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlik hissini, kalbe de yerleştirir, ondan ucuzca kendini kurtaramaz.

Yine ondan gelen, dalâletten neş'et eden ruhun ızdırabatına o

Sh:(K:192)

edebsizlenmiş edeb (müsekkin hem münevvim); hakikî fayda vermez.

Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitab gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat! Meyyit hayat veremez.

Hem tiyatro gibi tenasühvâri, mâzi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.

Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlüfte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz.

Güneşi gösterse, sarı saçlı güzel bir aktrisi karie ihtar eder. Zâhiren der: "Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz."

Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefahete öyle müşevvikâne bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz.

İştihayı kabartır, hevesi tehyic eder, his daha söz dinlemez. Kur'andaki edebse hevayı karıştırmaz.

Hakperestlik hissi, hüsn-ü mücerred aşkı, cemalperestlik zevki, hakikatperestlik şevki verir; hem de aldatmaz.

Kâinata tabiat cihetinde bakmıyor; belki bir san'at-ı İlahî, bir sıbga-î Rahmanî noktasında bahseder, akılları şaşırtmaz.

Mârifet-i Sâni'in nurunu telkin eder. Herşeyde âyetini gösterir. Her ikisi rikkatli birer hüzün de veriyor, fakat birbirine benzemez.

Avrupazâde edebse fakd-ül ahbabdan, sahibsizlikten neş'et eden gamlı bir hüznü veriyor, ulvî hüznü veremez.

Zira sağır tabiat, hem de bir kör kuvvetten mülhemane aldığı bir hiss-i hüzn-ü gamdâr. Âlemi bir vahşetzâr tanır, başka çeşit göstermez.

O surette gösterir, hem de mahzunu tutar, sahibsiz de olarak yabaniler içinde koyar, hiçbir ümid bırakmaz.

Kendine verdiği şu hissî heyecanla git gide ilhada kadar gider, ta'tile kadar yol verir, dönmesi müşkil olur, belki daha dönemez.

Sh:(K:193)

Kur'anın edebi ise: ,öyle bir hüznü verir ki, âşıkane hüzündür, yetîmane değildir. Firak-ul ahbabdan gelir, fakd-ül ahbabdan gelmez.

Kâinatta nazarı, kör tabiat yerine şuurlu, hem rahmetli bir san'at-ı İlahî onun medar-ı bahsi, tabiattan bahsetmez.

Kör kuvvetin yerine inayetli, hikmetli bir kudret-i İlahî ona medar-ı beyan. Onun için kâinat, vahşetzar suret giymez.

Belki muhatab-ı mahzunun nazarında oluyor bir cem'iyet-i ahbab. Her tarafta tecavüb, her canibde tahabbüb; ona sıkıntı vermez.

Her köşede istînas, o cem'iyet içinde mahzunu vaz'ediyor bir hüzn-ü müştâkâne, bir hiss-i ulvî verir, gamlı bir hüznü vermez.

İkisi birer şevki de verir: O yabani edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana, heves olur münbasit; ruha ferah veremez.

Kur'anın şevki ise: Ruh düşer heyecana, şevk-i meâlî verir. İşte bu sırra binaen, Şeriat-ı Ahmediye (A.S.M) lehviyatı istemez.

Bazı âlât-ı lehvi tahrim edip, bir kısmı helâl diye izin verip.. Demek hüzn-ü Kur'anî veya şevk-i Tenzilî veren âlet, zarar vermez.

Eğer hüzn-ü yetimî veya şevk-i nefsanî verse, âlet haramdır. Değişir eşhasa göre, herkes birbirine benzemez.

* * *

Sh:»(K:194)

رمالهُ نوركَ ( حبّه ) ذبلنك بر ففره مسبىر ..


ابز سم كزادنك نرهبىسنى يازارمسَلز


اعلم !ان من لطا ئف اعجا زالقرآن ومن دلائل انّه رحمته عا قة للكا فة :


انّه كما ان لكل احد من العا لم عا لمًايخُصُّه ويربيّه ويدا ويه . ومن مزايًالطف ــارشاده


ان آياته مع كمال الانسجام وغايةالارتباط وتما م الا تصال بينها ،


يتيسّر لكل احدٍان يأهذَمن السّورالمتعددةآيات متفرقةلهدايته

وشفائه ، كمااهذهاعموم اهل المشارب واهل العلوم (حاشيه)


فبينماتراهاأشتاتًاباعتبارالمنازل والنزول ، اذًاتراهاقدصارت كقلادٍة


منظمةٍإئتلفت واتصلت مع أخواتهاالجديدة . فلابالفصل من


الاصل تنتقص ، ولابالوصل بالايآت الاخرتستوحش.فهذاالسرّيشير


الىان لاكثرالايآت الفرقانيةمع سائرالايات مناسباتٌ دقيقة يجوزذكرهامعهاواتصالهابها.


فكماأنسورة (الاخلاص) اشتملت علىثلاثين سورة


بضمّ جُمَلِهَا بعضٌ الىبعض دليلاًونتيجةً .كماذكرفى(لمعات) فى


(حاشيه) ان كتمىنرم ياىمنبالقران ال اكبردر.

Sh:»(K:195)

صحيفة (39) كذلك القرانالكلّيىالجزئي والنوع المحصر


فىالشخص شيتملبجامعيةالايات للمعانىالمتعددةومناسبة


الكل للكل يحتوي علىالوف الوف قرآنٍ فىنفس القران .فلكل

ذي حقيقةفيه كتابٌ يخصُّه ومن اتبعه..


اللهم يامنزل القرآن


بحق القرآن


اجعل القرآن مونسًاليفي حياتىوبعد مماتىونورًافىقلبي وقبرى


لااله الااللَّه محمدرسول اللَّه..الوداع (1)


(1 ) ظتن بزةمرضىفرب الدمب فىذلك الوذن فقلت:الوداع . لْااسافرمسهيا


القبرالىسبع اصبابىواتبذيورفظبىسمه طلبةالروسوالنور.اطزلف


Sh:»(K:196)

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ


اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ اْلعَالَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ علَى سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ وَ علَى اَلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

T'EVHİD'İN İKI BÜRHAN-I MUAZZAMI VE SÛRE-İ İHLÂS'IN BİR NÜKTE-İ İ'CÂZİYESİ

(122)

Şu kâinat tamamıyla bir bürhan-ı muazzamdır. Lisan-ı gayb, şehadetle müsebbihtir, muvahhiddir. Evet tevhid-i Rahman'la, büyük bir sesle zâkirdir ki,

لآَاِلَهَ اِلاَّهُوَ

Bütün zerrat-ı hüceyrat, bütün erkân ve a'zası birer lisan-ı zâkirdir; o büyük sesle beraber der ki,

لآَاِلَهَ اِلاَّهُوَ

O dillerde tenevvü' var, o seslerde meratib var. Fakat bir noktada toplar, onun zikri, onun savtı ki,

لآَاِلَهَ اِلاَّهُوَ

Bu bir insan-ı ekberdir, büyük sesle eder zikri; bütün eczası, zerratı, küçük sesleriyle, o bülend sesle beraber der ki,

لآَاِلَهَ اِلاَّهُوَ

Şu âlem halka-i zikri içinde okuyor aşrı, şu Kur'an maşrık-ı nuru. Bütün zîruh eder fikri ki,

لآَاِلَهَ اِلاَّهُوَ

Bu Furkan-ı Celîlüşşân, o tevhide nâtık bürhan, bütün âyât sâdık lisan. Şuâât-ı bârika-i îman. Beraber der ki,

لآَاِلَهَ اِلاَّهُوَ

Kulağı ger yapıştırsan, şu Furkan'ın sinesine, derinden tâ derine, sarîhan işitirsin semavî bir sada der ki,

Sh:»(K:197)

لآَاِلَهَ اِلاَّهُوَ

O sestir gâyeten ulvî, nihayet derece ciddî, hakikî pek samimî, hem nihayet mûnis ve muknî' ve bürhanla mücehhezdir. Mükerrer der ki,

لآَاِلَهَ اِلاَّهُوَ

Şu bürhan-ı münevverde, cihat-ı sittesi şeffaf ki, üstünde münakkaştır müzehher sikke-i i'caz. İçinde parlıyan nûr-u hidayet der ki,

لآَاِلَهَ اِلاَّهُوَ .

Evet, altında nescolmuş mühefhef mantık ve bürhan, sağında aklı istintak; mürefref her taraf, ezhan-ı "Sadakat" der ki,

لآَاِلَهَ اِلاَّهُوَ

Yemîn olan şimalinde, eder vicdanı işhad. Emâmında hüsn-ü hayırdır, hedefinde saadettir. Onun miftahıdır her dem ki,

لآَاِلَهَ اِلاَّهُوَ

Emam olan verasında ona mesned semavîdir ki, vahy-i mahz-ı Rabbanî. Bu şeş cihet ziyadardır; bürucunda tecellidar ki,

لآَاِلَهَ اِلاَّهُوَ

Evet vesvese-i sârık, yâ vehim- şübhe-i târık, ne haddi var ki o mârık, girebilsin bu bârık kasra. Hem şârık ki, sur sureler şâhik, her kelime bir melek-i nâtık ki,

لآَاِلَهَ اِلاَّهُوَ

O Kur'an-ı Azîmüşşan nasıl bir bahr-ı tevhiddir. Birtek katre, misal için birtek Sure-i İhlas.. fakat kısa birtek remzi, nihayetsiz rumuzundan. Bütün enva'-ı şirki reddeder, hem de yedi enva'-ı tevhidi eder isbat; üçü menfî, üçü müsbet şu altı cümlede birden:

Birinci cümle: قُلْ هُوَ karinesiz işarettir. Demek ıtlâk ile tâyindir. O tâyinde taayyün var. Ey

اَىْ لآَاِلَهَلآَاِلَهَ اِلاَّهُوَ

Sh:»(K:198)

Şu tevhid- şuhuda bir işarettir. Hakikat-bîn nazar tevhide müstağrak olursa der ki,

لاَمَشْهُودَاِلاَّهُوَ

İkinci cümle:( اَللَّهُ اَحَدٌ ) dir ki, tevhid-i ulûhiyete tasrihtir. Hakikat, hak lisanı der ki,

لاَمَعْبُودَ اِلاَّهُوَ

Üçüncü cümle:( اَللَّهُ الصَّمَدُ )dir. İki cevher-i tevhide sadeftir. Birinci dürrü: Tevhid-i Rububiyet. Evet nizam-ı kevn lisanı der ki,

لاَخَالِقَ اِلاَّهُوَ

İkinci dürrü: Tevhid-i Kayyumiyet. Evet seraser kâinatta, vücud ve hem bekada, müessire ihtiyaç lisanı der ki,

لاَقَيُّومَ اِلاَّهُوَ

Dördüncü: (لَمْ يَلِدْ )dir. Bir tevhid-i celalî müstetirdir; enva'-ı şirki reddeder, küfrü keser bîiştibah.

Yâni tegayyür, ya tenasül, ya tecezzi eden elbet; ne Hâlık'tır, ne Kayyum'dur, ne İlah...

Veled fikri, tevellüd küfrünü( لَمْ ) reddeder, birden keser atar. Şu şirktendir ki, olmuştur beşer ekserisi gümrah...

Ki İsa (A.S.) ya Üzeyr'in, (A.S) ya melaik, ya ukûlün tevellüd şirki meydan alıyor nev-i beşerde gâh bâ-gâh...

Beşincisi: وَلَمْ يُولَدْ )Bir tevhid-i sermedî işareti şöyledir: Vâcib, kadîm, ezelî olmazsa, olmaz İlah...

Yâni: Ya müddeten hâdis ise, ya maddeden tevellüd, ya bir asıldan münfasıl olsa, elbette olmaz şu kâinata penah...

Esbabperestî, nücumperestlik, sanemperestî, tabiatperestlik şirkin birer nev'idir; dalâlette birer çâh...

Altıncı: وَلَمْ يَكُنْ )Bir tevhid-i câmi'dir. Ne zâtında nazîri, ne

Sh:»(K:199)

ef'alinde şeriki, ne sıfâtında şebîhi لَمْ lafzına nazargâh...

Şu altı cümle manen birbirine netice, hem birbirinin bürhanı, müselseldir berahin, mürettebdir netâic şu surede karargâh...


Demek şu Sure-i İhlas'ta, kendi mikdar-ı kametinde müselsel, hem müretteb otuz sure münderiç; bu bunlara bahirgâh...

لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللَّهُ

* * *

 

REKLAMLAR

Web Site Tasarımı

Yönetim Panelli Website Tasarımlarınız için

0532 307 60 09

 

 

İSTATİSTİKLER

OS : Linux c
PHP : 5.3.29
MySQL : 5.7.43
Zaman : 19:41
Ön bellekleme : Etkisizleştirildi
GZIP : Etkisizleştirildi
Üyeler : 31076
İçerik : 1251
Web Bağlantıları : 2
İçerik Tıklama Görünümü : 2247436

Haberler

KİŞİSEL KALİTENİZİ ARTIRIN

[OLMASI GEREKENLER, OLMASI GEREKTİĞİ GİBİ OLMALI]