ahmetturkan.gen.tr

HAYATTAN DERSLER

  • Yazıtipi boyutunu arttır
  • Varsayılan yazıtipi boyutu
  • Yazıtipi boyutunu azaltır

10.SÖZ

e-Posta Yazdır PDF
ONUNCU SÖZ

 

Haşir Bahsi

 

 

 

İHTAR

(Şu risâlelerde teşbih ve temsilleri, hikâyeler sûretinde yazdığımın sebebi; hem teshil, hem Hakaik-i İslâmiyye ne kadar mâkul, mütenasip, muhkem, mütesanid olduğunu göstermektir. Hikâyelerin mânâları, sonlarındaki hakîkatlerdir. Kinaiyyat kabilinden yalnız onlara delâlet ederler. Demek, hayalî hikâyeler değil, doğru hakîkatlerdir.)

 

Birader, Haşir ve Âhireti basit ve avâm lisanıyla ve vâzıh bir tarzda beyânını ister isen, öyle ise şu temsilî hikâyeciğe nefsimle beraber bak, dinle:

Bir zaman iki adam, Cennet gibi güzel bir memlekete (şu dünyaya işarettir) gidiyorlar. Bakarlar ki: Herkes ev, hâne, dükkân kapılarını açık bırakıp muhafazasına dikkat etmiyorlar. Mal ve para, meydanda sahipsiz kalır. O adamlardan birisi, her istediği şeye elini uzatıp, ya çalıyor, ya gasbediyor. Hevesine tebaiyyet edip her nevi zulmü, sefaheti irtikâb ediyor. Ahâli de ona çok ilişmiyorlar. Diğer arkadaşı ona dedi ki:

“Ne yapıyorsun? Ceza çekeceksin; beni de belaya sokacaksın. Bu mallar mîrî malıdır. Bu ahali çoluk çocuğuyla asker olmuşlar veya memur olmuşlar. Şu işlerde sivil olarak istihdam ediliyorlar. Onun için sana çok ilişmiyorlar. Fakat intizâm şedittir. Pâdişahın her yerde telefonu var ve memurları bulunur. Çabuk git, dehâlet et” dedi. Fakat, o sersem inad edip dedi:

“Yok, mîrî malı değil, belki vakıf malıdır, sahipsizdir. Herkes istediği gibi tasarruf edebilir. Bu güzel şeylerden istifâdeyi men’edecek hiçbir sebep görmüyorum. Gözümle görmezsem inanmayacağım” dedi. Hem feylesofa-ne çok safsatiyatı söyledi. İkisi arasında ciddî bir münazara başladı. Evvelâ o sersem dedi:

“Pâdişah kimdir? Tanımam..”

Sonra arkadaşı ona cevaben: “Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz; sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki; nihayet derecede muntazam şu memleket Hâkimsiz olur? Ve bu kadar çok servet ki, her saatte bir şimendifer (Hâşiye 1) gaipten gelir gibi kıymettar, musanna mallarla dolu gelir. Burada dökülüyor gidiyor. Nasıl sahipsiz olur? Ve her yerde görünen ilânnâmeler ve beyânnâmeler ve her mal üstünde görünen turra ve sikkeler, damgalar ve her köşesinde sallanan bayraklar nasıl mâliksiz olabilir? Sen anlaşılıyor ki, bir parça firengî okumuşsun. Bu İslâm yazılarını okuyamıyorsun. Hem de bilenden sormuyorsun. İşte gel, en büyük fermanı sana okuyacağım.”

O sersem döndü dedi:

“Haydi pâdişah var; fakat benim cüz’î istifâdem O’na ne zarar verebilir. Hazinesinden ne noksan eder? Hem burada hapis mapis yoktur, ceza görünmüyor.”

Arkadaşı ona cevaben dedi:

“Yahu şu görünen memleket bir manevra meydanıdır. Hem sanayi-i garibe-i sultaniyyenin meşheridir. Hem muvakkat temelsiz misafirhaneleridir. Görmüyor musun ki, her gün bir kafile gelir, biri gider, kaybolur. Daima dolar boşanır. Bir zaman sonra şu memleket tebdil edilecek. Bu ahali başka ve daimî bir memlekete nakledilecek. Orada herkes hizmetine mukabil ya ceza, ya mükâfat görecek.” dedi.

Yine o hâin sersem, temerrüd edip: İnanmam. Hiç mümkün müdür ki, bu memleket harab edilsin; başka bir memlekete göç etsin.” dedi. Bunun üzerine emin arkadaşı dedi:

“Mâdem bu derece inad ve temerrüd edersin. Gel, had ve hesabı olmayan delâil içinde “Oniki Sûret” ile sana göstereceğim ki: Bir mahkeme-i kübrâ var, bir dâr-ı mükâfat ve ihsan ve bir dâr-ı mücâzât ve zindan var ve bu memleket her gün bir derece boşandığı gibi, bir gün gelir ki, bütün bütün boşanıp harab edilecek.

BİRİNCİ SURET: Hiç mümkün müdür ki; bir saltanat, bâhusus böyle muhteşem bir saltanat, hüsn-ü hizmet eden mutilere mükâfatı ve isyan edenlere mücâzâtı bulunmasın. Burada yok hükmündedir. Demek başka yerde bir mahkeme-i kübrâ vardır.

İKİNCİ SURET: Bu gidişata, icraata bak! Nasıl en fakir, en zaîften tut, tâ herkese mükemmel, mükellef erzak veriliyor. Kimsesiz hastalara çok güzel bakılıyor. Hem gayet kıymetdar ve şahane taamlar, kaplar, murassa nişanlar, müzeyyen elbiseler, muhteşem ziyâfetler vardır. Bak senin gibi sersemlerden başka, herkes vazifesine gayet dikkat eder. Kimse zerrece haddinden tecavüz etmez. En büyük şahıs, en büyük bir itaatle mütevâziâne bir havf ve heybet altında hizmet eder. Demek şu saltanat sahibinin pek büyük bir keremi, pek geniş bir merhameti var. Hem pek büyük izzeti, pek celâlli bir haysiyyeti, nâmusu vardır. Halbuki kerem ise, in’am etmek ister. Merhamet ise, ihsansız olamaz. İzzet ise, gayret ister. Haysiyyet ve nâmus ise, edebsizlerin tedibini ister. Halbuki şu memlekette o merhamet, o nâmûsa lâyık binden biri yapılmıyor. Zâlim izzetinde, mazlûm zilletinde kalıp buradan göçüp gidiyorlar.

Demek bir Mahkeme-i Kübrâya bırakılıyor.

ÜÇÜNCÜ SURET: Bak ne kadar âlî bir hikmet, bir intizâmla işler dönüyor. Hem ne kadar hakikî bir âdalet, bir mîzanla muameleler görülüyor. Halbuki hikmet-i hükûmet ise, saltanatın cenah-ı himayesine iltica eden mültecilerin taltifini ister. Adâlet ise, raiyyetin hukukunun muhafazasını ister; tâ hükûmetin haysiyyeti, saltanatın haşmeti muhafaza edilsin.

Halbuki şu yerlerde o hikmete, o adâlete lâyık binden biri icra edilmiyor. Senin gibi sersemler, çoğu ceza görmeden buradan göçüp gidiyorlar.

Demek bir Mahkeme-i Kübrâya bırakılıyor...

DÖRDÜNCÜ SURET: Bak had ve hesaba gelmeyen şu sergilerde olan misilsiz mücevherat, şu sofralarda olan emsalsiz mat'umat gösteriyorlar ki: Bu yerlerin pâdişahının hadsiz bir sehaveti, hesapsız dolu hazineleri vardır. Halbuki böyle bir sehavet ve tükenmez hazineler, daimî ve istenilen her şey içinde bulunur bir dâr-ı ziyâfet ister. Hem ister ki, o ziyâfetten telezzüz edenler orada devam etsinler. Tâ zeval ve firak ile elem çekmesinler. Çünki zeval-i elem, lezzet olduğu gibi, zeval-i lezzet dahi elemdir. Bu sergilere bak! Ve şu ilânlara dikkat et! Ve bu dellâllara kulak ver ki, mu'ciznümâ bir pâdişahın antika san'atlarını teşkil ve teşhir ediyorlar. Kemâlâtını gösteriyorlar. Misilsiz cemâl-i ma’nevîsini beyân ediyorlar. Hüsn-ü mahfîsinin letâifinden bahsediyorlar. Demek O’nun pek mühim, hayret verici kemâlât ve cemâl-i ma’nevîsi vardır. Gizli, kusursuz kemâl ise; takdir edici, istihsan edici, mâşâallah deyip müşahede edicilerin başlarında teşhir ister. Mahfî, nazîrsiz cemâl ise; görünmek ve görmek ister. Yâni, kendi cemâlini iki vecihle görmek.. biri, muhtelif âyinelerde bizzât müşahede etmek. Diğeri, müştak seyirci ve mütehayyir istihsan edicilerin müşahedesi ile müşahede etmek ister. Hem görmek, hem görünmek, hem daimî müşahede, hem ebedî işhad ister. Hem o daimî cemâl, müştak seyirci ve istihsan edicilerin devam-ı vücûdlarını ister. Çünki: daimî bir cemâl, zâil müştaka razı olamaz. Zira dönmemek üzere zevale mahkûm olan bir seyirci, zevalin tasavvuruyla muhabbeti adavete döner. Hayret ve hürmeti tahkire meyleder. Çünki insân, bilmediği ve yetişmediği şeye düşmandır. Halbuki şu misafirhanelerden herkes çabuk gidip, kayboluyor. O kemâl ve o cemâlin bir ışığını belki zayıf bir gölgesini, bir anda bakıp doymadan gidiyor.

Demek bir seyrangâh-ı daimîye gidiliyor...

BEŞİNCİ SURET: Bak bu işler içinde görünüyor ki, o misilsiz Zâtın pek büyük bir şefkati vardır. Çünki her musibetzedenin imdadına koşturuyor. Her suale ve matluba cevap veriyor. Hattâ, bak! En edna bir hacet, en edna bir raiyyetten görse, şefkatle kaza ediyor. Bir çobanın bir koyunu, bir ayağı incinse, ya merhem, ya baytar gönderiyor.

Gel gidelim, şu adada büyük bir içtima var. Bütün memleket eşrafı orada toplanmışlar. Bak, pek büyük bir nişanı taşıyan bir Yâver-i Ekrem bir nutuk okuyor. O şefkatli pâdişahından bir şeyler istiyor. Bütün ahali: “Evet, evet biz de istiyoruz” diyorlar. Onu tasdik ve teyid ediyorlar. Şimdi dinle, bu pâdişahın sevgilisi diyor ki:

“Ey bizi ni’metleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin nümûnelerin ve gölgelerin asıllarını, menba’larını göster. Ve bizi makarr-ı saltanatına celbet. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz ni’metlerini orada yedir. Bizi zeval ve teb’îd ile tazib etme. Sana müştak ve müteşekkir şu mutî raiyyetini başı boş bırakıp îdam etme.” diyor ve pek çok yalvarıyor. Sen de işitiyorsun. Acaba bu kadar şefkatli ve kudretli bir pâdişah, hiç mümkün müdür ki; en edna bir adamın en edna bir merâmını ehemmiyetle yerine getirsin, en sevgili bir Yâver-i Ekreminin en güzel bir maksûdunu yerine getirmesin? Halbuki, O sevgilinin maksudu, umumun da maksududur. Hem pâdişahın marzîsi, hem merhamet ve adâletinin muktezasıdır. Hem O’na rahattır, ağır değil. Bu misafirhânelerdeki muvakkat nüzhetgâhlar kadar ağır gelmez. Mâdem nümûnelerini göstermek için beş-altı gün seyrangâhlara bu kadar masraf ediyor, bu memleketi kurdu. Elbette hakikî hazinelerini, kemâlâtını, hünerlerini makarr-ı saltanatında öyle bir tarzda gösterecek, öyle seyrangâhlar açacak ki, akılları hayrette bırakacak.

Demek bu meydan-ı imtihanda olanlar, başı boş değiller; saadet sarayları ve zindanlar onları bekliyorlar...

ALTINCI SURET: İşte gel bak, bu muhteşem şimendiferler, tayyareler, teçhizâtlar, depolar, sergiler, icraatlar gösteriyorlar ki, perde arkasında pek muhteşem bir saltanat vardır, (Hâşiye) hükmediyor.

Böyle bir saltanat, kendisine lâyık bir raiyyet ister. Halbuki görüyorsun, bütün raiyyet bu misâfirhanede toplanmışlar. Misâfirhane ise her gün dolar, boşanır. Hem, bütün râiyyet manevra için bu meydan-ı imtihanda bulunuyorlar. Meydan ise, her saat tebdil ediliyor.

Hem bütün raiyyet, pâdişahın kıymettar ihsânâtının nümûnelerini ve hârika san’atlarının antikalarını sergilerde temâşa etmek için şu teşhirgâhta birkaç dakika durup seyrediyorlar. Meşher ise, her dakika tahavvül ediyor. Giden gelmez, gelen gider. İşte bu hâl, şu vaziyet kat’î gösteriyor ki: Şu misâfirhane ve şu meydan ve şu meşherlerin arkasında daimî saraylar, müstemir meskenler, şu nümûnelerin ve sûretlerin hâlis ve yüksek asıllarıyla dolu bağ ve hazineler vardır.

Demek burada çabalamak onlar içindir. Şurada çalıştırır, orada ücret verir. Herkesin istidâdına göre orada bir saadeti var...

YEDİNCİ SURET: Gel, bir parça gezelim. Şu medenî ahali içinde ne var, ne yok görelim. İşte bak! Her yerde, her köşede, müteaddid fotoğraflar kurulmuş, sûret alıyorlar. Bak, her yerde müteaddid kâtipler oturmuşlar, bir şeyler yazıyorlar. Her şeyi kaydediyorlar. En ehemmiyetsiz bir hizmeti, en âdi bir vukûâtı zaptediyorlar. Hâ, şu yüksek dağda pâdişaha mahsus bir büyük fotoğraf kurulmuş ki (Hâşiye 3) ; bütün bu yerlerde ne cereyan eder, sûretini alıyorlar. Demek O zât emretmiş ki; mülkünde cereyan eden bütün muamele ve işler zaptedilsin.

Demek oluyor ki; O Zât-ı Muazzam bütün hâdisatı kaydettirir, sûretini alır. İşte şu dikkatli hıfz ve muhafaza, elbette bir muhasebe içindir. Şimdi, en âdi raiyyetin en âdi muamelelerini ihmal etmeyen bir Hâkim-i Hafîz, hiç mümkün müdür ki raiyyetin en büyüklerinden en büyük amellerini muhafaza etmesin, muhasebe etmesin, mükâfat ve mücâzât vermesin. Halbuki, O zâtın izzetine ve gayretine dokunacak ve şe’n-i merhameti hiç kabûl etmeyecek muâmeleler, o büyüklerden sudûr ediyor. Burada cezâya çarpmıyor.

Demek, bir Mahkeme-i Kübrâya bırakılıyor...

SEKİZİNCİ SURET: Gel, O’ndan gelen bu fermanları sana okuyacağım. Bak, mükerrer va’dediyor ve şiddetli tehdid ediyor ki: “Sizleri oradan alıp, makarr-ı saltanatıma getireceğim ve mutîleri mes’ûd, âsîleri mahbus edeceğim. O muvakkat yeri harab edip, müebbed sarayları, zindanları hâvi diğer bir memleket kuracağım.” Hem o vaad ettiği şeyler, O’na gayet rahattır. Raiyyetine, gayet mühimdir. Va’dinde hulf ise, izzet-i iktidarına gayet zıttır. İşte bak ey sersem! Sen yalancı vehmini, hezeyancı aklını, aldatıcı nefsini tasdik ediyorsun. Ve hiçbir veçhile hulf ve hilâfâ mecbûriyyeti olmayan ve hiçbir cihetle hilâf haysiyyetine yakışmayan ve bütün görünen işler sıdkına şehadet eden bir zâtı tekzib ediyorsun. Elbette büyük bir cezaya müstehak olursun. Misâlin şuna benzer ki: Bir yolcu, güneşin ziyâsından gözünü kapıyor, hayâline bakıyor; vehmi, bir yıldız böceği gibi kafa fenerinin ışığıyla dehşetli yolunu tenvîr etmek istiyor. Mâdem vaad etmiş, yapacaktır. Halbuki îfâsı O’na çok rahat ve bize ve herşeye ve O’na ve saltanatına pek çok lâzımdır.

Demek bir Mahkeme-i Kübrâ, bir saadet-i uzmâ vardır.

DOKUZUNCU SURET: Şimdi gel! Bu dâirelerin ve cemâatlerin bâzı rüesâlarına ki; (Hâşiye 4) her biri bizzât Pâdişahla görüşecek husûsî birer telefonu var. Hem bâzı O’nun huzûruna çıkmışlar. Ne diyorlar bak: Bunlar ittifakla ihbar ediyorlar ki; O Zât, mükâfat ve mücâzât için pek muhteşem ve dehşetli bir yer ihzâr etmiş. Gayet kavî vaad ve şiddetli tehdid ediyor.

Hem O’nun izzet ve celâleti hiç bir vecihle hulf-ül va’de tenezzül edip, tezellülü kabûl etmez. Halbuki, o muhbirler hem tevâtür derecesinde çok, hem icmâ kuvvetinde bir ittifakla haber veriyorlar ki: Şu bâzı âsârı görünen saltanat-ı azîmenin medârı ve makarrı, buradan uzak bir başka memlekettedir ve şu meydan-ı imtihanda binalar muvakkattırlar. Sonra daimî saraylara tebdil edilecek. Bu yerler değişecekler. Çünki: eserleriyle âzameti anlaşılan şu muhteşem, zevalsiz saltanat; böyle geçici, devamsız, bîkarar, ehemmiyetsiz, mütegayyir, bekasız, nâkıs, tekemmülsüz umûrlar üzerinde kurulmaz, durulmaz... Demek; ona lâyık, daimî, müstekar, zevalsiz, müstemir, mükemmel, muhteşem umûrlar üzerinde duruyor.

Demek, bir diyâr-ı âher var; elbette o makarra gidilecektir...

ONUNCU SURET: Gel, bugün nevrûz-u sultânîdir. (Hâşiye 5) Bir tebeddülât olacak, acîb işler çıkacak. Şu baharın şu güzel gününde, şu güzel çiçekli olan şu yeşil sahraya gidip bir seyran ederiz. İşte bak! Ahali de bu tarafa geliyorlar. Bak bir sihir var. O binalar birden harab oldular, başka bir şekil aldı. Bak, bir mu’cize var. O harab olan binalar, birden burada yapıldı. Âdeta bu hâlî bir çöl, bir medenî şehir oldu. Bak, sinema perdeleri gibi her saat başka bir âlem gösterir, başka bir şekil alır. Buna dikkat et ki; o kadar karışık, sür’atli, kesretli, hakikî perdeler içinde ne kadar mükemmel bir intizâm vardır ki, herşey yerli yerine konuluyor. Hayâlî sinema perdeleri dahi bunun kadar muntâzam olamaz. Milyonlar mâhir sihirbazlar dahi bu san’atları yapamazlar. Demek, bize görünmeyen o pâdişahın çok büyük mu’cizeleri vardır.

Ey sersem! Sen diyorsun: “Nasıl bu koca memleket tahrib edilip, başka yere kurulacak?”

İşte görüyorsun ki: Her saat, senin aklın kabûl etmediği o tebdîl-i diyar gibi çok inkılablar, tebdiller oluyor. Şu toplanmak, dağılmak ve şu hallerden anlaşılıyor ki: Bu görünen sür’atli içtimalar, dağılmalar, teşkiller, tahribler içinde başka bir maksat var...

Bir saatlik içtima için on sene kadar masraf yapılıyor. Demek bu vaziyetler maksûd-u bizzât değiller. Bir temsildir, bir takliddirler. O Zât mu’cize ile yapıyor. Tâ sûretleri alınıp terkib edilsin ve neticeleri hıfzedilip yazılsın. −Nasılki, manevra meydan-ı imtihanının herşeyi kaydediliyordu ve yazılıyordu.− Demek, bir mecma-ı ekberde muamele, bunlar üzerine devam edip dönecek. Hem bir meşher-i âzamda daimî gösterilecek. Demek şu geçici, kararsız vaziyetler; sâbit sûretler, bâki meyveler veriyorlar.

Demek bu ihtifâlât; bir saadet-i uzmâ, bir Mahkeme-i Kübrâ, bilmediğimiz ulvî gayeler içindir...

ON BİRİNCİ SURET: Gel, ey muannid arkadaş! Bir tayyareye... ya şarka veya garba, yâni; mâzi ve müstakbele giden bir şimendifere binelim. Şu mu’cizekâr zâtın, sâir yerlerde ne çeşit mu’cizeler gösterdiğini görelim. İşte bak, gördüğümüz menzil ve meydan ve meşher gibi acâibler, her tarafta bulunuyor. Lâkin san’atça, sûretçe birbirinden ayrıdırlar. Fakat, buna iyi dikkat et ki: O sebatsız menzillerde, o devamsız meydanlarda, o bekasız meşherlerde; ne kadar bâhir bir hikmetin intizâmâtı, ne derece zâhir bir inâyetin işârâtı, ne mertebe âlî bir adâletin emârâtı, ne derece vâsi’ bir merhametin semeratı görünüyor. Basiretsiz olmayan herkes yakînen anlar ki: Onun hikmetinden daha ekmel bir hikmet ve inâyetinden daha ecmel bir inâyet ve merhametinden daha eşmel bir merhamet ve adâletinden daha ecell bir adâlet olamaz ve tasavvur edilemez. Eğer faraza tevehhüm ettiğin gibi, daire-i memleketinde daimî menziller, âlî mekânlar, sâbit makamlar, bâki meskenler, mûkîm ahali, mes’ud raiyyeti bulunmazsa; şu hikmet, inâyet, merhamet, adâletin hakîkatlarına şu bekasız memleket mazhar olamadığı mâlûm ve onlara mazhar olacak, başka yerde de bulunmazsa; o vakit gündüz ortasında güneşin ışığını gördüğümüz halde güneşi inkâr etmek derecesinde bir ahmaklıkla, şu gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek ve şu müşahede ettiğimiz inâyeti inkâr etmek ve şu gördüğümüz merhameti inkâr etmek ve şu pek kuvvetli emârâtı, işârâtı görünen adâleti inkâr etmek lâzımgelir. Hem bu gördüğümüz icrâat-ı hakîmane ve ef’âl-i kerîmane ve ihsânât-ı rahîmanenin sahibini; -hâşâ sümme hâşâ!- sefih bir oyuncu, gaddar bir zâlim olduğunu kabûl etmek lâzımgelir. Bu ise, hakîkatlerin zıtlarına inkılabıdır. Halbuki inkılâb-ı hakaik, bütün ehl-i aklın ittifakıyla muhaldir, mümkün değildir. Yalnız, herşeyin vücûdunu inkâr eden Sofestâî eblehler hariçtir.

Demek, bu diyardan başka bir diyar vardır. Onda bir Mahkeme-i Kübrâ, bir ma’dele-i ulyâ, bir mekreme-i uzmâ vardır ki; tâ şu merhamet ve hikmet ve inâyet ve adâlet tamamen tezahür etsinler...

ON İKİNCİ SURET: Gel, şimdi döneceğiz. Şu Cemâatlerin reisleriyle ve zâbitleriyle görüşeceğiz ve teçhizâtlarına bakacağız ki; o teçhizât, yalnız o meydandaki kısa bir müddet içinde geçinmek için mi verilmiştir? Yahut başka yerde uzun bir saadet hayatı tahsîl etmek için mi verilmiştir? Görelim. Herkese ve her teçhizâta bakamayız. Fakat, nümûne için şu zâbitin cüzdan ve defterine bakacağız. Bu cüzdanda zâbitin rütbesi, maaşı, vazifesi, matlubatı, düstur-u harekâtı vardır. Bak, bu rütbe birkaç günlük için değil; pek uzun bir zaman için verilebilir.

“Şu maaşı hazine-i hassâdan filan tarihte alacaksın” yazılıdır. Halbuki o tarih, çok zaman sonra ve bu meydan kapandıktan sonra gelir. Şu vazife ise; şu muvakkat meydana göre değil, belki pâdişahın kurbünde daimî bir saadeti kazanmak için verilmiştir. Şu matlûbat ise, birkaç günlük bu misâfirhanede geçinmek için olamaz. Belki uzun ve mes’udâne bir hayat için olabilir. Şu düstur ise, bütün bütün açığa verir ki; cüzdan sahibi başka yere namzettir, başka âleme çalışır. Bak şu defterlerde, âletler techizâtının sûret-i istimâli ve mes’uliyetler vardır. Halbuki, eğer yalnız bu meydandan başka âlî, daimî bir yer bulunmazsa; şu muhkem defter, o kat’î cüzdan, bütün bütün mânâsız olur. Hem şu muhterem zâbit ve mükerrem kumandan ve muazzez reis; bütün ahaliden aşağı, herkesten daha bedbaht, daha bîçare, daha zelil, daha musibetli, daha fakir, daha zayıf bir derekeye düşer. İşte buna kıyas et. Hangi şey’e dikkat etsen şehadet eder ki: Bu fâniden sonra bir bâki var...

Ey arkadaş! Demek, bu muvakkat memleket bir tarla hükmündedir. Bir tâlimgâhtır, bir pazardır. Elbette arkasında bir Mahkeme-i Kübrâ, bir saadet-i uzmâ gelecektir. Eğer bunu inkâr etsen; bütün zâbitlerdeki cüzdanları, defterleri, techizâtları, düsturları belki şu memleketteki bütün intizâmâtı, hattâ hükûmeti inkâr etmeğe mecbur olursun ve bütün vâki olan icraatın vücûdunu tekzib etmek lâzımgelir. O vakit sana, insân ve zîşuur denilmez. Sofestâîlerden daha akılsız olursun.

Sakın zannetme; tebdil-i memleket delilleri bu “Oniki Sûret”e münhasırdır. Belki had ve hesaba gelmez emâreler, deliller var ki: Şu kararsız mütegayyir memleket; zevalsiz, müstekar bir memlekete tahvîl edilecektir. Hem had ve hesaba gelmez işâretler, alâmetler var ki: Bu ahali, şu muvakkat misafirhanelerden alınacak, saltanatın makarr-ı daimîsine gönderilecek.

Bâhusus, gel sana “Oniki Sûret” kuvvetinden daha kuvvetli bir bürhân daha göstereceğim.

İşte gel bak! Şu uzaktaki görünen cemâat-ı azîme içinde, evvel adada gördüğümüz büyük nişan sahibi Yâver-i Ekrem bir tebliğatta bulunuyor. Gidelim, dinleyelim. Bak, o parlak Yâver-i Ekrem, bak o yüksekte ta’lik edilmiş Ferman-ı A’zamı ahaliye bildiriyor ve diyor ki: “Hazırlanınız; başka, daimî bir memlekete gideceksiniz. Öyle bir memleket ki, bu memleket ona nisbeten bir zindan hükmündedir. Pâdişahımızın makarr-ı saltanatına gidip merhametine, ihsanlarına mazhar olacaksınız. Eğer güzelce bu fermanı dinleyip itaat etseniz... Yoksa isyan edip dinlemezseniz, müthiş zindanlara atılacaksınız.” gibi tebliğatta bulunuyor. Sen de görüyorsun ki: O Ferman-ı A’zamda öyle i’câzkâr bir turra var ki, hiçbir veçhile kabil-i taklit değil. Senin gibi sersemlerden başka herkes; o ferman, pâdişahın fermanı olduğunu kat’î bilir ve o parlak Yâver-i Ekrem’de öyle nişanlar var ki, senin gibi körlerden başka herkes O Zâtı, pâdişahın pek doğru tercümân-ı evâmiri olduğunu yakînen anlar.

Acaba o Yâver-i Ekrem o Ferman-ı A’zamla beraber bütün kuvvetiyle dâva edip tebliğ ettikleri şu tebdil-i memleket mes’elesi, hiç kabil midir ki; îtiraz kabûl etsin. Evet kabil değil! İllâ ki, bütün bu gördüğümüz her şey’i inkâr edesin...

Şimdi ey arkadaş! Söz senindir, söyle. Ne diyorsan de!

- Ben ne diyeceğim, daha buna karşı bir şey denebilir mi? Gündüz ortasında güneşe karşı söz söylenir mi? Yalnız derim ki: “Elhamdülillâh. Yüzbin defa şükür olsun ki; vehim ve heva tahakkümünden, nefis ve heves esaretinden kurtulup, daimî hapis ve zindandan halâs oldum ve inandım ki; bu karmakarışık, kararsız misafirhanelerden başka ve kurb-u şahanede bir diyar-ı saadet vardır; biz de ona namzediz.

İşte, Haşir ve Âhiretten kinaye ve ibaret olan şu hikâye-i temsiliyye burada tamam oldu. Şimdi Tevfik-ı İlâhî ile hakîkat-ı ulyâya geçeceğiz. Geçmiş “Oniki Sûret”e mukabil “Oniki Mütesanid Hakîkat” ile bir “Mukaddime” beyân edeceğiz.

Birkaç işâretle başka yerlerde, yâni Yirmi İkinci, On Dokuzuncu, Yirmi Altıncı Sözlerde îzah edilen birkaç mes'eleye işâret ederiz.

BİRİNCİ İŞARET: Hikâyedeki sersem adamın o emin arkadaşıyla, “Üç Hakîkatları” var.

Birincisi: Nefs-i emmârem ile kalbimdir.

İkincisi: Felsefe şâkirdleriyle, Kur'an-ı Hakîm tilmizleridir.

Üçüncüsü: Ümmet-i İslâmiyye ile millet-i küfriyyedir.

Felsefe şâkirdleri ve millet-i küfriyye ve nefs-i emmârenin en müdhiş dâlâleti, Cenâb-ı Hakk'ı tanımamaktadır. Hikâyede nasıl emin adam demişti: “Bir harf kâtipsiz olmaz, bir kanun hâkimsiz olmaz.” Biz de deriz:

Nasılki bir kitap, bâhusus öyle bir kitap ki; her kelimesi içinde küçük kalemle bir kitap yazılmış. Her harfi içinde ince kalem ile muntâzam bir kaside yazılmış. Kâtibsiz olmak, son derece muhaldir. Öyle de şu kâinat nakkaşsız olmak, son derece muhal-ender muhaldir. Zîra bu kâinat öyle bir kitabdır ki; her sahifesi çok kitapları tazammun eder. Hattâ, her kelimesi içinde bir kitap vardır. Her bir harfi içinde bir kaside vardır. Yeryüzü bir sahifedir; ne kadar kitab içinde var... Bir ağaç bir kelimedir; ne kadar sahifesi vardır… Bir meyve, bir harf; bir çekirdek, bir noktadır. O noktada koca bir ağacın programı, fihristesi var. İşte böyle bir kitab, evsaf-ı Celâl ve Cemâle, nihayetsiz kudret ve hikmete mâlik bir Zât-ı Zülcelâl'in nakş-ı kalem-i kudreti olabilir. Demek, âlemin şuhûdiyle bu imân lâzım gelir. İllâ ki, dalâletten sarhoş olmuş ola...

Hem nasılki bir hâne ustasız olmaz. Bâhusus öyle bir hâne ki; hârika san'atlarla, acîb nakışlarla, garib zînetlerle tezyin edilmiş. Hattâ herbir taşında, bir saray kadar san'at dercedilmiş. Ustasız olmak, hiçbir akıl kabûl edemez, gayet mâhir bir san'atkâr ister.

Bâhusus o saray içinde sinema perdeleri gibi her saatte hakikî menziller teşkil edilip, kemâl-i intizâmla elbise değiştirdiği gibi değiştiriyor. Hattâ herbir hakikî perde içinde, müteaddit küçük küçük menziller icadediliyor. Öyle de şu kâinat nihayetsiz hakîm, alîm, kadîr bir sâni’ ister. Çünki: Şu muhteşem kâinat öyle bir saraydır ki; Ay, Güneş lâmbaları; yıldızlar, mumları; zaman, bir ip, bir şerittir ki, o Sâni’-i Zülcelâl her sene bir başka âlemi ona takıp, gösteriyor. O taktığı âlemin içinde üçyüzaltmış tarzda muntâzam sûretlerini tecdîd ediyor. Kemâl-i intizâmla ve hikmetle değiştiriyor. Yeryüzünü bir sofra-i ni’met yapmış ki, her bahar mevsiminde, üçyüzbin enva’-ı masnûatıyla tezyin ediyor. Had ve hesaba gelmez enva-ı ihsanatıyla dolduruyor. Öyle bir tarzda ki, nihayet ihtilât içinde ve karışmış oldukları halde, nihayet derecede imtiyaz ve farkla birbirlerinden ayrılıyor. Başka cihetleri buna kıyas et... Nasıl, böyle bir sarayın Sâni’inden gaflet edilebilir?

Hem nasılki bulutsuz, gündüz ortasında, Güneşin deniz yüzünde bütün kabarcıklar üstünde ve karada bütün parlak şeylerde ve kar’ın bütün parçalarında cilvesi göründüğü ve aksi müşahede edildiği halde Güneşi inkâr etmek, ne derece acib bir divânelik hezeyanıdır. Çünki; o vakit birtek Güneşi inkâr ve kabûl etmemekle; katarat sayısınca, kabarcıklar mikdarınca, parçalar adedince, hakikî ve bil’asâle güneşcikleri kabûl etmek lâzımgeliyor. Her zerrecikte (ki ancak bir zerre sıkışabildiği halde) koca bir Güneşin hakîkatını içinde kabûl etmek lâzım geldiği gibi, aynen öyle de: Şu sıravâri içinde her zaman hikmetle değişen ve düzgünlük içinde her vakit tazelenen şu muntâzam kâinatı görüp, Hâlîk-ı Zülcelâl’i evsaf-ı kemâliyle tasdik etmemek, ondan daha berbat bir dalâlet divaneliğidir, bir mecnunluk hezeyanıdır. Zira herşeyde, hattâ herbir zerrede bir Ulûhiyyet-i Mutlaka kabûl etmek lâzımdır. Çünki; meselâ: Havanın herbir zerresi; herbir çiçek ile herbir meyveye, herbir yaprağa girer ve işleyebilir. İşte şu zerre, eğer memur olmazsa, bütün girebildiği ve işlediği masnuların tarz-ı teşkilâtını ve sûretlerini ve heyetlerini bilmek lâzımdır. Tâ içinde işleyebilsin. Demek, muhit bir ilim ve kudrete mâlik olmalı ki, böyle yapsın.

Meselâ, toprakta herbir zerresi kabildir ki, muhtelif bütün tohumlar ve çekirdeklere medâr ve menşe olsun. Eğer memur olmazsa, lâzım geliyor ki: Otlar ve ağaçlar adedince ma’nevî cihazât ve makineleri tazammun etsin. Veyahut, onların bütün tarz-ı teşkilatını bilir, yapar, bütün onlara giydirilen sûretleri tanır, dikebilir bir san’at ve kudret vermek lâzımgelir. Daha sâir mevcûdâtı da kıyas et. Tâ anlayacaksın ki: Her şey’de âşîkâre, Vahdâniyyetin çok delilleri var.

Evet bir şeyden her şey’i yapmak ve herşey’i birtek şey yapmak, herşey’in hâlıkına has bir iştir.

 

fermân-ı zîşânına dikkat et. Demek; Vâhid-i Ehadı kabûl etmemek ile, mevcûdat adedince ilâhları kabûl etmek lâzımgelir.

İKİNCİ İŞARET: Hikâyede bir Yaver-i Ekrem’den bahsedilmiş ve denilmiş ki: Kör olmayan herkes O’nun nişanlarını görmekle anlar ki: O Zât, pâdişahın emriyle hareket eder ve O’nun has bendesidir. İşte O Yaver-i Ekrem, Resul-i Ekrem’dir (Aleyhissalâtü Vesselâm). Evet şöyle müzeyyen bir kâinatın, öyle mukaddes bir Sâniine böyle bir Resul-i Ekrem, ışık şemse lüzumu derecesinde elzemdir. Çünki; nasıl Güneş, ziyâ vermeksizin mümkün değildir. Öyle de Ulûhiyyet de, Peygamberleri göndermekle kendini göstermeksizin mümkün değildir.

Hem hiç mümkün olur mu ki, nihayet kemâlde olan bir cemâl; gösterici ve târif edici bir vasıta ile kendini göstermek istemesin?

Hem mümkün olur mu ki; gayet cemâlde bir kemâl-i san’at, onun üzerine enzar-ı dikkati celbeden bir dellâl vasıtasıyla teşhir istemesin?

Hem hiç mümkün olur mu ki; bir Rubûbiyyet-i âmmenin saltanat-ı külliyyesi, kesret ve cüz’iyyat tabakatında vahdâniyyet ve samedâniyyetini, zülcenaheyn bir meb’us vasıtasıyla ilânını istemesin! Yâni O Zât, ubûdiyyet-i külliyye cihetiyle kesret tabakatının dergâh-ı İlâhiyye elçisi olduğu gibi, kurbiyyet ve Risâlet cihetiyle dergâh-ı İlâhînin kesret tabakatına memurudur.

Hem hiç mümkün olur mu ki; nihayet derecede bir hüsn-ü zâtî sahibi, cemâlinin mehâsinini ve hüsnünün letâifini âyinelerde görmek ve göstermek istemesin! Yâni bir habib resûl vasıtasıyla ki; hem habibdir; ubûdiyyetiyle kendini O’na sevdirir, âyinedârlık eder. Hem resuldür; O’nu mahlûkatına sevdirir, Cemâl-i Esmâsını gösterir.

Hem hiç mümkün olur mu ki; acib mu’cizelerle, garib ve kıymettar şeylerle dolu hazineler sahibi, sarraf bir târif edici ve vassaf bir teşhir edici vasıtasıyla enzâr-ı halka arz ve başlarında izhar etmekle, gizli kemâlâtını beyân etmek irade etmesin ve istemesin?

Hem mümkün olur mu ki; bu kâinatı bütün esmâsının kemâlâtını ifade eden masnuatla tezyin ederek seyir için garip ve ince san’atlarla süslenilmiş bir saraya benzetsin de, rehber bir muallim tâyin etmesin?

Hem hiç mümkün olur mu ki; bu kâinatın sahibi, şu kâinatın tahavvülâtındaki maksad ve gaye ne olacağını, müş’ir-i tılsım-ı muğlâkını, hem mevcûdâtın “Nereden? Nereye? Necisin?” üç suâl-i müşkilin muammasını bir elçi vasıtasıyla açtırmasın!

Hem hiç mümkün olur mu ki; bu güzel masnuât ile kendini zîşuura tanıttıran ve kıymetli ni’metler ile kendini sevdiren Sâni’-i Zülcelâl; onun mukabilinde zîşuurdan marziyyatı ve arzuları ne olduğunu bir elçi vasıtasıyla bildirmesin!

Hem hiç mümkün olur mu ki; nev-i insânı, şuurca kesrete mübtelâ, istidadça ubûdiyyet-i külliyyeye müheyya sûretinde yaratıp, muallim bir rehber vasıtasıyla onları kesretten vahdete yüzlerini çevirmek istemesin!

Daha bunlar gibi çok vezaif-i Nübüvvet var ki, herbiri bir bürhân-ı kat’îdir ki: Ulûhiyyet, Risâletsiz olamaz...

Şimdi acaba âlemde Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’dan (beyân olunan evsaf ve vezaife) daha ehil ve daha câmi’ kim zuhur etmiş? Ve rütbe-i Risâlete ve vazife-i tebliğe O’ndan daha elyak, daha evfak hiç zaman göstermiş midir? Hâyır, aslâ ve kat’â!.. Belki O, bütün Resullerin seyyididir, bütün Enbiyanın imamıdır, bütün Asfiyanın serveridir, bütün mukarrebînin akrebidir, bütün mahlûkatın ekmelidir, bütün mürşidlerin sultanıdır. Evet ehl-i tahkikatın ittifakıyla, Şakk-ı Kamer ve parmaklarından su akması gibi, bine bâliğ mu’cizâtından had ve hesaba gelmez delâil-i Nübüvvetinden başka, Kur’an-ı Azîmüşşan gibi bir bahr-ı hakaik ve kırk vecihle mu’cize olan mu’cize-i kübrâ, Güneş gibi Risâletini göstermeğe kâfidir. Başka risâlelerde ve bilhassa Yirmibeşinci Söz’de Kur’anın kırka karîb vücûh-u i’câzından bahsettiğimizden burada kısa kesiyoruz.

ÜÇÜNCÜ İŞARET: Hatıra gelmesin ki; bu küçücük insânın ne ehemmiyeti var ki, bu azîm dünya onun muhasebe-i a’mâli için kapansın, başka bir daire açılsın? Çünki; Bu küçücük insân, câmiiyyet-i fıtrat itibariyle şu mevcûdat içinde bir ustabaşı ve bir dellâl-ı saltanat-ı İlâhiyye ve bir ubudiyyet-i külliyyeye mazhar olduğundan büyük ehemmiyeti vardır.

Hem, hatıra gelmesin ki; kısacık bir ömürde nasıl ebedî bir azaba müstehak olur? Zira küfür; şu mektûbât-ı Sâmedâniyye derecesinde ve kıymetinde olan kâinatı mânâsız, gayesiz bir derekeye düşürdüğü için, bütün kâinata karşı bir tahkir olduğu gibi; bu mevcûdâtta cilveleri, nakışları görünen bütün Esmâ-i Kudsiyye-i İlâhiyyeyi inkâr ile red ve Cenâb-ı Hakk’ın hakkaniyyet ve sıdkını gösteren gayr-ı mütenahî bütün delillerini tekzib olduğundan nihayetsiz bir cinâyettir. Nihayetsiz cinâyet ise, nihayetsiz azabı îcab eder...

DÖRDÜNCÜ İŞARET: Nasılki, hikâyede Oniki Sûretle gördük ki: Hiçbir cihetle mümkün değil; öyle bir pâdişahın, öyle muvakkat misafirhane gibi bir memleketi bulunsun da, müstekar ve haşmetine mazhar ve saltanat-ı uzmâsına medâr diğer daimî bir memleketi bulunmasın... Öyle de, hiçbir vecihle mümkün değil ki; bu fâni âlemin bâki Hâlık’ı, bunu îcad etsin de, bâki bir âlemi îcad etmesin? Hem mümkün değil; şu bedi’ ve zâil kâinatın Sermedî Sânii bunu halk etsin de, müstekar ve daimî diğer bir kâinatı icad etmesin? Hem mümkün değil; Bu meşher ve meydan-ı imtihan ve tarla hükmünde olan dünyanın Hakîm ve Kadîr ve Rahîm olan Fâtır’ı onu yaratsın, onun bütün gayelerine mazhar olan Dâr-ı Âhireti halk etmesin? Bu hakîkata “Oniki kapı” ile girilir. “ONİKİ HAKÎKAT” ile o kapılar açılır. En kısa ve basitten başlarız:

BİRİNCİ HAKÎKAT: Bâb-ı Rububiyyet ve Saltanattır ki, İsm-i Rabb’in cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki; şe’n-i Rububiyyet ve saltanat-ı Ulûhiyyet, bâhusus böyle bir kâinatı, kemâlâtını göstermek için gayet âlî gayeler ve yüksek maksadlar ile îcâd etsin, O’nun gayât ve makasıdına karşı îman ve ubudiyyetle mukabele eden mü’minlere mükâfatı bulunmasın. Ve o makasıdı red ve tahkir ile mukabele eden ehl-i dalâlete mücâzât etmesin!..

İKİNCİ HAKÎKAT: Bâb-ı Kerem ve Rahmettir ki, Kerim ve Rahîm isminin cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki: Gösterdiği âsâr ile nihayetsiz bir kerem ve nihayetsiz bir rahmet ve nihayetsiz bir izzet ve nihayetsiz bir gayret sahibi olan şu âlemin Rabbi; kerem ve rahmetine lâyık mükâfat, izzet ve gayretine şayeste mücâzâtta bulunmasın.

Hem, hatıra gelmesin ki; kısacık bir ömürde nasıl ebedî bir azaba müstehak olur? Zira küfür; şu mektûbât-ı Sâmedâniyye derecesinde ve kıymetinde olan kâinatı mânâsız, gayesiz bir derekeye düşürdüğü için, bütün kâinata karşı bir tahkir olduğu gibi; bu mevcûdâtta cilveleri, nakışları görünen bütün Esmâ-i Kudsiyye-i İlâhiyyeyi inkâr ile red ve Cenâb-ı Hakk’ın hakkaniyyet ve sıdkını gösteren gayr-ı mütenahî bütün delillerini tekzib olduğundan nihayetsiz bir cinâyettir. Nihayetsiz cinâyet ise, nihayetsiz azabı îcab eder...

DÖRDÜNCÜ İŞARET: Nasılki, hikâyede Oniki Sûretle gördük ki: Hiçbir cihetle mümkün değil; öyle bir pâdişahın, öyle muvakkat misafirhane gibi bir memleketi bulunsun da, müstekar ve haşmetine mazhar ve saltanat-ı uzmâsına medâr diğer daimî bir memleketi bulunmasın... Öyle de, hiçbir vecihle mümkün değil ki; bu fâni âlemin bâki Hâlık’ı, bunu îcad etsin de, bâki bir âlemi îcad etmesin? Hem mümkün değil; şu bedi’ ve zâil kâinatın Sermedî Sânii bunu halk etsin de, müstekar ve daimî diğer bir kâinatı icad etmesin? Hem mümkün değil; Bu meşher ve meydan-ı imtihan ve tarla hükmünde olan dünyanın Hakîm ve Kadîr ve Rahîm olan Fâtır’ı onu yaratsın, onun bütün gayelerine mazhar olan Dâr-ı Âhireti halk etmesin? Bu hakîkata “Oniki kapı” ile girilir. “ONİKİ HAKÎKAT” ile o kapılar açılır. En kısa ve basitten başlarız:

BİRİNCİ HAKÎKAT: Bâb-ı Rububiyyet ve Saltanattır ki, İsm-i Rabb’in cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki; şe’n-i Rububiyyet ve saltanat-ı Ulûhiyyet, bâhusus böyle bir kâinatı, kemâlâtını göstermek için gayet âlî gayeler ve yüksek maksadlar ile îcâd etsin, O’nun gayât ve makasıdına karşı îman ve ubudiyyetle mukabele eden mü’minlere mükâfatı bulunmasın. Ve o makasıdı red ve tahkir ile mukabele eden ehl-i dalâlete mücâzât etmesin!..

İKİNCİ HAKÎKAT: Bâb-ı Kerem ve Rahmettir ki, Kerim ve Rahîm isminin cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki: Gösterdiği âsâr ile nihayetsiz bir kerem ve nihayetsiz bir rahmet ve nihayetsiz bir izzet ve nihayetsiz bir gayret sahibi olan şu âlemin Rabbi; kerem ve rahmetine lâyık mükâfat, izzet ve gayretine şayeste mücâzâtta bulunmasın.

Demek o kereme lâyık ve o rahmete şayeste bir dâr-ı saadet olacaktır. Yoksa gündüzü ışığıyla dolduran Güneşin vücûdunu inkâr etmek gibi, bu görünen rahmetin vücûdunu inkâr etmek lâzımgelir. Çünki; bir daha dönmemek üzere zevâl ise; şefkati, musibete; muhabbeti, hırkate; ve ni’meti, nıkmete; ve aklı, meş’um bir âlete; ve lezzeti, eleme kalbettirmekle hakîkat-ı rahmetin intifası lâzımgelir. Hem o Celâl ve İzzete uygun bir dâr-ı mücazât olacaktır. Çünki; ekseriyâ zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar. Demek, bir Mahkeme-i Kübrâya bırakılıyor, te’hir ediliyor. Yoksa, bakılmıyor değil. Bazan dünyada dahi ceza verir. Kurûn-u sâlifede cereyan eden âsi ve mütemerrid kavimlere gelen azablar gösteriyor ki; insân başı boş değil. Bir celâl ve gayret sillesine her vakit mâruzdur. Evet hiç mümkün müdür ki, insan, umum mevcûdât içinde ehemmiyetli bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı olsun da; insânın Rabbi de insâna bu kadar muntâzam masnûâtıyla kendini tanıttırsa; mukabilinde insân îman ile O’nu tanımazsa… Hem bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse; mukabilinde insân ibâdetle kendini O’na sevdirmese... Hem bu kadar bu türlü ni’metleriyle muhabbet ve rahmetini ona gösterse; mukabilinde insân şükür ve hamdle O’na hürmet etmese; cezasız kalsın! Başı boş bırakılsın! O izzet, gayret sahibi Zât-ı Zülcelâl bir dâr-ı mücâzât hâzırlamasın! Hem hiç mümkün müdür ki; O Rahmân-ı Rahîm’in kendini tanıttırmasına mukabil; îman ile tanımakla ve sevdirmesine mukabil, ibâdetle sevmek ve sevdirmekle ve rahmetine mukâbil, şükür ile hürmet etmekle mukabele eden mü’minlere bir dâr-ı mükâfatı, bir saadet-i ebediyyeyi vermesin!

ÜÇÜNCÜ HAKîKAT: Bâb-ı Hikmet ve Adâlet olup, İsm-i Hakîm ve Âdil’in cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki; (Hâşiye) Zerrelerden güneşlere kadar cereyan eden hikmet ve intizâm, adâlet ve mizanla Rubûbiyyetin saltanatını gösteren Zât-ı Zülcelâl, Rubûbiyyetin cenah-ı himayesine iltica eden ve hikmet ve adâlete îman ve ubûdiyyetle tevfîk-i hareket eden mü’minleri taltif etmesin!

Ve o hikmet ve adâlete küfür ve tuğyan ile isyan eden edebsizleri tedib etmesin!.. Halbuki bu muvakkat dünyada o hikmet, o adâlete lâyık binden biri, insânda icra edilmiyor, te’hir ediliyor. Ehl-i dalâletin çoğu ceza almadan; ehl-i hidâyetin de çoğu mükâfat görmeden buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir Mahkeme-i Kübrâya, bir saâdet-i uzmâya bırakılıyor.

Evet, görünüyor ki; şu âlemde tasarruf eden Zât, nihayetsiz bir hikmetle iş görüyor. Ona bürhân mı istersin? Her şeyde maslahat ve faidelere riayet etmesidir. Görmüyor musun ki: İnsânda bütün âza, kemikler ve damarlarda, hattâ bedenin hüceyratında, her yerinde, her cüz’ünde faydalar ve hikmetlerin gözetilmesi, hattâ bâzı âzâsı, bir ağacın ne kadar meyveleri varsa, o derece o uzva hikmetler ve faydalar takması gösteriyor ki; nihayetsiz bir hikmet eliyle iş görülüyor. Hem herşeyin san’atında nihayet derecede intizâm bulunması gösterir ki; nihayetsiz bir hikmet ile iş görülüyor.

Evet güzel bir çiçeğin dakik programını, küçücük bir tohumunda dercetmek, büyük bir ağacın sahife-i a’mâlini, tarihçe-i hayatını, fihriste-i cihâzâtını küçücük bir çekirdekte ma’nevî kader kalemiyle yazmak; nihayetsiz bir hikmet kalemi işlediğini gösterir.

Hem herşeyin hilkatinde gayet derecede hüsn-ü san’at bulunması; nihayet derecede hakîm bir Sâniin nakşı olduğunu gösterir. Evet şu küçücük insân bedeni içinde bütün kâinatın fihristesini, bütün hazâin-i rahmetin anahtarlarını, bütün Esmâlarının âyinelerini dercetmek; nihayet derecede bir hüsn-ü san’at içinde bir hikmeti gösterir. Şimdi hiç mümkün müdür ki, şöyle icraat-ı rubûbiyyette hâkim bir hikmet; o rubûbiyyetin kanadına iltica eden ve îman ile itaat edenlerin taltifini istemesin ve ebedî taltif etmesin!

Hem adâlet ve mizan ile iş görüldüğüne bürhân mı istersin? Herşeye hassas mizanlarla, mahsus ölçülerle vücûd vermek, sûret giydirmek, yerli yerine koymak; nihayetsiz bir adâlet ve mizan ile iş görüldüğünü gösterir.

Hem, her hak sahibine istidâdı nisbetinde hakkını vermek, yâni vücûdunun bütün levâzımâtını, bekâsının bütün cihâzâtını en münâsib bir tarzda vermek; nihayetsiz bir adâlet elini gösterir.

Hem, istidâd lisanıyla, ihtiyâc-ı fıtrî lisanıyla, ızdırar lisanıyla sual edilen ve istenilen herşeye daimî cevap vermek; nihayet derecede bir adl ve hikmeti gösteriyor.

Şimdi hiç mümkün müdür ki; böyle en küçük bir mahlûkun, en küçük bir hâcâtının imdadına koşan bir adâlet ve hikmet; insân gibi en büyük bir mahlûkun beka gibi en büyük bir hâcetini mühmel bıraksın! En büyük istimdâdını ve en büyük sualini cevapsız bıraksın? Rubûbiyyetin haşmetini, ibâdının hukukunu muhafaza etmekle, muhafaza etmesin! Halbuki şu fâni dünyada kısa bir hayat geçiren insân, öyle bir adâletin hakîkatına mazhar olamaz ve olamıyor. Belki bir Mahkeme-i Kübrâya bırakılıyor. Zira hakikî adâlet ister ki; şu küçücük insân, şu küçüklüğü nisbetinde değil, belki cinâyetinin büyüklüğü, mahiyyetinin ehemmiyeti ve vazifesinin âzameti nisbetinde mükâfat ve mücâzât görsün. Mâdem şu fâni, geçici Dünya; ebed için halk olunan insân hususunda öyle bir adâlet ve hikmete mazhariyyetten çok uzaktır… Elbette âdil olan o Zât-ı Celil-i Zülcemâl’in ve Hakîm olan o Zât-ı Cemil-i Zülcelâl’in daimî bir Cehennem’i ve ebedî bir Cennet’i bulunacaktır.

DÖRDÜNCÜ HAKÎKAT: Bâb-ı Cûd ve Cemâldir. İsm-i Cevvad ve Cemîl’in cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki; nihayetsiz cûd ve sehâvet, tükenmez servet, bitmez hazineler, misilsiz sermedî cemâl, kusursuz ebedî kemâl; bir dâr-ı saadet ve mahall-i ziyâfet içinde daimî bulunacak olan muhtaç şâkirleri, müştak âyine-dârları, mütehayyir seyircileri istemesinler! Evet, Dünya yüzünü bu kadar müzeyyen masnûâtıyla süslendirmek, Ay ile Güneşi lâmba yapmak, yeryüzünü bir sofra-i ni’met ederek mat’ûmatın en güzel çeşitleriyle doldurmak, meyveli ağaçları birer kab yapmak, her mevsimde birçok defalar tecdid etmek; hadsiz bir cûd ve sehâveti gösterir. Böyle nihayetsiz bir cûd ve sehâvet; öyle tükenmez hazineler ve rahmet, hem daimî, hem arzu edilen herşey içinde bulunur bir dâr-ı ziyâfet ve mahall-i saadet ister. Hem kat’î ister ki; o ziyâfetten telezzüz edenler, o mahall-i saadette devam etsinler, ebedî kalsınlar. Tâ zeval ve firakla elem çekmesinler. Çünki; zeval-i elem lezzet olduğu gibi, zeval-i lezzet dahi elemdir. Öyle sehâvet, elem çektirmek istemez.

Demek, ebedî bir Cennet’i, hem, içinde ebedî muhtaçları ister. Çünki; nihayetsiz cûd ve seha, nihayetsiz ihsan etmek ister, ni’metlendirmek ister. Nihayetsiz ihsan ve ni’metlendirmek ise, nihayetsiz minnettarlık, ni’metlenmek ister. Bu ise, ihsana mazhar olan şahsın devam-ı vücûdunu ister. Tâ, daimî tena’umla o daimî in’ama karşı şükür ve minnettarlığını göstersin. Yoksa zeval ile acılaşan cüz’î bir telezzüz, kısacık bir zamanda öyle bir cûd u sehanın muktezasıyla kabil-i tevfik değildir.

Hem dahi meşher-i san’at-ı İlâhiyye olan aktâr-ı âlem sergilerine bak. Yeryüzündeki nebâtat ve hayvanatın ellerinde olan ilânat-ı Rabbâniyyeye dikkat et (Hâşiye-1) , mehâsin-i rubûbiyyetin dellâlları olan enbiya ve evliyaya kulak ver. Nasıl müttefikan Sâni’-i Zülcelâl’in kusursuz kemâlâtını, hârika san’atlarının teşhiriyle gösteriyorlar, beyân ediyorlar, enzar-ı dikkati celbediyorlar.

Demek, bu âlemin Sâniinin pek mühim ve hayret verici ve gizli kemâlâtı vardır. Bu hârika san’atlarla onları göstermek ister. Çünki; gizli, kusursuz kemâlât ise, takdir edici, istihsan edici, mâşâallah diyerek müşahede edicilerin başlarında teşhir ister. Daimî kemâlât ise, daimî tezâhür ister. O ise, takdir ve istihsan edicilerin devâm-ı vücûdunu ister. Bekası olmayan istihsan edicinin nazarında, kemâlâtın kıymeti sukut eder (Hâşiye-2) Hem dahi, kâinatın yüzünde serilmiş olan gayetle güzel ve san’atlı ve parlak ve süslü şu mevcûdât; ışık Güneşi bildirdiği gibi, misilsiz ma’nevî bir cemâlin mehâsinini bildirir ve nazîrsiz, hafî bir hüsnün letâifini iş’ar ediyor.(Hâşiye-3) O münezzeh hüsün, o mukaddes cemâlin cilvesinden, esmâlarda, belki her isimde çok gizli defineler bulunduğunu işaret eder. İşte şu derece âli, nazîrsiz, gizli bir cemâl ise; kendi mehâsinini bir mir’âtta görmek ve hüsnünün derecâtını ve cemâlinin mikyaslarını zîşuur ve müştak bir âyinede müşâhede etmek istediği gibi, başkalarının nazarıyla yine sevgili cemâline bakmak için, görünmek de ister.

Demek, iki vecihle kendi cemâline bakmak; biri: Herbiri başka başka renkte olan âyinelerde bizzât müşâhede etmek. Diğeri: Müştak olan seyirci ve mütehayyir olan istihsancıların müşâhedesi ile müşahede etmek ister. Demek, hüsün ve cemâl, görmek ve görünmek ister. Görmek, görünmek ise; müştak seyirci, mütehayyir istihsan edicilerin vücûdunu ister. Hüsün ve cemâl, ebedî sermedî olduğundan müştakların devam-ı vücûdlarını ister. Çünki, daimî bir cemâl ise; zâil bir müştâka râzı olamaz. Zira dönmemek üzere zevale mahkûm olan bir seyirci, zevâlin tasavvuruyla muhabbeti adavete döner. Hayreti istihfafa, hürmeti tahkire meyleder. Çünki, hodgâm insân, bilmediği şey’e düşman olduğu gibi, yetişmediği şey’e de zıddır. Halbuki nihayetsiz bir muhabbet, hadsiz bir şevk ve istihsan ile mukabeleye lâyık olan bir cemâle karşı zımnen bir adâvet ve kin ve inkâr ile mukabele eder. İşte, kâfir, Allah’ın düşmanı olduğunun sırrı bundan anlaşılıyor.

Mâdem, o nihayetsiz sehavet-i cûd, o misilsiz cemâl-i hüsün, o kusursuz kemâlât; ebedî müteşekkirleri, müştakları, müstahsinleri iktiza ederler. Halbuki, şu misafirhane-i dünyada görüyoruz; herkes çabuk gidip, kayboluyor. O sehavetin ihsanını ancak az bir parça tadar. İştihası açılır. Fakat yemez gider. O cemâl, o kemâlin dahi ancak biraz ışığına, belki bir zaîf gölgesine bir anda bakıp, doymadan gider. Demek, bir seyrangâh-ı daimîye gidiliyor.

Elhasıl: Nasılki şu âlem bütün mevcûdâtıyla Sâni’-i Zülcelâl’ine kat’î delâlet eder; Sâni’-i Zülcelâl’in de sıfât ve Esmâ-i Kudsiyyesi, dâr-ı âhirete delâlet eder ve gösterir ve ister.

BEŞİNCİ HAKÎKAT: Bâb-ı şefkat ve Ubûdiyyet-i Muhammediyyedir (Aleyhissalâtü Vesselâm). İsm-i Mucîb ve Rahîmin cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki; en edna bir hâceti, en edna bir mahlûkundan görüp kemâl-i şefkatle ummadığı yerden is’âf eden ve en gizli bir sesi, en gizli bir mahlûkundan işitip imdad eden, lisan-ı hâl ve kal ile istenilen herşey’e icabet eden nihayetsiz bir şefkat ve bir merhamet sahibi bir Rab; en büyük bir abdinden (Hâşiye) , en sevgili bir mahlûkundan en büyük hâcetini görüp bitirmesin, is’âf etmesin! En yüksek duayı işitip kabûl etmesin!..

Evet, meselâ hayvanatın zaîflerinin ve yavrularının rızık ve terbiyeleri hususunda görünen lütûf ve sühûleti gösteriyor ki: Şu kâinatın Mâliki, nihayetsiz bir rahmetle Rubûbiyyet eder. Rubûbiyyetinde bu derece rahîmane bir şefkat, hiç kabil midir ki; mahlûkatın en efdalinin en güzel duasını kabûl etmesin!.. Bu hakîkatı On Dokuzuncu Söz’de izah ettiğim vechile, şurada dahi mükerreren şöyle beyân edelim:

Ey nefsimle beraber beni dinleyen arkadaş! Hikâye-i temsiliyyede demiştik; bir adada bir içtima var... Bir Yâver-i Ekrem bir nutuk okuyor. Onun işaret ettiği hakîkat şöyledir ki: Gel! Bu zamandan tecerrüd edip, fikren Asr-ı Saâdet’e ve hayâlen Ceziret-ül Arab’a gidiyoruz. Tâ ki, Resûl-i Ekrem’i (Aleyhissalâtü Vesselâm) vazife başında ve ubûdiyyet içinde görüp, ziyâret ederiz. Bak! O Zât nasılki Risâletiyle, hidâyetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husûlü ve vesile-i vusûlüdür. Onun gibi, ubûdiyyetiyle ve duâsıyla, o saadetin sebeb-i vücûdu ve Cennet’in vesile-i îcadıdır.

İşte bak! O Zât öyle bir salât-ı kübrâda, bir ibâdet-i ulyâda saadet-i ebediyye için dua ediyor ki, güya bu cezîre, belki bütün Arz Onun âzametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder. Çünki ubûdiyyeti ise; O’na ittiba eden ümmetin ubûdiyyetini tazammun ettiği gibi, muvafakat sırrıyla bütün Enbiyanın sırr-ı ubûdiyyetini tazammun eder. Hem O, salât-ı kübrâyı öyle bir cemâat-ı uzmâda kılar, niyaz ediyor ki; güya benî-Âdemin Hazret-i Âdem’den asrımıza kadar, belki kıyamete kadar bütün nuranî ve kâmil insânlar O’na tebaiyetle iktida edip duasına âmîn derler. (Hâşiye) Bak, hem öyle beka gibi bir hacet-i âmme için dua ediyor ki; değil ehl-i Arz, belki ehl-i semâvât, belki bütün mevcûdât niyazına iştirak edip lisan-ı hâl ile: “Oh.. evet yâ Rabbenâ!. Ver, duasını kabûl et. Biz de istiyoruz.” diyorlar.

Hem bak!.. Öyle hazînane, öyle mahbûbane, öyle müştâkane, öyle tazarrûkârane saadet-i bâkiyye istiyor ki; bütün kâinatı ağlattırıp, duasına iştirâk ettiriyor.

Bak, hem öyle bir maksad, öyle bir gaye için saadet isteyip, dua ediyor ki; insânı ve bütün mahlûkatı esfel-i sâfilîn olan fenayı mutlaka sukuttan, kıymetsizlikten, faidesizlikten, abesiyyetten a’lâ-yı illiyyîn olan kıymete, bekaya, ulvî vazifeye, mektûbât-ı Samedâniyye olması derecesine çıkarıyor.

Bak hem öyle yüksek bir fîzâr-ı istimdadkârane ile istiyor ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârane ile yalvarıyor ki; güya bütün mevcûdâta, semâvata, arşa işittirip vecde getirip duasına: “Âmîn, Allahümme âmîn” dedirtiyor. (Hâşiye)

Bak, hem öyle Semî’ ve Kerim bir Kadîr’den, öyle Basîr ve Rahîm bir Alîm’den saadet ve bekayı istiyor ki; bilmüşâhede en gizli bir zîhayatın en gizli bir arzusunu, en hâfî bir niyazını görür, işitir, kabûl eder, merhamet eder. Lisan-ı hal ile de olsa icabet eder. Öyle sûret-i hakîmane, basîrane, rahîmanede verir ve icabet eder ki; şüphe bırakmaz o terbiye ve tedbir; öyle Semî’ ve Basîr’e mahsus, öyle bir Kerim ve Rahîm’e hastır...

Acaba bütün benî-Âdemi arkasına alıp şu Arz üstünde durup, arş-ı âzama müteveccihen el kaldırıp, nev-i beşerin hülâsa-i ubûdiyyetini câmi’ hakîkat-ı ubûdiyyet-i Ahmediyye (A.S.M.) içinde dua eden şu şeref-i nev-i insân ve ferîd-i kevn ü zaman olan Fahr-i Kâinat (A.S.M.) ne istiyor, dinleyelim. Bak, kendine ve ümmetine saadet-i ebediyye istiyor. Beka istiyor. Cennet istiyor. Hem, mevcûdât âyinelerinde cemâllerini gösteren bütün Esmâ-i Kudsiyye-i İlâhiyye ile beraber istiyor. O esmâdan şefâat taleb ediyor, görüyorsun. Eğer âhiretin hesabsız esbab-ı mûcibesi, delâil-i vücûdu olmasa idi; yalnız şu zâtın tek duası, baharımızın icadı kadar Hâlık-ı Rahîmin kudretine hafif gelen şu Cennet’in binasına sebebiyet verecekti... (Hâşiye 1)

Evet, baharımızda yer yüzünü bir mahşer eden, yüz bin haşir nümûnelerini îcad eden Kadîr-i Mutlak’a, Cennet’in îcadı nasıl ağır olabilir! Demek nasılki O’nun risâleti, şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi,

 

 

sırrına mazhar oldu. O’nun gibi, ubûdiyyeti dahi; öteki dâr-ı saadetin açılmasına sebebiyet verdi... Acaba hiç mümkün müdür ki, bütün akılları hayrette bırakan şu intizâm-ı âlem ve geniş rahmet içinde kusursuz hüsn-ü san’at, misilsiz Cemâl-i Rububiyyet; o duaya icabet etmemekle böyle bir çirkinliği, böyle bir merhametsizliği, böyle bir intizâmsızlığı kabûl etsin! Yâni en cüz’î, en ehemmiyetsiz arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip îfa etsin, yerine getirsin. En ehemmiyetli, luzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin, anlamasın, yapmasın! Hâşâ ve kellâ, yüz bin defa hâşâ!.. Böyle bir Cemâl, böyle bir çirkinliği kabûl edip çirkin olamaz (Hâşiye-2) Demek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm; Risâletiyle dünyanın kapısını açtığı gibi, Ubûdiyyetiyle de Âhiretin kapısını açar...

ALTINCI HAKÎKAT: Bâb-ı Haşmet ve Sermediyyet olup, İsm-i Celil ve Bâki cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki; bütün mevcûdâtı Güneşlerden, ağaçlardan zerrelere kadar emirber nefer hükmünde teshir ve idare eden bir haşmet-i Rububiyyet; şu misâfirhane-i dünyada muvakkat bir hayat geçiren perişan fâniler üstünde dursun.. sermedî, bâki bir daire-i haşmet ve ebedî, âlî bir medâr-ı Rububiyyeti icad etmesin! Evet şu kâinatta görünen mevsimlerin değişmesi gibi haşmetli icraat ve seyyâratın tayyare-misâl hareketleri gibi âzametli harekât ve Arzı insâna beşik, Güneşi halka lâmba yapmak gibi dehşetli teshirat ve ölmüş, kurumuş Küre-i Arzı diriltmek, süslendirmek gibi geniş tahvilât gösteriyor ki; perde arkasında böyle muazzam bir Rububiyyet var, muhteşem bir saltanatla hükmediyor. Böyle bir Saltanat-ı Rububiyyet, kendine lâyık bir raiyyet ister ve şâyeste bir mazhar ister. Halbuki görüyorsun; mâhiyetçe en câmi’ ve mühim raiyyeti ve bendeleri, şu misâfirhane-i dünyada perişan bir sûrette muvakkaten toplanmışlar. Misâfirhane ise; her gün dolar, boşanır. Hem bütün raiyyet, tecrübe-i hizmet için şu meydan-ı imtihanda muvakkaten bulunuyorlar. Meydan ise, her saat tebeddül eder. Hem bütün o raiyyet, Sâni’-i Zülcelâl’in kıymettar ihsânâtının nümûnelerini ve hârika san’at antikalarını çarşıyı âlem sergilerinde, ticaret nazarında temâşa etmek için, şu teşhirgâhta birkaç dakika durup seyrediyorlar; sonra kayboluyorlar. Şu meşher ise, her dakika tahavvül ediyor. Giden gelmez, gelen gider. İşte bu hal ve şu vaziyet kat’î gösteriyor ki:

Şu misafirhane ve şu meydan ve şu meşherlerin arkasında; o sermedî saltanata medâr ve mazhar olacak daimî saraylar, müstemir meskenler, şu dünyada gördüğümüz nümûnelerin ve sûretlerin en hâlis ve en yüksek asıllarıyla dolu bağ ve hazineleri vardır. Demek burada çabalamak, onlar içindir. Şurada çalıştırır, orada ücret verir. Herkesin istidadına göre -eğer kaybetmezse- orada bir saadeti vardır. Evet öyle sermedî bir saltanat, muhaldir ki; şu fâniler ve zâil zeliller üstünde dursun...

Şu hakîkata, şu temsil dürbünüyle bak ki: Meselâ, sen yolda gidiyorsun Görüyorsun ki; yol içinde bir han var. Bir büyük zât o hanı, kendine gelen misafirlerine yapmış. O misafirlerin, bir gece tenezzüh ve ibretleri için, o hanın tezyinatına milyonlar altunlar sarfediyor. Hem o misafirler o tezyinattan pek azı ve az bir zamanda bakıp, o ni’metlerden pek az bir vakitte, az bir şey tadıp, doymadan gidiyorlar. Fakat her misafir; kendine mahsus fotoğrafıyla, o handaki şeylerin sûretlerini alıyorlar. Hem, o büyük Zâtın hizmetkârlârı da, misafirlerin sûret-i muamelelerini gayet dikkat ile alıyorlar ve kaydediyorlar. Hem, görüyorsun ki; O Zât, her günde, o kıymettar tezyinatın çoğunu tahrib eder. Yeni gelecek misafirlere, yeni tezyinatı icad eder. Bunu gördükten sonra hiç şüphen kalır mı ki: Bu yolda bu hanı yapan zâtın; daimî pek âlî menzilleri, hem tükenmez, pek kıymetli hazineleri, hem müstemir, pek büyük bir sehâveti vardır. Şu handa gösterdiği ikram ile, misafirlerini kendi yanında bulunan şeylere iştihalarını açıyor ve onlara hâzırladığı hediyelere, rağbetlerini uyandırıyor. Aynen onun gibi, şu misafirhâne-i dünyadaki vaziyeti, sarhoş olmadan dikkat etsen; şu dokuz esası anlarsın:

Birinci Esas: Anlarsın ki; o han gibi bu dünya dahi kendi için değil... Kendi kendine de bu sûreti alması muhaldir. Belki, kafile-i mahlûkatın gelip konmak ve göçmek için dolup boşanan, hikmetle yapılmış bir misafirhanesidir.

İkinci Esas: Hem anlarsın ki; şu hanın içinde oturanlar misafirlerdir. Onların Rabb-ı Kerîm’i, onları Dâr-üs Selâm’a davet eder.

Üçüncü Esas: Hem anlarsın ki; şu dünyadaki tezyinat, yalnız telezzüz veya tenezzüh için değil.

Çünki; bir zaman lezzet verse, firakıyla bir çok zaman elem verir. Sana tattırır, iştihanı açar fakat doyurmaz. Çünki; ya onun ömrü kısa, ya senin ömrün kısadır. Doymağa kâfi değil. Demek kıymeti yüksek, müddeti kısa olan şu tezyinat, ibret içindir (Hâşiye-1) . Şükür içindir.Usûl-i daimîsine teşvik içindir. Başka gayet ulvî gayeler içindir.

Dördüncü Esas: Hem anlarsın ki; şu dünyadaki müzeyyenat (Hâşiye-2) Cennet’te ehl-i îman için rahmet-i Rahmân’la iddihar olunan ni’metlerin nümûneleri, sûretleri hükmündedir.

 

Beşinci Esas: Hem anlarsın ki; şu fani masnuat fena için değil, bir parça görünüp mahvolmak için yaratılmamışlar. Belki, vücûdda kısa bir zaman toplanıp, matlûb bir vaziyet alıp; tâ sûretleri alınsın, timsalleri tutulsun, mânâları bilinsin, neticeleri zabtedilsin...

Meselâ, ehl-i ebed için daimî manzaralar nescedilsin. Hem, âlem-i bekada başka gayelere medâr olsun. Eşya beka için yaratıldığını, fena için olmadığını; belki sûreten fena ise de, tamam-ı vazife ve terhis olduğu bununla anlaşılıyor ki; fâni bir şey bir cihetle fenaya gider, çok cihetlerle bâki kalır. Meselâ; kudret kelimelerinden olan şu çiçeğe bak ki; kısa bir zamanda o çiçek tebessüm edip bize bakar. Derakab fena perdesinde saklanır. Fakat senin ağzından çıkan kelime gibi o gider, fakat binler misâllerini kulaklara tevdi’ eder. Dinleyen akıllar adedince, mânâlarını akıllarda ibka eder. Çünki; vazifesi olan ifade-i mânâ bittikten sonra kendisi gider, fakat onu gören her şeyin hâfızasında zâhirî sûretini ve herbir tohumunda ma’nevî mâhiyetini bırakıp öyle gidiyor. Gûya her hâfıza ile her tohum; hıfz-ı zîneti için birer fotoğraf ve devam-ı bekası için birer menzildirler. En basit mertebe-i hayatta olan masnu böyle ise, en yüksek tabaka-i hayatta ve ervah-ı bâkiyye sahibi olan insân; ne kadar beka ile alâkadar olduğu anlaşılır. Çiçekli ve meyveli koca nebâtatın bir parça ruha benzeyen her birinin kanun-u teşekkülatı, timsal-i sûreti; zerrecikler gibi tohumlarda kemâl-i intizâmla, dağdağalı inkılâblar içinde ibka ve muhafaza edilmesiyle, gayet cem’iyyetli ve yüksek bir mâhiyete mâlik, haricî bir vücûd giydirilmiş, zîşuur nuranî bir kanûn-u emrî olan ruh-u beşer; ne derece beka ile merbut ve alâkadar olduğu anlaşılır.

Altıncı Esas: Hem anlarsın ki; insân, ipi boğazına sarılıp, istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmamıştır; belki bütün amellerinin sûretleri alınıp yazılır ve bütün fiillerinin neticeleri muhasebe için zabtedilir.

Yedinci Esas: Hem anlarsın ki; güz mevsiminde yaz, bahar âleminin güzel mahlûkatının tahribatı, îdam değil. Belki, vazifelerinin tamamıyla terhisatıdır (Hâşiye) . Hem, yeni baharda gelecek mahlûkata yer boşaltmak için tefrîgattır ve yeni vazifedarlar gelip konacak ve vazifedâr mevcûdâtın gelmesine yer hâzırlamaktır ve ihzârattır.

Hem zîşuura vazifesini unutturan gafletten ve şükrünü unutturan sarhoşluktan İkazât-ı Sübhaniyyedir.

Sekizinci Esas: Hem anlarsın ki; şu fâni âlemin sermedî Sânii için başka ve bâki bir âlemi var ki, ibâdını oraya sevk ve ona teşvik eder.

Dokuzuncu Esas: Hem anlarsın ki; öyle bir Rahmân, böyle bir âlemde, öyle has ibâdına öyle ikramlar edecek; ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne kalb-i beşere hutûr etmiştir. Âmenna...

YEDİNCİ HAKÎKAT: Bâb-ı Hıfz ve Hafîziyyet olup, İsm-i Hafîz ve Rakîb’in cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki; gökte, yerde, karada, denizde; yaş kuru, küçük büyük, âdi âlî herşeyi kemâl-i intizâm ve mîzan içinde muhafaza edip, bir türlü muhasebe içinde neticelerini eleyen bir Hafîziyyet; insân gibi büyük bir fıtratta, hilafet-i kübrâ gibi bir rütbede, emanet-i kübrâ gibi büyük vazifesi olan beşerin, Rubûbiyyet-i âmmeye temas eden amelleri ve fiilleri muhafaza edilmesin! Muhasebe eleğinden geçirilmesin! Adâlet terazisinde tartılmasın! Şayeste ceza ve mükâfat çekmesin! Hâyır, aslâ!..

Evet şu kâinatı idare eden Zât, herşeyi nizâm ve mizan içinde muhafaza ediyor. Nizâm ve mîzan ise; ilim ile hikmet ve irâde ile kudretin tezahürüdür. Çünki görüyoruz, her masnu’; vücûdunda, gayet muntâzam ve mevzun yaratılıyor. Hem hayatı müddetince değiştirdiği sûretler dahi, birer intizâmlı olduğu halde, heyet-i mecmuası da bir intizâm tahtındadır. Zîra görüyoruz ki; vazifesinin bitmesiyle ömrüne nihayet verilen ve şu âlem-i şehâdetten göçüp giden herşeyin; Hafîz-i Zülcelâl, birçok sûretlerini elvâh-ı mahfûza hükmünde olan (Hâşiye) hâfızalarda ve bir türlü misâlî âyînelerde hıfzedip, ekser tarihçe-i hayatını çekirdeğinde, neticesinde nakşedip yazıyor. Zâhir ve bâtın âyinelerde ibka ediyor. Meselâ, beşerin hâfızası, ağacın meyvesi, meyvenin çekirdeği, çiçeğin tohumu, kanun-u hafîziyyetin âzamet-i ihâtasını gösteriyor.

Görmüyor musun ki; koca baharın hep çiçekli, meyveli bütün mevcudâtı ve bunların kendilerine göre bütün sahâif-i a’mali ve teşkilâtının kanunları ve sûretlerinin timsalleri; mahdud bir miktar tohumcuklar içlerinde yazarak, muhafaza ediliyor. İkinci bir baharda, onlara göre bir muhasebe içinde sahife-i amellerini neşredip, kemâl-i intizâm ve hikmet ile koca diğer bir bahar âlemini meydana getirmekle; hafîziyyetin ne derece kuvvetli ihâta ile cereyan ettiğini gösteriyor. Acaba geçici, âdi, bekasız, ehemmiyetsiz şeylerde böyle muhafaza edilirse, âlem-i gâybda, âlem-i âhirette, âlem-i ervâhta Rubûbiyyet-i âmmede mühim semere veren beşerin amelleri hıfz içinde gözetilmek sûretiyle, ehemmiyetle zabtedilmemesi kabil midir? Hâyır ve aslâ!

Evet şu Hafîziyyetin bu sûrette tecellisinden anlaşılıyor ki: Şu mevcûdâtın Mâliki, mülkünde cereyan eden herşeyin inzibatına büyük bir ihtimamı var. Hem hâkimiyyet vazifesinde nihayet derecede dikkat eder. Hem Rububiyyet-i Saltanatında gayet ihtimamı gözetir. O derece ki, en küçük bir hâdiseyi, en ufak bir hizmeti yazar, yazdırır. Mülkünde cereyan eden herşeyin sûretini müteaddid şeylerde hıfzeder. Şu Hafîziyyet işaret eder ki: Ehemmiyetli bir muhasebe-i a’mâl defteri açılacak ve bilhassa mâhiyetçe en büyük, en mükerrem, en müşerref bir mahlûk olan insânın büyük olan amelleri, mühim olan fiilleri; mühim bir hesab ve mizana girecek, sahife-i amelleri neşredilecek.

Acaba hiç kabil midir ki; insân, hilâfet ve emanetle mükerrem olsun, Rububiyyetin külliyat-ı şuûnuna şahid olarak kesret dairelerinde, Vahdâ-niyyet-i İlâhiyyenin dellâllığını ilân etmekle, ekser mevcûdatın tesbihat ve ibâdetlerine müdahale edip zâbitlik ve müşâhidlik derecesine çıksın da sonra kabre gidip, rahatla yatsın ve uyandırılmasın! Küçük büyük her amellerinden sual edilmesin! Mahşere gidip Mahkeme-i Kübrâyı görmesin! Hâyır ve aslâ!..

Hem, bütün gelecek zamanda olan (Hâşiye-1) mümkinata kadir olduğuna,bütün geçmiş zamandaki mu’cizât-ı kudreti olan vukuâtı şehadet eden ve kıyâmet ve Haşre pek benzeyen kış ile baharı her vakit bilmüşâhede îcad eden bir Kâdîr-i Zülcelâl’den, insân nasıl ademe gidip kaçabilir, toprağa girip saklanabilir! Mâdem bu dünyada ona lâyık muhasebe görülüp, hüküm verilmiyor. Elbette bir Mahkeme-i Kübrâ, bir saadet-i uzmâya gidecektir.

SEKİZİNCİ HAKÎKAT: Bâb-ı Vaad ve Vaîd’tir. İsm-i Cemîl ve Celîl’in cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki; Alîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak olan şu masnûâtın Sânii; bütün Enbiyanın tevâtürle haber verdikleri ve bütün Sıddıkîn ve Evliyanın icmâ’ ile şehadet ettikleri mükerrer vaad ve vaîd-i İlâhîsini yerine getirmeyip, -hâşâ- acz ve cehlini göstersin. Halbuki; vaad ve vaîdinde bulunduğu emirler; kudretine hiç ağır gelmez. Pek hafif ve pek kolay...

 

Geçmiş baharın hesabsız mevcûdâtını, gelecek baharda kısmen aynen (Hâşiye-2) kısmen mislen (Hâşiye-3) iâdesi kadar kolaydır. Îfa-yı vaad ise; hem bize, hem her şey’e, hem kendisine, hem Saltanat-ı Rububiyyetine pek çok lâzımdır. Hulf-ul-vaad ise; hem izzet-i iktidarına zıttır, hem ihâta-yı ilmiyyesine münafîdir. Zira hulf-ul- vaad; ya cehilden, ya âcizden gelir.

Ey münkir! Bilir misin ki; küfür ve inkârın ile ne kadar ahmakça bir cinâyet işliyorsun ki; kendi yalancı vehmini, hezeyancı aklını, aldatıcı nefsini tasdik edip, hiçbir vechile hulf ve hilâfa mecburiyeti olmayan ve hiçbir vecihle hilâf; O’nun izzetine, haysiyetine yakışmayan ve bütün görünen şeyler ve işler; sıdkına ve hakkaniyyetine şehadet eden bir Zâtı tekzib ediyorsun! Nihayetsiz küçüklük içinde nihayetsiz büyük cinâyet işliyorsun! Elbette, ebedî büyük cezaya müstehak olursun. Bâzı ehl-i Cehennem’in bir dişi, dağ kadar olması; cinâyetinin büyüklüğüne bir mikyas olarak haber verilmiş. Misâlin şu yolcuya benzer ki; Güneşin ziyâsından gözünü kapar. Kafası içindeki hayâline bakâr. Vehmi, bir yıldız böceği gibi kafa fenerinin ışığıyla dehşetli yolunu tenvir etmek istiyor. Mâdem şu mevcûdât; hak söyleyen sâdık kelimeleri, şu hâdisat-ı kâinat; doğru söyleyen nâtık âyetleri olan Cenâb-ı Hak vaad etmiş, elbette yapacaktır. Bir Mahkeme-i Kübrâ açacaktır. Bir saadet-i uzmâ verecektir.

DOKUZUNCU HAKÎKAT: Bâb-ı İhyâ ve İmâte’dir. İsm-i Hayy-ı Kayyum’un, Muhyî ve Mümît’in cilvesidir

Hiç mümkün müdür ki; ölmüş, kurumuş koca Arzı ihya eden ve o ihya içinde herbiri, beşer haşri gibi acib, üçyüz binden ziyâde envâ-ı mahlûkatı haşr ve neşredip kudretini gösteren ve o haşr ve neşr içinde nihayet derecede karışık ve ihtilât içinde, nihayet derecede imtiyaz ve tefrik ile ihâta-i ilmiyyesini gösteren ve bütün Semâvî fermanlarıyla beşerin haşrini vâ’detmekle bütün ibâdının enzârını saadet-i ebediyyeye çeviren ve bütün mevcûdâtı başbaşa, omuz omuza, elele verdirip, emir ve irâdesi dairesinde döndürüp birbirine yardımcı ve musahhar kılmakla âzamet-i Rubûbiyyetini gösteren; ve beşeri, şecere-i kâinatın en câmi’ ve en nâzik ve en nâzenîn, en nâzdar, en niyâzdar bir meyvesi yaratıp, kendine muhatâb ittihaz ederek herşey’i ona musahhar kılmakla, insâna bu kadar ehemmiyet verdiğini gösteren bir Kadîr-i Rahîm, bir Alîm-i Hakîm; Kıyâmeti getirmesin! Haşri yapmasın ve yapamasın! Beşeri ihyâ etmesin veya edemesin! Mahkeme-i Kübrâyı açamasın! Cennet ve Cehennem’i yaratamasın! Hâşâ ve kellâ!..

Evet şu âlemin Mutasarrıf-ı Zîşân’ı her asırda, her senede, her günde bu dar, muvakkat rûy-i zeminde Haşr-i Ekberin ve meydân-ı Kıyâmetin pek çok emsâlini ve nümûnelerini ve işârâtını icad ediyor. Ezcümle:

Haşr-i baharîde görüyoruz ki; beş-altı gün zarfında küçük ve büyük hayvânat ve nebâtattan üç yüz binden ziyâde envâı haşredip neşrediyor. Bütün ağaçların, otların köklerini ve bir kısım hayvanları aynen ihya edip iâde ediyor. Başkalarını ayniyyet derecesinde bir misliyyet sûretinde îcad ediyor. Halbuki, maddeten farkları pek az olan tohumcuklar o kadar karışmışken, kemâl-i imtiyaz ve teşhîs ile o kadar sür’at ve vüs’at ve sühulet içinde kemâl-i intizâm ve mîzan ile altı gün veya altı hafta zarfında ihya ediliyor. Hiç kabil midir ki; bu işleri yapan Zâta bir şey ağır gelebilsin; Semâvat ve Arzı altı günde halkedemesin, insânı bir sayhâ ile haşredemesin! Hâşâ...

Acaba; mûciznümâ bir kâtib bulunsa, hurufları, ya bozulmuş veya mahvolmuş üçyüz bin kitabı tek bir sahifede karıştırmaksızın, galatsız, sehivsiz, noksansız, hepsini beraber, gayet güzel bir sûrette bir saatte yazarsa; birisi sana dese: “Şu kâtip kendi te’lif ettiği senin suya düşmüş olan kitabını, yeniden, bir dakika zarfında hâfızasından yazacak.” Sen diyebilir misin ki: “Yapamaz ve inanmam...” Veyahut, bir Sultân-ı Mu’cizekâr, kendi iktidarını göstermek için veya ibret ve tenezzüh için bir işaretle dağları kaldırır, memleketleri tebdil eder. Denizi karaya çevirdiğini gördüğün halde; sonra görsen ki; büyük bir taş dereye yuvarlanmış. O Zâtın kendi ziyâfetine dâvet ettiği misafirlerin yolunu kesmiş, geçemiyorlar. Biri sana dese: “O Zât, bir işaretle o taşı, ne kadar büyük olursa olsun kaldıracak veya dağıtacak. Misafirlerini yolda bırakmayacak.” Sen desen ki: “Kaldırmaz veya kaldıramaz...” Veyahut, bir zât bir günde, yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde biri dese: “O Zât bir boru sesiyle, efrâdı istirahat için dağılmış olan taburları toplar. Taburlar, nizâmı altına girerler.” Sen desen ki: “İnanmam!” Ne kadar divânece hareket ettiğini anlarsın...

İşte şu üç temsîli fehmettin ise, bak! Nakkaş-ı Ezelî, gözümüzün önünde kışın beyaz sahifesini çevirip, bahar ve yaz yeşil yaprağını açıp, rûy-i Arzın sahifesinde üç yüz binden ziyâde envâı, Kudret ve Kader kalemiyle ahsen-i sûret üzere yazar. Birbiri içinde birbirine karışmaz. Beraber yazar; birbirine mâni olmaz. Teşkilce, sûretçe birbirinden ayrı, hiç şaşırtmaz. Yanlış yazmaz. Evet en büyük bir ağacın ruh programını bir nokta gibi en küçük bir çekirdekte dercedip, muhafaza eden Zât-ı Hakîm-i Hafîz; vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhafaza eder, denilir mi? Ve Küre-i Arzı bir sapan taşı gibi çeviren Zât-ı Kadîr; âhirete giden misafirlerinin yolunda, nasıl bu Arzı kaldıracak veya dağıtacak, denilir mi? Hem hiçten, yeniden bütün zîhayatın ordularını bütün cesedlerinin taburlarında kemâl-i intizâmla zerratı Emr-i ile kaydedip yerleştiren, ordular îcad eden Zât-ı Zülcelâl; tabur-misâl cesedin nizâmı altına girmekle, birbiriyle tanışan zerrat-ı esasiyye ve eczâ-yı asliyyesini bir sayha ile nasıl toplayabilir denilir mi?

Hem, bu bahar haşrine benzeyen, dünyanın her devrinde, her asrında, hattâ gece gündüzün tebdilinde hattâ cevv-i havada bulutların îcad ve ifnasında haşre nümûne ve misâl ve emâre olacak ne kadar nakışlar yaptığını gözünle görüyorsun. Hattâ eğer hayâlen bin sene evvel kendini farzetsen, sonra zamanın iki cenahı olan mâzi ile müstakbeli birbirine karşılaştırsan; asırlar, günler adedince misâl-i hâşir ve Kıyâmetin nümûnelerini göreceksin. Sonra, bu kadar nümûne ve misâlleri müşâhede ettiğin halde, haşr-i cismânîyi akıldan uzak görüp istib’âd etmekle inkâr etsen; ne kadar divânelik olduğunu sen de anlarsın... Bak! Fermân-ı A’zam, bahsettiğimiz hakîkata dair ne diyor:

 

 

ELHÂSIL: Haşre mâni hiçbir şey yoktur. Muktazî ise; her şeydir. Evet, mahşer-i acâip olan şu koca Arzı, âdi bir hayvan gibi imâte ve ihya eden ve beşer ve hayvana hoş bir beşik, güzel bir gemi yapan ve Güneşi onlara şu misafirhanede ışık verici ve ısındırıcı bir lâmba eden, Seyyaratı Meleklerine tayyare yapan bir Zâtın, bu derece muhteşem ve sermedî Rubûbiyyeti ve bu derece muazzam ve muhît hâkimiyyeti; elbette, yalnız böyle geçici, devamsız, bîkarar, ehemmiyetsiz mütegayyir bekasız nâkıs, tekemmülsüz umûr-u dünya üzerinde kurulmaz ve durmaz. Demek, O’na şâyeste, daimî, berkarar, zevalsiz, muhteşem bir diyar-ı âher var. Başka bâki bir memleketi vardır. Bizi onun için çalıştırır. Oraya dâvet eder ve oraya nakledeceğine; zâhirden hakîkate geçen ve kurb-u huzuruna müşerref olan bütün ervah-ı neyyire ashâbı, bütün kulûb-u münevvere aktâbı, bütün ukûl-ü nuranîyye erbabı şehadet ediyorlar ve bir mükâfat ve mücâzât ihzâr ettiğini müttefikan haber veriyorlar ve mükerreren pek kuvvetli vaad ve pek şiddetli tehdid eder, naklederler.

Hulfül-vaad ise; hem zillet, hem tezellüldür. Hiç bir cihetle celâl-i kudsiyyetine yanaşamaz. Hulf-ül vaîd ise ya afvdan, ya âcizden gelir. Halbuki, küfür; cinâyet-i mutlakadır (Hâşiye). Afve kabil değil... Kadîr-i Mutlak ise, âcizden münezzeh ve mukaddestir.

Şahidler, muhbirler ise; mesleklerinde, meşreblerinde, mezheblerinde muhtelif oldukları halde kemâl-i ittifak ile şu mes’elenin esasında müttehiddirler. Kesretçe tevâtür derecesindedirler. Keyfiyyetçe icmâ kuvvetindedirler. Mevkice herbiri nev-i beşerin bir yıldızı, bir tâifenin gözü, bir milletin azizidirler. Ehemmiyetçe şu mes’elede hem ehl-i ihtisas, hem ehl-i isbattırlar. Halbuki bir fende veya bir san’atta iki ehl-i ihtisas, binler başkalardan müreccahtırlar ve ihbarda iki müsbit, binler nâfîlere tercih edilir. Meselâ: Ramazan hilâlinin sübûtunu ihbar eden iki adam, binler münkirlerin inkârlarını hiçe atarlar.

Elhâsıl, dünyada bundan daha doğru bir haber, daha sağlam bir dâva, daha zâhir bir hakîkat olamaz... Demek, şüphesiz dünya bir mezraadır. Mahşer ise bir beyderdir, harmandır. Cennet, Cehennem ise birer mahzendir.

ONUNCU HAKÎKAT: Bâb-ı Hikmet, İnayet, Rahmet, Adâlet tir. İsm-i Hakîm, Kerim, Âdil, Rahîm’in cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki; şu bekasız misafirhane-i dünyada ve şu devamsız meydan-ı imtihanda ve şu sebatsız teşhirgâh-ı arzda bu derece bâhir bir hikmet, bu derece zâhir bir inâyet ve bu derece kahir bir adâlet ve bu derece vâsi bir merhametin âsârını gösteren Mâlik-ül Mülk-i Zülcelâl’in daire-i memleketinde ve Âlem-i Mülk ve Melekûtunda daimî meskenler, ebedî sâkinler, bâki makamlar, mukîm mahlûklar bulunmayıp şu görünen hikmet, inâyet, adâlet, merhametin hakîkatları hiçe insin!.. Hem hiç kabil midir ki; o Zât-ı Hakîm, şu insânı bütün mahlûkat içinde kendine küllî muhatâb ve câmi’ bir âyine yapıp bütün hazâin-i rahmetinin müştemilâtını ona tattırsın, hem tarttırsın, hem tanıttırsın, kendini bütün esmâsıyla ona bildirsin, onu sevsin ve sevdirsin.. sonra o bîçare insânı o ebedî memleketine göndermesin! O daimî saadetgâha dâvet edip mes’ud etmesin!

Hem hiç mâkul mudur ki; Hattâ çekirdek kadar herbir mevcûda bir ağaç kadar vazife yükü yüklesin, çiçekleri kadar hikmetleri bindirsin, semereleri kadar maslahatları taksın da bütün o vazifeye, o hikmetlere, o maslahatlara dünyaya müteveccih yanlız bir çekirdek kadar gaye versin! Bir hardal kadar ehemmiyeti olmayan dünyevî bekasını gaye yapsın! Ve bunları, Âlem-i Mânâya çekirdekler ve Âlem-i Ahirete bir mezraa yapmasın! Tâ, hakikî ve lâyık gayelerini versinler. Ve bu kadar mühim ihtifâlât-ı mühimmeyi gayesiz, boş, abes bıraksın. Onların yüzünü âlem-i mânâya, âlem-i âhirete çevirmesin! Tâ, asıl gayeleri ve lâyık meyvelerini göstersin. Evet hiç mümkün müdür ki; bu şeyleri böyle hilâf-ı hakîkat yapmakla; kendi evsaf-ı hakikîyyesi olan Hakîm, Kerîm, Âdil, Rahîm’in zıdlarıyla -hâşâ sümme hâşâ- muttasıf gösterip hikmet ve keremine, adl ve rahmetine delâlet eden bütün kâinatın hakaikını tekzib etsin. Bütün mevcûdatın şehadetlerini reddetsin. Bütün masnûatın delâletlerini ibtal etsin!

Hem hiç akıl kabûl eder mi ki; insânın başına ve içindeki havassına saçları adedince vazifeler yükletsin de, yalnız bir saç hükmünde ona bir ücret-i dünyeviyye versin! Adâlet-i hakikîyyesine zıd olarak ve hikmet-i hakikîyyesine münâfî, mânâsız iş yapsın!

Hem hiç mümkün müdür ki; bir ağaca taktığı neticeler, meyveler miktarınca herbir zîhayata, belki lisan gibi herbir uzvuna, belki herbir masnûa o derece hikmetleri, maslahatları takmakla; kendisinin bir Hakîm-i Mutlak olduğunu isbat edip göstersin, sonra bütün hikmetlerin en büyüğü ve bütün maslahatların en mühimmi ve bütün neticelerin en elzemi ve hikmeti hikmet, ni’meti ni’met, rahmeti rahmet eden ve bütün hikmetlerin, ni’metlerin, rahmetlerin, maslahatların menbaı ve gayesi olan beka ve likayı ve saadet-i ebediyyeyi vermeyip terkederek, bütün işlerini abesiyyet-i mutlaka derekesine düşürsün ve kendini o zâta benzetsin ki; öyle bir saray yapar; herbir taşında binlerce nâkışlar, herbir tarafında binler zînetler ve herbir menzilinde binler kıymetdar âlât ve levâzımat-ı beytiyye bulundursun da; sonra ona dam yapmasın! Her şey çürüsün, beyhude bozulsun. Hâşâ ve kellâ!. Hayr-ı Mutlak’tan hayır gelir. Cemîl-i Mutlak’tan güzellik gelir. Hakîm-i Mutlak’tan abes bir şey gelmez. Evet her kim fikren tarihe binip mâzi cihetine gitse, şu zaman-ı hâzırda gördüğümüz menzil-i dünya, meydan-ı ibtilâ, meşher-i eşya gibi, seneler adedince vefat etmiş menziller, meydanlar, meşherler, âlemler görecek. Sûretçe, keyfiyetçe birbirinden ayrı oldukları halde; intizâmca, acaibce, Sâniin kudret ve hikmetini göstermekçe birbirine benzer.

Hem görecek ki; o sebatsız menzillerde, o devamsız meydanlarda, o bekasız meşherlerde o kadar bâhir bir hikmetin intizâmatını, o derece zâhir bir inâyetin işarâtını, o mertebe kahir bir adâletin emâratını, o derece vâsi bir merhametin semerâtını görecek. Basiretsiz olmamak şartıyla yakînen bilecek ki; o hikmetten daha ekmel bir hikmet olamaz ve o âsârı görünen inâyetten daha ecmel bir inâyet kabil değil ve o emaratı görünen adâletten daha ecell bir adâlet yoktur ve o semerâtı görünen merhametten daha eşmel bir merhamet tasavvur edilmez.

Eğer farz-ı muhal olarak şu işleri çeviren, şu misafirleri ve misafirhaneleri değiştiren Sultân-ı Sermedî’nin daire-i memleketinde daimî menziller, âlî mekânlar, sâbit makamlar, bâki meskenler, mukîm ahali, mes’ud ibâdı bulunmazsa; ziyâ, hava, su, toprak gibi kuvvetli ve şümûllü dört anâsır-ı ma’nevîyye olan hikmet, adâlet, inâyet, merhametin hakîkatlarını nefyetmek ve o anâsır-ı zâhiriyye gibi, görünen vücûdlarını inkâr etmek lâzımgelir. Çünki; şu bekasız dünya ve mâfîha, onların tam hakîkatlarına mazhar olamadığı mâlûmdur. Eğer başka yerde dahi onlara tam mazhar olacak mekân bulunmazsa, o vakit gündüzü dolduran ziyâyı gördüğü halde, Güneşin vücûdunu inkâr etmek derecesinde bir divanelikle; şu herşeyde bulunan gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek, şu nefsimizde ve ekser eşyada her vakit müşahede ettiğimiz inâyeti inkâr etmek ve şu pek kuvvetli emâratı görünen adâleti inkâr etmek (Hâşiye) ve şu her yerde gördüğümüz merhameti inkâr etmek lâzımgeldiği gibi; şu kâinatta gördüğümüz icraat-ı hakîmane ve ef’âl-i kerîmane ve ihsanât-ı rahîmanenin sahibini “Hâşâ sümme hâşâ!” sefih bir oyuncu, gaddar bir zalim olduğunu kabûl etmek lâzımgelir ki; nihayetsiz muhal bir inkılab-ı hakaiktir. Hattâ herşeyin vücûdunu ve kendi nefsinin vücûdunu inkâr eden ahmak Sofestaîler dahi bunun tasavvuruna kolay kolay yanaşamazlar...

Elhâsıl: Şu görünen şuunat, dünyadaki vüs’atli içtimâat-ı hayatiyye ve sür’atli iftirakat-ı mevtiyye ve haşmetli toplanmalar ve çabuk dağılmalar ve âzametli ihtifâlât ve büyük tecelliyat ile ve onların bu âleme ait bu Dünya-yı fânide kısa bir zamanda mâlûmumuz olan semerat-ı cüz’iyyeleri, ehemmiyetsiz ve muvakkat gayeleri mabeyninde hiç münasebet olmadığından, âdeta küçük bir taşa bir büyük dağ kadar hikmetler, gayeler takmak; bir büyük dağa, bir küçük taş gibi muvakkat bir gaye-i cüz’iyye vermeye benzer ki; hiçbir akıl ve hikmete uygun gelemez.

Demek şu mevcûdat ve şuûnat ile ve dünyaya ait gayeleri ortasında bu derece nisbetsizlik, kat’iyyen şehadet eder ki; bu mevcûdatın yüzleri âlem-i mânâya müteveccihtir. Münâsib meyveleri orada veriyor ve gözleri Esmâ-i Kudsiyyeye dikkat ediyorlar. Gayeleri o âleme bakıyor. Ve özleri dünya toprağı altında, sünbülleri âlem-i Misâlde inkişaf ediyor. İnsân, istidadı nisbetinde burada ekiyor ve ekiliyor; âhirette mahsul alıyor. Evet şu eşyanın Esmâ-i İlâhiyyeye ve âlem-i âhirete müteveccih yüzlerine baksan göreceksin ki; Mu’cize-i Kudret olan herbir çekirdeğin bir ağaç kadar gayesi var. Kelime-i Hikmet olan herbir çiçeğin (Hâşiye) , bir ağaç çiçekleri kadar mânâları var ve o hârika-i san’at ve manzûme-i Rahmet olan herbir meyvenin, bir ağacın meyveleri kadar hikmetleri var. Bizlere rızık olması ise; o binler hikmetlerinden birtek hikmettir ki, vazifesi biter, mânâsını ifade eder, vefat eder, midemizde defnedilir. Mâdem, bu fâni eşya; başka yerde bâki meyveler verirler ve daimî sûretler bırakır ve başka cihette ebedî mânâlar ifade eder. Sermedî tesbihat yapar. Ve insân ise, onların şu cihetine bakan yüzlerine bakmakla insân olur. Fânide bâkiye yol bulur.

Demek, bu hayat ve mevt içinde yuvarlanan, toplanıp dağılan mevcûdat içinde başka maksad var. Temsilde kusur yoktur. Şu ahvâl, taklid ve temsil için teşkil ve tertib edilen ahvâle benzer. Nasıl büyük masrafla kısa içtimâlar, dağılmalar yapılıyor. Tâ sûretler alınsın, terkib edilsin, sinemada dâim gösterilsin. Onun gibi, bu dünyada kısa bir müddet zarfında hayat-ı şahsiyye ve hayat-ı içtimâiyye geçirmenin bir gayesi şudur ki; sûretler alınıp terkib edilsin, Netice-i âmelleri alınıp hıfzedilsin. Tâ bir mecmâ-i ekberde muhasebesi görülsün. Ve bir meşher-i âzamda gösterilsin ve bir saadet-i uzmâya istidadı gösterilsin. Demek Hadîs-i Şerifte “Dünya âhiret mezraasıdır” diye bu hakîkatı ifade ediyor.

Mâdem dünya var. Ve dünya içinde bu âsârıyla hikmet ve inâyet ve rahmet ve adâlet var. Elbette dünyanın vücûdu gibi kat’î olarak âhiret de var. Mâdem, dünyada herşey bir cihette o âleme bakıyor. Demek oraya gidiliyor. Âhireti inkâr etmek, dünya ve mâfîhayı inkâr etmek demektir. Demek ecel ve kabir insânı beklediği gibi, Cennet ve Cehennem de insânı bekliyor ve gözlüyor.

ON BİRİNCİ HAKÎKAT: Bâb-ı İnsâniyyettir. İsm-i Hakk’ın cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki; Cenâb-ı Hak ve Mâbud-u Bilhak; insânı şu kâinat içinde Rububiyyet-i Mutlakasına ve umum âlemlere Rububiyyet-i Ammesine karşı en ehemmiyetli bir abd ve hitâbat-ı Sübhaniyyesine en mütefekkir bir muhatâb ve mazhariyyet-i esmâsına en câmi’ bir âyine ve onu İsm-i âzamın tecellisine ve her isimde bulunan İsm-i âzamlık mertebesinin tecellisine mazhar bir ahsen-i takvimde en güzel bir mu’cize-i Kudret ve hazain-i Rahmetinin müştemilâtını tartmak, tanımak için en ziyâde mîzan ve âletlere mâlik bir müdakkik ve nihayetsiz ni’metlerine en ziyâde muhtaç ve fenadan en ziyâde müteellim ve bekaya en ziyâde müştak ve hayvanat içinde en nâzik ve en nâzdar ve en fakir ve en muhtaç ve hayat-ı dünyeviyyece en müteellim ve en bedbaht ve istidadca en ulvî ve en yüksek sûrette, mâhiyette yaratsın da, onu müstaid olduğu ve müştak olduğu ve lâyık olduğu bir Dâr-ı Ebedîye göndermeyip, hakîkat-ı insânîyyeyi ibtal ederek kendi hakkaniyetine taban tabana zıd ve hakîkat nazarında çirkin bir haksızlık etsin!

Hem hiç kabil midir ki; Hâkim-i Bilhak, Rahîm-i Mutlak; insâna öyle bir istidad verip, yer ile gökler ve dağlar tahammülünden çekindiği Emânet-i Kübrâyı tahammül edip; yâni küçücük cüz’î ölçüleriyle, sanatçıklarıyla Hâlıkının muhit sıfatlarını, küllî şuunâtını, nihayetsiz tecelliyatını ölçerek bilip; hem yerde en nâzik, nâzenin, nâzdar, âciz, zaîf yaratıp; halbuki bütün yerin nebatî ve hayvanî olan mahlûkatına bir nevi tanzimat memuru yapıp, onların tarz-ı tesbihat ve ibâdetlerine müdahale ettirip, kâinattaki icraat-ı İlâhiy-yeye, küçücük mikyasta bir temsil gösterip, Rububiyyet-i Sübhaniyyeyi fiilen ve kalen kâinatta ilân ettirmek, meleklerine tercih edip hilâfet rütbesini verdiği halde; ona, bütün bu vazifelerinin gayesi ve neticesi ve semeresi olan saadet-i ebediyyeyi vermesin! Onu, bütün mahlûkatının en bedbaht, en biçâre, en musibetzede, en dertmend, en zelil bir derekeye atıp; en mübârek, nuranî ve âlet-i tes’id bir hediye-i hikmeti olan aklı o bîçareye en meş’ûm ve zulmanî bir âlet-i tâzib yapıp, hikmet-i mutlakasına büsbütün zıd ve merhamet-i mutlakasına külliyen münâfî bir merhametsizlik etsin! Hâşâ ve kellâ!

Elhâsıl: Nasıl hikâye-i temsiliyyede bir zâbitin cüzdanına ve defterine bakıp görmüş idik ki; hem rütbesi, hem vazifesi, hem maaşı, hem düstur-u hareketi, hem cihâzâtı bize gösterdi ki; o zabit, o muvakkat meydan için değil; belki müstekar bir memlekete gidecek de ona göre çalışıyor. Aynen onun gibi; insânın kalb cüzdanındaki letâif ve akıl defterindeki havas ve istidadındaki cihazât; tamamen ve müttefikan Saadet-i Ebediyyeye müteveccih ve ona göre verilmiş ve ona göre teçhiz edilmiş olduğuna ehl-i tahkik ve keşf müttefiktirler. Ezcümle:

Meselâ; aklın bir hizmetkârı ve tasvircisi olan “kuvve-i hayâliyye”ye denilse ki: “Sana bir milyon sene ömür ile saltanat-ı dünya verilecek, fakat âhirde mutlaka hiç olacaksın.” Tevehhüm aldatmamak, nefis karışmamak şartıyla “Oh” yerine “Ah” diyecek ve teessüf edecek. Demek en büyük fâni, en küçük bir âlet ve cihâzât-ı insânîyyeyi doyuramıyor. İşte bu istidaddandır ki, insânın Ebede uzanmış emelleri ve kâinatı ihâta etmiş efkârları ve ebedî saadetlerinin enva’ına yayılmış arzuları gösterir ki; bu insân ebed için halkedilmiş ve ebede gidecektir. Bu dünya ona bir misafirhanedir ve âhiretine bir intizar salonudur…

ON İKİNCİ HAKÎKAT: Bab-ı Risâlet ve tenzildir. “Bismillâhirrahmânirrahîm” in cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki; bütün Enbiya mu’cizelerine istinad ederek sözünü te’yid ettikleri ve bütün Evliya keşf ve kerâmetlerine istinad edip dâvasını tasdik ettikleri ve bütün Asfiya tahkikatına istinad ederek hakkaniyetine şehâdet ettikleri Resul-i Ekrem Sallallahü Aleyhi ve Sellem’in tahakkuk etmiş bin mu’cizâtının kuvvetine istinad edip bütün kuvvetiyle, hem kırk vecihle mu’cize olan Kur’an-ı Hakîm binler âyât-ı kat’iyyesine istinad ederek, bütün kat’iyyetle açtıkları âhiret yolunu ve küşâd ettikleri Cennet kapısını, sinek kanadı kadar kuvveti bulunmayan vâhî vehimler, ne haddi var ki kapatabilsin!..

Geçen hakîkatlardan anlaşıldı ki; haşir mes’elesi öyle râsih bir haki-kattır ki, Küre-i Arzı yerinden kaldıracak, kırıp atacak bir kuvvet o hakîkatı sarsamaz. Zîra o hakîkatı, Cenâb-ı Hak bütün Esmâ ve Sıfâtının iktizası ile tesbit ediyor ve Resul-i Ekrem’i bütün mu’cizât ve berâhiniyle tasdik ediyor ve Kur’an-ı Hakîm bütün hakaik ve âyâtıyla O’nu isbat ediyor ve şu kâinat bütün âyât-ı tekviniyye ve şuunat-ı hakîmanesi ile şehadet ediyor.

Acaba hiç mümkün müdür ki; haşir mes’elesinde Vâcib-ül Vücûd ile bütün mevcûdat -kâfirler müstesna olarak- ittifak etmiş olsun, kıl kadar kuvveti olmayan şüpheler, şeytanî vesveseler o dağ gibi hakîkat-ı râsiha-ı âliyyeyi sarssın, yerinden kaldırsın! Hâşâ ve kellâ!..

Sakın zannetme, delâil-i Haşriyye, bahsettiğimiz Oniki Hakîkata münhasırdır. Hâyır, belki yalnız Kur’an-ı Hakîm, geçen şu Oniki Hakîkatları bize ders verdiği gibi, daha binler vücûha işaret edip, herbir vecih kavî bir emâredir ki; Hâlıkımız bizi bu dâr-ı fâniden bir dâr-ı Bâkîye nakledecektir.

Hem sakın zannetme ki; Haşri iktiza eden Esmâ-i İlâhiyye, bahsettiğimiz gibi yâlnız -Hakîm, Kerîm, Rahîm, Âdil, Hafîz- isimlerine münhasırdır. Hayır, belki kâinatın tedbirinde tecelli eden bütün Esmâ-i İlâhiyye, âhireti iktiza eder, belki istilzam eder.

Hem zannetme ki, Haşr’e delâlet eden kâinatın âyât-ı tekviniyyesi, şu geçen bahsettiğimize münhasırdır. Hâyır, belki ekser mevcûdâtta sağa sola açılır perdeler gibi vecih ve keyfiyetleri vardır ki; bir vechi Sânia şehadet ettiği gibi, diğer vechi de Haşr’e işaret eder. Meselâ: İnsânın âhsen-i takvimdeki hüsn-ü masnûiyyeti, Sâni’i gösterdiği gibi; o ahsen-i takvimdeki kabiliyyet-i câmiasıyla kısa bir zamanda zevâl bulması, haşri gösterir. Bâzı kere bir vecihle iki nazarla bakılsa; hem Sâni’i, hem haşri gösterir. Meselâ:

Ekser eşyada görünen hikmetin tanzimi, inâyetin tezyini, adâletin tevzîni ve rahmetin taltifi; nasılki mâhiyetlerine bakılsa, bir Sâni’-i Hakîm, Kerîm, Âdil, Rahîm’in dest-i kudretinden çıktığını gösterirler. Onun gibi, bunların kuvveti ve hadsizlikleriyle beraber, şunların mazharları olan şu fâni mevcûdâtın ehemmiyetsiz ve az yaşamasına bakılsa, âhiret görünür. Demek ki, herşey lisan-ı hal ile

 

okuyor ve okutturuyor...

Hâtime

 

Geçen Oniki Hakîkat, birbirini te’yid eder, birbirini tekmil eder, birbirine kuvvet verir. Bütün onlar birden ittihad ederek neticeyi gösterir. Hangi vehmin haddi var; şu demir gibi, belki elmas gibi Oniki Muhkem Surları delip geçebilsin. Tâ hısn-ı hasînde olan haşr-i îmanîyi sarssın!

 

 

âyet-i kerîmesi ifade ediyor ki; “Bütün insânların halkolunması ve haşredilmesi, Kudret-i İlâhiyyeye nisbeten birtek insânın halkı ve haşri gibi âsandır.” Evet öyledir. “Nokta” nâmında bir risâlede Haşir bahsinde şu âyetin ifade ettiği hakîkatı tafsîlen yazmışım. Burada yalnız bir kısım temsîlâtıyla hülâsasına bir işaret edeceğiz. Eğer istersen o “Nokta”ya müracaat et.

Meselâ: (temsilde kusur yok) Nasılki, “Nûrâniyyet sırrıyla” Güneşin cilvesi, kendi ihtiyarıyla olsa da, bir zerreye sühûletle verdiği cilveyi, aynı sühûletle hadsiz şeffâfâta da verir.

Hem “şeffâfîyyet sırrıyla” bir zerre-i şeffâfenin küçük göz bebeği Güneşin aksini almasında, denizin geniş yüzüne müsavidir.

Hem “intizâm sırrıyla” bir çocuk parmağıyla gemi sûretindeki oyuncağını çevirdiği gibi, kocaman bir diritnotu da çevirir.

Hem “imtisâl sırrıyla” bir kumandan birtek neferi bir arş emriyle tahrik ettiği gibi, bir koca orduyu da aynı kelime ile tahrik eder.

Hem “muvazene sırrıyla” cevv-i fezâda bir terazi ki, öyle hakikî hassas ve o derece büyük farzedelim ki, iki ceviz terazinin iki gözüne konulsa hisseder ve iki güneşi de istiab edip tartar. O iki kefesinde bulunan iki cevizi birini semâvata, birini yere indiren âynı kuvvetle, iki şems bulunsa; birini arşa, diğerini ferşe kaldırır, indirir.

Mâdem şu âdi, nâkıs, fâni mümkinatta nûrâniyyet ve şeffâfîyyet ve intizâm ve imtisâl ve muvazene sırlarıyla, en büyük şey en küçük şey’e müsâvi olur. Hadsiz hesabsız şeyler birtek şeye müsâvi görünür. Elbette Kadîr-i Mutlak’ın zâtî ve nihayetsiz ve gayet kemâlde olan kudretinin nuranî tecelliyatı ve melekûtiyyet-i eşyanın şeffafiyyeti ve hikmet ve kaderin intizâmatı ve eşyanın evâmir-i tekvîniyyesine kemâl-i imtisâli ve mümkinâtın vücûd ve ademinin müsavâtından ibaret olan imkânındaki müvazenesi sırrıyla; az-çok, büyük-küçük O’na müsavi olduğu gibi, bütün insânları birtek insân gibi bir sayha ile Haşr’e getirebilir. Hem bir şeyin kuvvet ve zaafca merâtibi, o şeyin içine zıddının müdahalesidir.

Meselâ: Hararetin derecatı, soğuğun müdahalesidir. Güzelliğin merâtibi, çirkinliğin müdahalesidir. Ziyânın tabakatı, karanlığın müdahalesidir. Fakat birşey zâtî olsa, ârızî olmazsa, onun zıddı ona müdahale edemez. Çünki; cem’-i zıddeyn lâzımgelir. Bu ise, muhaldir. Demek asıl, zâtî olan bir şeyde merâtib yoktur.

Mâdem Kadîr-i Mutlak’ın kudreti zâtîdir, mümkinât gibi ârızî değildir ve kemâl-i mutlaktadır. Onun zıddı olan acz ise, muhaldir ki tedâhül etsin. Demek bir baharı halketmek, Zât-ı Zülcelâl’ine bir çiçek kadar ehvendir. Eğer esbaba isnad edilse; bir çiçek bir bahar kadar ağır olur. Hem, bütün insânları ihya edip haşretmek, bir nefsin ihyası gibi kolaydır.

Mes’ele-i Haşrin başından buraya kadar olan temsil sûretlerine ve hakîkatlarına dair olan beyânâtımız, Kur’an-ı Hakîm’in feyzindendir. Nefsi teslime kalbi kabûle ihzârdan ibarettir. Asıl söz ise Kur’anındır. Zîra söz O’dur ve söz O’nundur. Dinleyelim:

 

Daha bunlar gibi Âyât-ı Beyyinât-ıKur’aniyyeyi dinleyip, âmennâ ve saddaknâ diyelim...

Ey şu risâleyi insaf ile mütâlâa eden kardeş! Deme, niçin bu “Onuncu Söz”ü birden tamamıyla anlayamıyorum ve tamam anlamadığın için sıkılma. Çünki: İbn-i Sîna gibi bir dâhî-yi hikmet,

 

 

demiş. “İman ederiz, fakat akıl bu yolda gidemez” diye hükmetmiştir. Hem bütün Ulemâ-i İslâm: “Haşir, bir mes’ele-i nakliyyedir. Delili, nakildir. Akıl ile ona gidilmez.” diye müttefikan hükmettikleri halde, elbette o kadar derin ve mânen pek yüksek bir yol; birdenbire bir cadde-i umumiyye-i akliyye hükmüne geçemez. Kur’an-ı Hakîm’in feyziyle ve Hâlık-ı Rahîm’in rahmetiyle, şu taklidi kırılmış ve teslimi bozulmuş asırda, o derin ve yüksek yolu şu derece ihsan ettiğinden bin şükür etmeliyiz. Çünki; imanımızın kurtulmasına kâfi gelir. Fehmettiğimiz miktarına memnun olup tekrar mütalâa ile izdiyâdına çalışmalıyız.Haşre akıl ile gidilmemesinin bir sırrı şudur ki: Haşr-i Âzam, İsm-i A’zamın tecellisiyle olduğundan, Cenâb-ı Hakk’ın İsm-i A’zamının ve her ismin âzamî mertebesindeki tecellisiyle zâhir olan ef’âl-i âzîmeyi görmek ve göstermekle, Haşr-i âzam bahar gibi kolay isbat ve kat’î İz’ân ve tahkikî îman edilir. Şu Onuncu Söz’de feyz-i Kur’an ile öyle görülüyor ve gösteriliyor. Yoksa akıl, dar ve küçük düsturlarıyla kendi başına kalsa âciz kalır, taklide mecbur olur...

 

* * *ONUNCU SÖZ’ÜN MÜHİM BİR ZEYLİVE LÂHİKASININ BİRİNCİ PARÇASI

 

Îmanın bir kutbunu gösteren bu Semâvî Âyât-ı Kübrânın ve Haşri isbat eden şu kudsî berâhin-i uzmânın bir nükte-i ekberi ve bir hüccet-i a’zamı; bu “Dokuzuncu Şuâ”da beyân edilecek. Lâtif bir İnayet-i Rabbâniyyedir ki; bundan otuz sene evvel Eski Said, yazdığı tefsir mukaddemesi “Muhâkemât” nâmındaki eserin âhirinde; “İkinci Maksad: Kur’anda haşre işaret eden iki âyet tefsir ve beyân edilecek.

 

 

deyip durmuş. Daha yazamamış.

 

Halik-ı Rahîm’ime delail ve emarat-ı Haşriyye adedince şükür ve hamd olsun ki: Otuz sene sonra tevfik ihsan eyledi. Evet bundan dokuz on sene evvel o iki âyetten birinci âyet olan

 

ferman-ı İlâhînin iki parlak ve çok kuvvetli hüccetleri ve tefsirleri bulunan Onuncu Söz ile Yirmidokuzuncu Söz’ü in’âm etti. Münkirleri susturdu. Hem, îman-ı haşrînin hücum edilmez o iki metin kal’asından, dokuz ve on sene sonra ikinci âyet olan başta mezkûr âyât-ı ekberin tefsirini bu risâle ile ikram etti. İşte bu Dokuzuncu Şuâ’; mezkûr âyâtıyla işaret edilen “Dokuz Âlî Makam” ve bir ehemmiyetli “Mukaddime”den ibarettir.

 

* * *Mukaddime

 

(Haşir akidesinin, pek çok ruhî faidelerinden ve hayatî neticelerinden birtek netice-i câmiayı ihtisar ile beyân ve hayat-ı insânîyyeye husûsan hayat-ı içtimaiyesine ne derece lüzumlu ve zarurî olduğunu izhar ve bu îmân-ı haşrî akidesinin pek çok hüccetlerinden, bir tek hüccet-i külliyyeyi icmâl ile göstermek ve o akide-i haşriyye ne derece bedihî ve şüphesiz bulunduğunu ifade etmekten ibaret olarak “İki Nokta”dır.)

BİRİNCİ NOKTA: Âhiret akidesi; hayat-ı içtimaiyye ve şahsiyye-i insânîyyenin üssül-esası ve saadetinin ve kemâlâtının esasatı olduğuna, yüzer delillerinden bir mikyas olarak yalnız “Dört” tanesine işaret edeceğiz:

Birincisi: Nev-i beşerin hemen yarısını teşkil eden çocuklar, yalnız Cennet fikriyle, onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere ve vefatlara karşı dayanabilirler ve gayet zaîf ve nazik vücûdlarında bir kuvve-i mânevîyye bulabilirler ve her şeyden çabuk ağlayan gayet mukavemetsiz mizâc-ı ruhlarında, o Cennet ile bir ümid bulup mesrûrâne yaşayabilirler. Meselâ Cennet fikriyle der: “Benim küçük kardeşim veya arkadaşım öldü. Cennetin bir kuşu oldu. Cennette gezer, bizden daha güzel yaşar.” Yoksa, her vakit etrafında kendi gibi çocukların ve büyüklerin ölümleri, o zaîf bîçarelerin endişeli nazarlarına çarpması; mukavemetlerini ve kuvve-i mânevîyyelerini zîr ü zeber ederek gözleriyle beraber ruh, kalb, akıl gibi bütün letâifini dahi öyle ağlattıracak, ya mahvolup veya divâne bir bedbaht hayvan olacaktı...

İkinci delil: Nev-i insânın -bir cihette- nısfı olan ihtiyarlar, yalnız hayat-ı uhreviye ile yakınlarında bulunan kabre karşı tahammül edebilirler. Ve çok alâkadar oldukları hayatlarının yakında sönmesine ve güzel dünyalarının kapanmasına mukabil bir teselli bulabilirler ve çocuk hükmüne geçen seri-üt-teessür ruhlarında ve mizaçlarında, mevt ve zevalden çıkan elîm ve dehşetli me’yusiyyete karşı, ancak hayat-ı bâkiy-ye ümidiyle mukabele edebilirler.

Mukaddime

 

(Haşir akidesinin, pek çok ruhî faidelerinden ve hayatî neticelerinden birtek netice-i câmiayı ihtisar ile beyân ve hayat-ı insânîyyeye husûsan hayat-ı içtimaiyesine ne derece lüzumlu ve zarurî olduğunu izhar ve bu îmân-ı haşrî akidesinin pek çok hüccetlerinden, bir tek hüccet-i külliyyeyi icmâl ile göstermek ve o akide-i haşriyye ne derece bedihî ve şüphesiz bulunduğunu ifade etmekten ibaret olarak “İki Nokta”dır.)

BİRİNCİ NOKTA: Âhiret akidesi; hayat-ı içtimaiyye ve şahsiyye-i insânîyyenin üssül-esası ve saadetinin ve kemâlâtının esasatı olduğuna, yüzer delillerinden bir mikyas olarak yalnız “Dört” tanesine işaret edeceğiz:

Birincisi: Nev-i beşerin hemen yarısını teşkil eden çocuklar, yalnız Cennet fikriyle, onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere ve vefatlara karşı dayanabilirler ve gayet zaîf ve nazik vücûdlarında bir kuvve-i mânevîyye bulabilirler ve her şeyden çabuk ağlayan gayet mukavemetsiz mizâc-ı ruhlarında, o Cennet ile bir ümid bulup mesrûrâne yaşayabilirler. Meselâ Cennet fikriyle der: “Benim küçük kardeşim veya arkadaşım öldü. Cennetin bir kuşu oldu. Cennette gezer, bizden daha güzel yaşar.” Yoksa, her vakit etrafında kendi gibi çocukların ve büyüklerin ölümleri, o zaîf bîçarelerin endişeli nazarlarına çarpması; mukavemetlerini ve kuvve-i mânevîyyelerini zîr ü zeber ederek gözleriyle beraber ruh, kalb, akıl gibi bütün letâifini dahi öyle ağlattıracak, ya mahvolup veya divâne bir bedbaht hayvan olacaktı...

İkinci delil: Nev-i insânın -bir cihette- nısfı olan ihtiyarlar, yalnız hayat-ı uhreviye ile yakınlarında bulunan kabre karşı tahammül edebilirler. Ve çok alâkadar oldukları hayatlarının yakında sönmesine ve güzel dünyalarının kapanmasına mukabil bir teselli bulabilirler ve çocuk hükmüne geçen seri-üt-teessür ruhlarında ve mizaçlarında, mevt ve zevalden çıkan elîm ve dehşetli me’yusiyyete karşı, ancak hayat-ı bâkiy-ye ümidiyle mukabele edebilirler.

Ve, eğer bu hakîkat-ı haşriyyenin neticeleri insânîyyetten çıksa; o çok ehemmiyetli ve yüksek ve hayatdar olan insânîyyet mâhiyeti; murdar ve mikrop yuvası bir lâşe hükmüne sukut edeceğini isbat eder. Beşerin idare ve ahlâk ve içtimâiyatı ile çok alâkadar olan içtimaiyyûn ve siyasiyyûn ve ahlâkiyyûnun kulakları çınlasın! Gelsinler, bu boşluğu ne ile doldurabilirler ve bu derin yaraları ne ile tedâvi edebilirler?

İKİNCİ NOKTA: Hakîkat-ı Haşriyyenin hadsiz bürhânlarından sâir erkân-ı îmâniyyeden gelen şehadetlerin hülâsasından çıkan bir bürhânı, gayet muhtasar bir sûrette beyân eder. Şöyle ki:

Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın Risâletine delâlet eden bütün mu’cizeleri ve bütün delâil-i Nübüvveti ve hakkaniyyetinin bütün bürhânları, birden hakîkat-ı haşriyyenin tahakkukuna şehadet ederek isbat ederler. Çünki; bu Zâtın bütün hayatında bütün dâvaları, vahdâniyyetten sonra haşirde temerküz ediyor. Hem umum Peygamberleri tasdik eden ve ettiren bütün mu’cizeleri ve hüccetleri, aynı hakîkate şehadet eder. Hem kelimesinden gelen şehadeti, bedâhet derecesine çıkaran şehadeti de aynı hakîkate şehadet eder. Şöyle ki:

Başta Kur’an-ı Mu’cizil-Beyânın hakkaniyyetini isbat eden bütün mu’cizeleri, hüccetleri ve hakîkatları, birden Hakîkat-ı Haşriyyenin tahakkukuna ve vukuuna şehadet edip isbat ederler. Çünki: Kur’anın hemen üçten birisi Haşirdir ve ekser kısa sûrelerinin başlarında gayet kuvvetli âyât-ı haşriyyedir. Sarîhan ve işareten binler âyâtıyla aynı hakîkatı haber verir. İsbat eder, gösterir. Meselâ:

 

 

gibi, otuz-kırk sûrelerin başlarında bütün kat’iyyetle hakîkat-ı haşriyyeyi kâinatın en ehemmiyetli ve vâcib bir hakîkatı olduğunu göstermekle beraber, sâir âyetler dahi o hakîkatın çeşit çeşit delillerini beyân edip ikna eder.

Acaba birtek âyetin birtek işareti, gözümüz önünde ulûm-u İslâmiyyede müteaddit ilmî, kevnî hakîkatları meyve veren bir kitabın binler böyle şehadetleri ve dâvaları ile, Güneş gibi zuhur eden îmân-ı haşrî; hakîkatsız olması Güneşin inkârı belki kâinatın ademi gibi hiçbir cihet-i imkânı var mı ve yüz derece muhal ve bâtıl olmaz mı? Acaba, bir Sultanın birtek işareti yalan olmamak için bazan bir ordu hareket edip çarpıştığı halde, o pek ciddî ve izzetli sultanın binler sözleri ve va’dleri ve tehdidlerini yalan çıkarmak hiçbir cihette kabil midir ve hakîkatsız olmak mümkün müdür? Acaba on üç asırda fâsılasız olarak hadsiz ruhlara, akıllara, kalblere, nefislere hak ve hakîkat dairesinde hükmeden, terbiye eden, idare eden bu mânevî Sultan-ı Zîşan’ın birtek işareti böyle bir hakîkatı isbat etmeye kâfi iken, binler tasrihat ile bu hakîkat-ı haşriyyeyi gösterip isbat ettikten sonra, o hakîkatı tanımayan bir echel ahmak için Cehennem azabı lâzım gelmez mi ve ayn-ı adâlet olmaz mı? Hem, birer zamânâ ve birer devre hükmeden bütün semâvî suhufları ve mukaddes kitablar dahi, bütün istikbale ve umum zamanlara hükümran olan Kur’anın tafsilâtla, izahatla tekrar ile beyân ve isbat ettiği hakîkat-ı haşriyyeyi, asırlarına ve zamanlarına göre o hakîkatı kat’î kabûl ile beraber, tafsilâtsız ve perdeli ve muhtasar bir sûrette beyân, fakat kuvvetli bir tarzda iddia ve isbatları; Kur’anın dâvasını binler imza ile tasdik ederler.

Bu bahsin münasebetiyle Risâle-i Münâcâtın âhirinde

 

 

rüknüne , sâir rükünlerin husûsan “Rusül” ve “Kütüb”ün şehadetini, münâcât sûretinde zikredilen pek kuvvetli ve hülâsalı ve bütün evhamları izale eden bir hüccet-i haşriyye aynen buraya giriyor. Şöyle ki; Münâcâtta demiş:

Ey Rabb-i Rahîmim! Resûl-i Ekreminin tâlimiyle ve Kur’an-ı Hakîmin dersiyle anladım ki: Başta Kur’an ve Resul-i Ekremin olarak, bütün mukaddes kitaplar ve peygamberler, bu dünyada ve her tarafta nümûneleri görülen celâlli ve cemâlli isimlerinin tecellileri daha parlak bir sûrette Ebedül-âbâdda devam edeceğine ve bu fâni âlemde Rahîmâne cilveleri, nümûneleri müşahede edilen ihsânatının daha şa’şaalı bir tarzda Dar-ı Saadette istimrarına ve bekasına ve bu kısa hayat-ı dünyeviyyede onları zevk ile gören ve muhabbet ile refakat eden müştakların, ebedde dahi refakatlarına ve beraber bulunmalarına icmâ ve ittifak ile şehadet ve delâlet ve işaret ederler.

Hem, yüzer mu’cizât-ı bâhirelerine ve âyât-ı katıalarına istinaden, başta Resul-i Ekrem ve Kur’an-ı Hakîmin olarak bütün nurânî ruhların sahibleri olan peygamberler ve bütün münevver kalblerin kutubları olan veliler ve bütün keskin ve nurlu akılların madenleri olan Sıddîkînler, bütün Suhuf-u Semâviyyede ve Kütüb-ü Mukaddesede senin çok tekrar ile ettiğin binler vaadlerine ve tehdidlerine istinaden, hem senin kudret ve rahmet ve inâyet ve hikmet ve celâl ve cemâl gibi âhireti iktiza eden kudsî sıfatlarına, şe’nlerine ve senin İzzet-i Celâline ve Saltanat-ı Rubûbiyyetine itimâden, hem âhiretin izlerini ve tereşşuhatını bildiren hadsiz keşfiyatlarına ve müşahedelerine ve ilmel-yakîn ve aynel-yakîn derecesinde bulunan îtikadlarına ve îmanlarına binaen saadet-i ebediyyeyi insânlara müjdeliyorlar. Ehl-i dalâlet için Cehennem ve ehl-i hidâyet için Cennet bulunduğunu haber verip ilân ediyorlar. Kuvvetli îman edip şehadet ediyorlar...

Ey Kadîr-i Hakîm! Ey Rahmân-ı Rahîm! Ey Sâdıkul-Va’d-il Kerîm! Ey İzzet ve Azamet ve Celâl sahibi Kahhâr-ı Zülcelâl!.. Bu kadar sâdık dostlarını, bu kadar vaadlerini ve bu kadar sıfât ve şuûnâtını yalancı çıkarmak, tekzib etmek ve Saltanat-ı Rubûbiyyetinin kat’î mukteziyâtını tekzib edip yapmamak ve senin sevdiğin ve onlar dahi seni tasdik ve itaat etmekle kendilerini sana sevdiren hadsiz makbûl ibâdının âhirete bakan hadsiz dualarını ve dâvalarını reddetmek, dinlememek ve küfür ve isyan ile ve seni vâdinde tekzib etmekle, senin Azâmet-i Kibriyâna dokunan ve İzzet-i Celâline dokunduran ve Ulûhiyyetinin haysiyyetine ilişen ve şefkat-i Rubûbiyyetini müteessir eden ehl-i dalâleti ve ehl-i küfrü haşrin inkârında, onları tasdik etmekten yüz binler derece mukaddessin ve hadsiz derece münezzeh ve âlisin. Böyle nihayetsiz bir zulümden ve nihayetsiz bir çirkinlikten, senin o nihayetsiz adâletini ve nihayetsiz Cemâlini ve hadsiz Rahmetini, hadsiz derece takdis ediyoruz.Ve bütün kuvvetimizle îman ederiz ki: O yüzbinler sâdık elçilerin ve o hadsiz doğru dellâl-ı Saltanatın olan Enbiya, Asfiya, Evliyalar, hakkal-yakîn, aynel-yakîn, ilmel-yakîn sûretinde senin uhrevî rahmet hazinelerine, âlem-i bekadaki ihsanatının definelerine ve dar-ı saâdette tamamıyla zuhur eden güzel isimlerinin hârika güzel cilvelerine şehadetleri hak ve hakîkattır. Ve işaretleri doğru ve mutabıktır. Ve beşaretleri sâdık ve vâkidir. Ve onlar bütün hakîkatların mercii ve güneşi ve hâmisi olan “HAK” isminin en büyük bir şuâ’ı; bu hakîkat-ı ekber-i haşriyye olduğunu îman ederek, senin emrin ile senin ibâdına hak dairesinde ders veriyorlar. Ve ayn-ı hakîkat olarak tâlim ediyorlar. Yâ Rab! Bunların ders ve tâlimlerinin hakkı ve hürmeti için bize ve Risâle-i Nur talebelerine îman-ı ekmel ve hüsn-ü hâtime ver. Ve bizleri Onların şefâatlerine mazhar eyle, âmin...

Hem nasılki; Kur’anın, belki bütün Semâvî Kitapların hakkaniyyetini isbat eden umum deliller ve hüccetler ve Habibullahın, belki bütün Enbiyanın nübüvvetlerini isbat eden umum mu’cizeler ve bürhânlar, dolayısıyla en büyük müddeaları olan âhiretin tahakkukuna delâlet ederler. Aynen öyle de, Vâcib-ül Vücûdun vücûduna ve vahdetine şehadet eden ekser deliller ve hüccetler, dolayısıyla Rubûbiyyetin ve Ulûhiyyetin en büyük medârı ve mazharı olan dâr-ı saadetin ve âlem-i bekanın vücûduna, açılmasına şehadet ederler. Çünki; gelecek makamatta beyân ve isbat edileceği gibi, Zât-ı Vâcib-ül Vücûdun hem mevcûdiyyeti, hem umum sıfatları, hem ekser isimleri, hem Rubûbiyyet, Ulûhiyyet, Rahmet, İnâyet, Hikmet, Adâlet gibi vasıfları, şe’nleri lüzum derecesinde âhireti iktiza ve vücûb derecesinde bâki bir âlemi istilzam ve zaruret derecesinde mükâfat ve mücâzât için haşri ve neşri isterler Evet, mâdem Ezelî, Ebedî bir Allah var; elbette Saltanat-ı Ulûhiyyetinin sermedî bir medârı olan âhiret vardır. Ve mâdem, bu kâinatta ve zîhayatta gayet haşmetli ve hikmetli ve şefkatli bir Rubûbiyyet-i Mutlaka var. Ve görünüyor. Elbette o Rubûbiyyetin haşmetini sukuttan ve hikmetini abesiyyetten ve şefkatini gadirden kurtaran, ebedî bir dâr-ı saadet bulunacak ve girilecek.

Hem mâdem, göz ile görünen bu hadsiz in’amlar, ihsanlar, lütuflar, keremler, inâyetler, rahmetler; perde-i gayb arkasında bir Zât-ı Rahmân-ı Rahîmin bulunduğunu sönmemiş akıllara, ölmemiş kalblere gösterir. Elbette in’âmı istihzadan, ve ihsanı aldatmaktan ve inâyeti adâvetten ve rahmeti azabdan ve lütuf ve keremi ihânetten halâs eden ve ihsanı ihsan eden ve ni’meti ni’met eden, bir âlem-i bâkîde bir hayat-ı bâkiyye var. Ve olacaktır.

Hem mâdem, bahar faslında zeminin dar sahifesinde hatâsız yüzbin kitabı birbiri içinde yazan bir Kalem-i Kudret gözümüz önünde yorulmadan işliyor. Ve o kalem sahibi yüzbin defa, ahd ve va’detmiş ki: “Bu dar yerde ve karışık ve birbiri içinde yazılan bahar kitabından daha kolay olarak geniş bir yerde güzel ve lâyemut bir kitabı yazacağım ve size okutturacağım” diye, bütün fermanlarda o kitabdan bahsediyor. Elbette ve herhalde o kitabın aslı yazılmış ve haşir ve neşir ile hâşiyeleri de yazılacak. Ve umumun defter-i a’malleri onda kaydedilecek.

Hem mâdem, bu Arz, kesret-i mahlûkat cihetiyle ve mütemadiyen değişen yüzbinler çeşit çeşit enva-ı zevil-hayat ve zevil-ervahın meskeni, menşei, fabrikası, meşheri, mahşeri olması haysiyetiyle bu kâinatın kalbi, merkezi, hülâsası, neticesi, sebeb-i hilkatı olarak gayet büyük öyle bir ehemmiyeti var ki; Küçüklüğüyle beraber koca Semâvata karşı denk tutulmuş.

Semâvî fermanlarda dâima:

 

 

deniliyor. Ve mâdem, bu mâhiyetteki Arzın her tarafına hükmeden ve ekser mahlûkatına tasarruf eden ve ekser zîhayat mevcûdâtını teshir edip kendi etrafına toplattıran ve ekser masnûâtını kendi hevesâtının hendesesiyle ve ihtiyâcâtının düsturlarıyla öyle güzelce tanzim ve teşhir ve tezyin ve çok antika nevilerini liste gibi birer yerlerde öyle toplayıp süslettirir ki, değil yalnız ins ve cin nazarlarını, belki Semâvat ehlinin ve kâinatın nazar-ı dikkatlerini ve takdirlerini ve kâinatın sahibinin nazar-ı istihsanını celbetmekle gayet büyük bir ehemmiyet ve kıymet alan ve bu haysiyetle bu kâinatın hikmet-i hilkatı ve büyük neticesi ve kıymetli meyvesi ve Arz’ın halifesi olduğunu; fenleriyle, san’atlarıyla gösteren ve Dünya cihetinde Sâni-i âlem’in mu’cizeli san’atlarını gayet güzelce teşhir ve tanzim ettiği için, isyan ve küfrüyle beraber dünyada bırakılan ve azâbı te’hir edilen ve bu hizmeti için imhal edilip muvaffakiyet gören nev-i benî-âdem var.

Ve mâdem, bu mâhiyetteki nev-i benî-âdem, mizaç ve hilkat itibariyle gayet zaif ve âciz ve gayet acz ve fakrıyla beraber hadsiz ihtiyâcâtı ve teellümâtı olduğu halde, bütün bütün kuvvetinin ve ihtiyarının fevkinde olarak koca Küre-i Arz’ı, o nev-i insâna lüzumu bulunan her nevi madenlere mahzen ve her nevi taamlara anbar ve nev-i insânın hoşuna gidecek her çeşit mallara bir dükkân sûretine getiren, gayet kuvvetli ve hikmetli ve şefkatli bir Mutasarrıf var ki, böyle nev-i insâna bakıyor, besliyor, istediğini veriyor.

Ve mâdem, bu hakikatteki bir Rab; hem, insânı sever; hem, kendini insâna sevdirir; hem bâkidir; hem, bâki âlemleri var; hem, adâletle her işi görür ve hikmetle herşey’i yapıyor. Hem, bu kısa hayat-ı dünyeviyyede ve bu kısacık ömr-ü beşerde ve bu muvakkat ve fâni zeminde o Hâkim-i Ezelînin haşmet-i saltanatı ve sermediyyet-i hâkimiyyeti yerleşemiyor. Ve nev-i insânda vuku bulan ve kâinatın intizâmına ve adâlet ve müvazenelerine ve hüsn-ü cemâline münâfî ve muhâlif çok büyük zulümleri ve isyanları ve velini’metine ve onu şefkatle besleyene karşı ihânetleri, inkârları, küfürleri bu dünyada cezasız kalıp, gaddar zâlim, rahat ile hayatını ve bîçâre mazlum, meşakkatler içinde ömürlerini geçirirler. Ve umum kâinatta eserleri görünen şu Adâlet-i Mutlakanın mâhiyeti ise; dirilmemek sûretiyle o gaddar zâlimlerin ve me’yus mazlumların vefat içindeki müsavatlarına bütün bütün zıttır, kaldırmaz, müsaade etmez!

Ve mâdem, nasılki kâinatın sahibi, kâinattan zemini ve zeminden nev-i insânı intihab edip gayet büyük bir makam, bir ehemmiyet vermiş. Öyle de, nev-i insândan dahi makasıd-ı Rubûbiyyetine tevafuk eden ve kendilerini îman ve teslim ile O’na sevdiren hakikî insânlar olan Enbiya ve Evliya ve Asfiyayı intihab edip kendine dost ve muhatâb ederek, onları mu’cizeler ve tevfikler ile ikram ve düşmanlarını Semâvî tokatlar ile tâzib ediyor.

Ve bu kıymetli, sevimli dostlarından dahi, onların imamı ve mefhari olan, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ı intihab ederek, ehemmiyetli Küre-i Arzın yarısını ve ehemmiyetli nev-i insânın beşden birisini uzun asırlarda Onun nuruyla tenvir ediyor. Âdeta bu kâinat O’nun için yaratılmış gibi; bütün gayeleri O’nun ile ve O’nun dini ile ve Kur’anı ile tezahür ediyor. Ve o pek çok kıymetdar ve milyonlar sene yaşayacak kadar hadsiz hizmetlerinin ücretlerini hadsiz bir zamanda almaya müstahak ve lâyık iken, gayet meşakkatler ve mücahedeler içinde altmışüç sene gibi kısacık bir ömür verilmiş. Acaba hiçbir cihetle hiçbir imkânı, hiçbir ihtimali, hiçbir kabiliyyeti var mı ki: O Zât, bütün emsâli ve dostlarıyla beraber dirilmesin? Ve şimdi de ruhen diri ve hayy olmasın? İdam-ı ebedî ile mahvolsunlar? Hâşâ, yüz bin def’a hâşâ ve kellâ!..

Evet bütün kâinat ve hakikat-ı âlem, dirilmesini dâva eder ve hayatını Sahib-i Kâinattan taleb ediyor ve mâdem Yedinci Şuâ’ olan “Âyet-ül Kübrâ” da herbiri bir dağ kuvvetinde otuzüç adet icmâ-ı azîm isbat etmişler ki: Bu kâinat bir elden çıkmış. Ve birtek Zâtın mülküdür ve kemâlât-ı İlâhiyyenin medârı olan Vahdetini ve Ehadiyyetini bedâhetle göstermişler ve Vahdet ve Ehadiyyet ile bütün kâinat, O Zât-ı Vâhidin emirber neferleri ve musahhar memurları hükmüne geçiyor ve âhiretin gelmesiyle, kemâlâtı sukuttan; ve Adâlet-i Mutlakası, müstehziyâne gadr-ı mutlaktan; ve hikmet-i âmmesi; sefahetkârane abesiyyetten; ve Rahmet-i Vâsiası, lâhiyane tâzibden; ve İzzet-i Kudreti, zelilâne âcizden kurtulurlar, takaddüs ederler. Elbette ve elbette ve herhalde îman-ı Billâhın yüzer nüktesinden bu sekiz mâdemlerdeki hakikatların muktezasıyla; kıyamet kopacak. Haşir ve neşir olacak. Dâr-ı Mücâzât ve Mükâfat açılacak... Tâ ki Arz’ın mezkûr ehemmiyeti ve merkeziyyeti ve insânın ehemmiyeti ve kıymeti tahakkuk edebilsin ve Arz ve insânın Hâlıkı ve Rabbi olan Mutasarrıf-ı Hakîm’in mezkûr adâleti, hikmeti, rahmeti, saltanatı takarrur edebilsin ve o Bâkî Rabb’in mezkûr hakikî dostları ve müştakları îdam-ı ebedîden kurtulsun ve o dostların en büyüğü ve en kıymettarı, bütün kâinatı memnun ve minnettar eden kudsî hizmetlerinin mükâfatını görsün ve Sultan-ı Sermedînin kemâlâtı naks ve kusurdan ve kudreti âcizden ve hikmeti sefahetten ve adâleti zulümden tenezzüh ve takaddüs ve teberri etsin.

Elhâsıl: Mâdem Allah var. Elbette âhiret vardır...

Hem nasılki: Mezkûr üç erkân-ı îmâniyye onları isbat eden bütün delilleriyle haşre şehadet ve delâlet ederler. Öyle de

 

 

olan iki rükn-ü imânî dahi, haşri istilzam edip kuvvetli bir sûrette âlem-i bekaya şehadet ve delâlet ederler. Şöyle ki:

Melâikenin vücûdunu ve vazife-i ubûdiyyetlerini isbat eden bütün deliller ve hadsiz müşahedeler, mükâlemeler, dolayısıyla âlem-i ervâhın ve âlem-i gaybın ve âlem-i bekanın ve âlem-i âhiretin ve ileride cin ve ins ile şenlendirilecek olan dâr-ı saâdetin, cennet ve cehennemin vücûdlarına delâlet ederler. Çünki: Melekler bu âlemleri izn-i ilâhî ile görebilirler; ve girerler ve Hazret-i Cebrâil gibi, insânlar ile görüşen umum Melâike-i Mukarrebîn mezkûr âlemlerin vücûdlarını ve onlar, onlarda gezdiklerini müttefikan haber veriyorlar. Görmediğimiz Amerika kıt’asının vücûdunu, ondan gelenlerin ihbarıyla bedihî bildiğimiz gibi; yüz tevatür kuvvetinde bulunan melâike ihbaratıyla âlem-i bekanın ve dâr-ı âhiretin ve Cennet ve Cehennemin vücûdlarına o kat’iyette îmân etmek gerektir ve öyle de îman ederiz.

Hem, Yirmialtıncı Söz olan “Risale-i Kader”de “İman-ı Bilkader” rüknünü isbat eden bütün deliller; dolayısıyla haşre ve neşr-i suhufa ve mizân-ı ekberdeki muvazene-i a’mâle delâlet ederler. Çünki: Herşey’in mukadderatını gözümüz önünde nizâm ve mîzan levhalarında kaydetmek ve her zîhayatın sergüzeşt-i hayatiyyelerini kuvve-i hâfızalarında ve çekirdeklerinde ve sâir elvah-ı misâliyyede yazmak ve her zîruhun, husûsan insânların defter-i a’mallerini elvah-ı mahfûzada tesbit etmek, geçirmek; elbette öyle muhit bir kader ve hakîmâne bir takdir ve müdakkikane bir kayıd ve hafîzane bir kitabet; ancak Mahkeme-i Kübrâda umumî bir muhakeme neticesinde daimî bir mükâfat ve mücâzât için olabilir. Yoksa o ihâtalı ve inceden ince olan kayıd ve muhâfaza; bütün bütün mânâsız, faidesiz kalır. Hikmete ve hakikate münâfî olur. Hem haşir gelmezse; kader kalemiyle yazılan bu kitab-ı kâinatın bütün muhakkak mânâları bozulur ki, hiçbir cihet-i imkânı olamaz ve o ihtimal, bu kâinatın vücûdunu inkâr gibi bir muhal, belki bir hezeyan olur...

ELHASIL: İmânın beş rüknü bütün delilleriyle Haşr ve Neşrin vukuuna ve vücûduna ve dâr-ı âhiretin vücûduna ve açılmasına delâlet edip isterler ve şehadet edip taleb ederler. İşte hakikat-ı haşriyyenin âzametine tam muvafık böyle âzametli ve sarsılmaz direkleri ve bürhânları bulunduğu içindir ki: Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyânın hemen hemen üçten birisi Haşir ve Âhireti teşkil ediyor ve O’nu bütün hakaikine temel taşı ve üssül-esas yapıyor ve herşey’i O’nun üstüne bina ediyor...

(Mukaddeme nihayet buldu.)

 

* * *

 

Hâşiye1: Seneye işarettir. Evet bahar; mahzen-i erzak bir vagondur. Gaipten gelir.

Hâşiye 2: Meselâ: Nasıl şu zamanda manevra meydanında harb usûlünde, “Silâh al, süngü tak” emriyle koca bir ordu baştan başa dikenli bir meşegâha benzediği gibi; her bir bayram gününde resm-i geçit için: “Formalarınızı takıp, nişanlarınızı asınız” emrine karşı ordugâh, serâser rengârenk çiçek açmış müzeyyen bir bahçeyi temsil ettiği misillü; öyle de rûy-i zemin meydanında, Sultân-ı Ezelî'nin nihayetsiz envâ'-ı cünudundan melek ve cin ve ins ve hayvanlar gibi şuursuz nebâtat tâifesi dahi, hıfz-ı hayat cihadında Emr-i  ile: “Müdafaa için silâhlarınızı ve cihazâtınızı takınız” Emr-i İlâhîyi aldıkları vakit, zemin baştan aşağıya bütün ondaki dikenli ağaçlar ve nebatlar süngücüklerini taktıkları zaman, aynen süngülerini takmış muhteşem bir ordugâha benziyor.

Hem baharın herbir günü, herbir haftası, birer tâife-i nebatâtın birer bayramı hükmünde olduğu için, herbir tâifesi dahi kendi Sultanının o tâifeye ihsan ettiği güzel hediyeleri teşhir için ona taktığı murassa nişanları birer resm-i geçit tarzında o Sultan-ı Ezelî'nin nazar-ı şuhud ve işhâdına arz ettiğinden ve öyle bir vaziyet gösterdiğinden bütün nebatat ve eşcar gûya “San'at-ı Rabbâniyye murassaatını ve çiçek ve meyve denilen fıtrat-ı İlâhiyyenin nişanlarını takınız, çiçekler açınız” Emr-i Rabbâniyyeyi dinliyorlar ki, rûy-i zemin dahi gayet muhteşem bir bayram gününde, şahane resm-i geçitte, sürmeli formaları ve murassa nişanları parlayan bir ordugâhı temsil ediyor.

İşte şu derece hikmetli ve intizâmlı teçhizât ve tezyinât; elbette nihayetsiz kadîr bir sultanın, nihayet derecede hakîm bir hâkimin emriyle olduğunu kör olmayanlara gösterir.

Hâşiye 3: Şu sûretin işaret ettiği mânâların bir kısmı Yedinci Hakîkat'te beyân edilmiş. Yalnız burada pâdişaha mahsus bir büyük fotoğraf işareti ve hakîkatı “Levh-i Mahfûz” demektir. Levh-i Mahfûz'un tahakkuk-u vücûdu Yirmialtıncı Söz'de şöyle isbat edilmiş ki: Nasıl küçük küçük cüzdanlar, büyük bir kütüğün vücûdunu ihsas eder ve küçük küçük senedler, bir defter-i kebirin bulunduğunu iş'ar eder ve küçük kesretli tereşşuhatlar, büyük bir su menbaını işmâm eder. Aynen öyle de: Küçük küçük cüzdanlar hükmünde; hem birer küçük Levh-i Mahfûz mânâsında; hem büyük Levh-i Mahfûz'u yazan kalemden tereşşuh eden küçük küçük noktalar sûretinde olan benî-beşerin kuvve-i hâfızaları, ağaçların meyveleri, meyvelerin çekirdekleri, tohumları; elbette bir Hâfıza-i Kübrâyı, bir defter-i ekberi, bir levh-i mahfûz-u âzamı ihsas eder, iş'ar eder ve isbat eder. Belki keskin akıllara gösterir.

Hâşiye 4: Şu sûretin isbat ettiği mânâlar “Sekizinci Hakîkat”te görünecek. Meselâ, dairelerin reisleri şu temsilde, Enbiya ve Evliyaya işarettir. Ve telefon ise, ma'kes-i vahy ve mazhar-ı ilham olan, kalbden uzanan bir nisbet-i Rabbâniyyedir ki, kalb o telefonun başıdır ve kulağı hükmündedir.

Hâşiye 5: Bu sûretin remzini “Dokuzuncu Hakîkat”te göreceksin. Meselâ: Nevruz günü, bahar mevsimine işarettir. Çiçekli yeşil sahra ise, bahar mevsimindeki rûy-i zemindir. Değişen perdeler, manzaralar ise, fasl-ı baharın iptidasından, yazın intihasına kadar Sâni’-i Kadîr-i Zülcelâl’in, Fâtır-ı Hakîm-i Zülcemâl’in kemâl-i intizâm ile değiştirdiği ve kemâl-i rahmet ile tazelendirdiği ve birbiri arkasında gönderdiği mevcûdât-ı bahariyye tabakatına ve masnuat-ı sayfiyye tâifelerine ve erzak-ı hayvaniyye ve insânîyyeye medâr olan mat’ûmata işarettir.

Hâşiye-1: Rızk-ı helâl, iktidar ile alınmadığına, belki iftikara binaen verildiğine delil-i kat’î; İktidarsız yavruların hüsn-ü maişeti ve muktedir canavarların dîk-ı maişeti; hem zekâvetsiz balıkların semizliği ve zekâvetli, hileli tilki ve maymunun derd-i maişetle vücûtça zaîfliğidir. Demek rızık, iktidar ve ihtiyar ile mâ’kûsen mütenâsibdir. Ne derece iktidar ve ihtiyarına güvense, o derece derd-i maişete mübtelâ olur.

Hâşiye-2: Evet aç bir arslan, zaîf bir yavrusunu kendi nefsine tercih ederek, elde ettiği bir eti yemeyip yavrusuna vermesi; hem, korkak tavuk, yavrusunu himaye için ite, arslana saldırması; hem, incir ağacı kendi çamur yiyerek yavrusu olan meyvelerine hâlis süt vermesi, bilbedâhe nihayetsiz Rahîm, Kerim, Şefîk bir Zât’ın hesabıyla hareket ettiklerini kör olmayana gösteriyorlar. Evet nebâtat ve behimiyyat gibi şuursuzların gayet derecede şuurkârane ve hakîmane işler görmesi bizzarure gösterir ki; gayet derecede Alîm ve Hakîm birisi vardır ki, onları işlettiriyor. Onlar, O’nun namıyla işliyorlar...

Hâşiye: Evet, “Hiç mümkün müdür ki”: Şu cümle çok tekrar ediliyor. Çünki, mühim bir sırrı ifade eder. Şöyle ki: Ekser küfür ve dalalet; istib’addan ileri gelir. Yâni akıldan uzak ve muhal görür, inkâr eder. İşte Haşir Söz’ünde kat’iyyen gösterilmiştir ki; hakikî istib’ad, hakikî muhaliyet ve akıldan uzaklık ve hakikî suûbet, hattâ imtina’ derecesinde müşkilât, küfür yolundadır ve dalâletin mesleğindedir. Ve hakikî imkân ve hakikî makuliyyet, hattâ vücûb derecesinde sühulet; îman yolundadır ve İslâmiyet caddesindedir.

Elhasıl, ehl-i felsefe istib’ad ile inkâra gider. Onuncu Söz, istib’ad hangi tarafta olduğunu o tâbir ile gösterir. Onların ağızlarına bir şamar vurur.

Hâşiye-1: Evet kemik gibi bir kuru ağacın ucundaki tel gibi incecik bir sapta; gayet münakkaş, müzeyyen bir çiçek ve gayet musanna ve murassa bir meyve, elbette gayet san’atperver mu’cizekâr ve hikmettar bir Sâniin mehâsin-i san’atını zîşuura okutturan bir ilânnâmedir. İşte nebâtata hayvânâtı dahi kıyas et...

Hâşiye-2: Evet durûb-u emsaldendir ki: Bir dünya güzeli, bir zaman kendine meftun olmuş âdi bir adamı huzurundan tardeder. O adam kendine teselli vermek için: “Tuh, ne kadar çirkindir” der. O güzelin güzelliğini nefyeder. Hem bir vakit bir ayı, gayet tatlı bir üzüm asması altına girer. Üzümleri yemek ister. Koparmağa eli yetişmez. Asmaya da çıkamaz. Kendi kendine teselli vermek için kendi lisanıyla: “Ekşidir” der. Gümler gider...

Hâşiye-3: Âyine-misâl mevcûdâtın birbiri arkasında zeval ve fenalarıyla beraber, arkalarından gelenlerin üstünde ve yüzlerinde aynı hüsün ve cemâlin cilvesinin bulunması gösterir ki; cemâl onların değil… Belki o cemâller, bir Hüsn-ü Münezzeh ve bir Cemâl-i Mukaddesin âyâtı ve emârâtıdır.

Hâşiye: Evet, bin üç yüz elli sene saltanat süren ve saltanatı devam eden ve ekser zamanda üç yüz elli milyondan ziyâde raiyyeti bulunan ve her gün bütün raiyyeti O’nunla tecdid-i biat eden ve O’nun kemâlâtına şehâdet eden ve kemâl-i itâatle evâmirine inkıyad eden ve Arzın nısfı ve nev-i beşerin humsu O Zâtın sıbğı ile sıbğalansa, yâni ma’nevî rengiyle renklense ve O Zât onların mahbub-u kulûbu ve mürebbi-i ervahı olsa; elbette O Zât, şu kâinatta tasarruf eden Rabb’in en büyük abdidir. Hem, ekser enva’-ı kâinat O Zâtın birer meyve-i mu’cizesini taşımak sûretiyle Onun vazifesini ve memuriyetini alkışlasa, elbette O Zât; şu Kâinat Hâlıkının en sevgili mahlûkudur. Hem bütün insânîyyet, bütün istidadıyla istediği beka gibi bir haceti ki: O hâcet ise, insânı esfel-i sâfilînden â’lâ-yı illiyyîne çıkarıyor. Elbette o hâcet, en büyük bir hâcettir ve en büyük bir abd, umumun nâmına onu Kadıyy-ül Hâcât’tan isteyecek...

Hâşiye: Evet Münâcât-ı Ahmediyye (A.S.M.) zamanından şimdiye kadar bütün ümmetin bütün salâtları ve salâvatları O’nun duasına bir âmîn-i daimî ve bir iştirâk-i umumîdir. Hattâ O’na getirilen herbir sâlavat dahi, O’nun duasına birer âmîndir ve ümmetinin herbir ferdi, her bir namazın içinde O’na salât ü selâm getirmek ve kametten sonra Şafiîlerin O’na dua etmesi; O’nun saadet-i ebediyye hususundaki duasına gayet kuvvetli ve umumî bir âmîndir. İşte bütün beşerin fıtrat-ı insânîyyet lisan-ı haliyle, bütün kuvvetiyle istediği beka ve saadet-i ebediyyeyi; o nev-i beşer nâmına Zât-ı Ahmediyye (A.S.M.) istiyor ve beşerin nuranî kısmı, O’nun arkasında âmîn diyorlar. Acaba hiç mümkün müdür ki; şu dua kabûle karîn olmasın!

Hâşiye: Evet şu âlemin mutasarrıfı, bütün tasarrufatı bilmüşâhede şuurane, alîmane, hakîmane olduğu halde; hiçbir cihetle mümkün değildir ki; o mutasarrıf, kendi masnûatı içinde en mümtaz bir ferdin harekâtına şuuru ve ıttılâı bulunmasın… Hem hiçbir cihetle mümkün değildir ki; o Mutasarrıf-ı Alîm, o ferd-i mümtazın harekâtına ve daavâtına (dualarına) ıttılâı bulunduğu halde ona karşı lâkayd kalsın, ehemmiyet vermesin. Hem, hiçbir cihetle mümkün değildir ki; o Mutasarrıf-ı Kadîr-i Rahîm;O’nun dualarına lâkayd kalmadığı halde, o duaları kabûl etmesin. Evet Zât-ı Ahmediyye’nin (A.S.M.) nuruyla âlemin şekli değişti. İnsân ve bütün kâinatın mâhiyet-i hakikîyyeleri o nur, o ziyâ ile inkişaf etti ve göründü ki; şu kâinatın mevcûdâtı, Esmâ-i İlâhiyyeyi okutan birer Mektûbât-ı Samedâniyye, birer muvazzaf memur ve bekaya mazhar kıymettar ve mânidar birer mevcûddurlar. Eğer o Nur olmasa idi, mevcûdât fena-yı mutlaka mahkûm ve kıymetsiz, mânâsız, faidesiz, abes, karmakarışık, tesadüf oyuncağı bir zulmet-i evham içinde kalırdı. İşte, şu sırdandır ki: İnsânlar Zât-ı Ahmediyye’nin (A.S.M.) duasına âmîn dedikleri gibi, arş ve ferş ve seradan süreyyaya kadar bütün mevcûdât O’nun nuruyla iftihar edip, alâkadarlık gösteriyorlar. Zâten ubûdiyyet-i Ahmediyyenin (A.S.M.) ruhu, duadır. Belki kâinatın harekâtı ve hidemâtı, bir nevi duadır. Meselâ, bir çekirdeğin hareketi; Hâlıkından, bir ağaç olmasına bir nevi duadır...

Hâşiye 1: Evet âhirete nisbeten gayet dar bir sahife hükmünde olan rûy-i zeminde had ve hesaba gelmeyen hârika san’at nümûnelerini ve Haşir ve Kıyametin misâllerini göstermek ve üçyüz bin kitab hükmünde olan muntâzam envâ’-ı masnûatı, o tek sahifede kemâl-i intizâm ile yazıp dercetmek; elbette geniş olan âlem-i âhirette lâtif ve muntâzam Cennet’in binasından ve îcadından daha müşkildir. Evet Cennet; bahardan ne kadar yüksek ise, o derece bahar bahçelerinin hilkâti, o Cennet’ten daha müşkildir ve hayretfezâdır denilebilir.

Hâşiye 2: Evet inkılab-ı hakaik ittifaken muhaldir ve inkılab-ı hakaik içinde muhal-ender-muhal, bir zıd kendi zıddına inkılabıdır ve bu inkılab-ı ezdâd içinde bilbedâhe bin derece muhal şudur ki; zıd, kendi mâhiyetinde kalmakla beraber, kendi zıddının aynı olsun. Meselâ, nihayetsiz bir Cemâl; hakikî cemâl iken, hakikî çirkinlik olsun. İşte şu misâlimizde meşhûd ve kat’iyy-ül vücûd olan bir Cemâl-i Rububiyyet; Cemâl-i Rububiyyet mâhiyetinde daim iken, ayn-ı çirkinlik olsun. İşte, dünyada muhal ve bâtıl misâllerin en acibidir...

Hâşiye 1: Evet, mâdem herşeyin kıymeti ve dekaik-ı san’atı gayet yüksek ve güzel olduğu halde; müddeti kısa, ömrü azdır. Demek o şeyler nümûnelerdir. Başka şeylerin sûretleri hükmündedirler. Ve mâdem müşterilerin nazarlarını, asıllarına çeviriyorlar gibi bir vaziyet vardır. Öyle ise, elbette şu dünyadaki o çeşit tezyinat; bir Rahmân-ı Rahîm’in rahmetiyle, sevdiği ibâdına hâzırladığı niam-ı Cennet’in nümûneleridir, denilebilir ve denilir ve öyledir.

Hâşiye 2: Evet her şeyin vücûdunun müteaddid gayeleri ve hayatının müteaddid neticeleri vardır. Ehl-i dalaletin tevehhüm ettikleri gibi dünyaya, nefislerine bakan gayelere münhasır değildir. Tâ, abesiyyet ve hikmetsizlik içine girebilsin. Belki her şeyin gayât-ı vücûdu ve netâic-i hayatı üç kısımdır:

Birincisi ve en ulvîsi: Sâni’ine bakar ki; o şeye taktığı hârika-i san’at murassaatını, Şahid-i Ezelî’nin nazarına resm-i geçit tarzında arzetmektir ki, o nazara bir ân-ı seyyâle yaşamak kâfi gelir. Belki, vücûda gelmeden, bilkuvve niyet hükmünde olan istidadı yine kâfidir. İşte seri-üz zeval lâtif masnûat ve vücûda gelmeyen, yâni sünbül vermeyen birer hârika-i san’at olan çekirdekler, tohumlar şu gayeyi bitamâmiha verir. Faidesizlik ve abesiyyet onlara gelmez. Demek her şey; hayatıyla, vücûduyla Sâni’inin mu’cizât-ı kudretini ve âsâr-ı san’atını teşhir edip, Sultan-ı Zülcelâl’in nazarına arzetmek birinci gayesidir.

İkinci kısım gaye-i vücûd ve netice-i hayat: zîşuura bakar. Yâni herşey, Sâni’-i Zülcelâl’in birer mektub-u hakaik-nümâ, birer kaside-i letâfetnümâ, birer kelime-i hikmet-edâ hükmündedir ki; melâike ve cin ve hayvanın ve insânın enzârına arzeder, mütalâaya davet eder. Demek, ona bakan her zîşuura, ibret-nümâ bir mütalâagâhtır.

Üçüncü kısım gaye-i vücûd ve netice-i hayat: O şeyin nefsine bakar ki; telezzüz ve tenezzüh ve beka ve rahatla yaşamak gibi cüz’î neticelerdir. Meselâ: Azîm bir Sefine-i Sultaniyyede bir hizmetkârın dümencilik ettiğinin gayesi; sefine itibariyle yüzde birisi kendisine, ücret-i cüz’iyyesine ait.. doksandokuzu Sultana ait olduğu gibi; herşeyin nefsine ve dünyaya ait gayesi bir ise, Sâni’ine ait doksandokuzdur. İşte bu taaddüd-ü gayâttandır ki; birbirine zıd ve münafî görünen hikmet ve iktisad, cûd ve sehâ ve bilhassa nihayetsiz sehâ ile sırr-ı tevfîkı şudur ki: Birer gaye nokta-i nazarında cûd u sehâ hükmeder, ism-i Cevvâd tecelli eder. Meyveler, hubublar; o tek gaye nokta-i nazarında bigayr-ı hisabdır. Nihayetsiz cûdu gösteriyor. Fakat, umum gayeler nokta-i nazarında; hikmet hükmeder. İsm-i Hakîm tecelli eder. Bir ağacın ne kadar meyveleri var, belki her meyvenin o kadar gayeleri vardır ki; beyân ettiğimiz üç kısma tefrik edilir. Şu umum gayeler, nihayetsiz bir hikmeti ve iktisadı gösteriyor.

Zıd gibi görünen nihayetsiz hikmet, nihayetsiz cûd ile sehâ ile içtima ediyor. Meselâ: Asker ordusunun bir gayesi, temin-i asayiştir. Bu gayeye göre ne kadar asker istersen var ve hem pek fazladır. Fakat hıfz-ı hudud ve mücahede-i a'dâ gibi sâir vazifeler için, bu mevcûd ancak kâfi gelir. Kemâl-i hikmetle müvazenededir. İşte hükûmetin hikmeti, haşmet ile içtima ediyor. O halde, o askerlikte fazlalık yoktur denilebilir…

Hâşiye: Evet, rahmetin erzak hazinelerinden olan bir şecerenin uçlarında ve dallarının başlarındaki meyveler, çiçekler, yapraklar ihtiyar olup, vazifelerinin hitama ermesiyle gitmelidirler. Tâ, arkalarından akıp gelenlere kapı kapanmasın. Yoksa, rahmetin vüs’atına ve sâir ihvanlarının hizmetine sed çekilir. Hem kendileri, gençlik zevâliyle hem zelil, hem perişan olurlar. İşte bahar dahi, mahşer-nümâ bir meyvedâr ağaçtır. Her asırdaki insân âlemi; ibretnümâ bir şeceredir. Arz dahi, mahşer-i acaib bir şecere-i kudrettir. Hattâ Dünya dahi, meyveleri âhiret pazarına gönderilen bir şecere-i hayret-nümâdır.

Hâşiye: Yedinci sûretin hâşiyesine bak.

Hâşiye-1: Evet zaman-ı hâzırdan, tâ ibtida-i hilkat-ı âleme kadar olan zaman-ı mâzi; umumen vukûattır. Vücûda gelmiş herbir günü, herbir senesi, herbir asrı; birer satırdır, birer sahifedir, birer kitabdır ki, kalem-i Kader ile tersim edilmiştir. Dest-i Kudret, mu’cizât-ı âyâtını onlarda kemâl-i hikmet ve intizâm ile yazmıştır.

Şu zamandan tâ Kıyamete, tâ Cennet’e, tâ Ebede kadar olan zaman-ı istikbâl; umumen imkânattır. Yâni; mâzi vukuâttır, istikbal imkânattır. İşte o iki zamanın iki silsilesi birbirine karşı mukabele edilse; nasılki dünkü günü halkeden ve o güne mahsus mevcûdatı icad eden Zât; yarınki günü mevcûdâtıyla halketmeye muktedir olduğu hiçbir vecihle şüphe getirmez. Öyle de, şüphe yoktur ki; şu meydan-ı garâib olan zaman-ı mâzinin mevcûdâtı ve hârikaları; bir Kadîr-i Zülcelâl’in mu’cizâtıdır. Kat’î şehadet ederler ki, o Kadîr, bütün istikbalin, bütün mümkinâtın îcadına, bütün acâibinin izharına muktedirdir.

Evet, nasılki, bir elmayı halkedecek; elbette dünyada bütün elmaları halketmeye ve koca baharı icad etmeye muktedir olmak gerektir. Baharı icad etmeyen, bir elmayı îcad edemez. Zira o elma, o tezgâhta dokunuyor. Bir elmayı îcad eden, bir baharı îcad edebilir. Bir elma; bir ağacın, belki bir bahçenin, belki bir kâinatın misâl-i musağğarıdır. Hem san’at itibariyle koca ağacın bütün tarih-i hayatını taşıyan elmanın çekirdeği itibariyle öyle bir hârika-i san’attır ki; onu öylece îcad eden, hiçbir şeyden âciz kalmaz. Öyle de, bugünü halkeden, kıyâmet gününü halkedebilir ve baharı icad edecek, Haşrin icadına muktedir bir Zât olabilir. Zaman-ı mâzinin bütün âlemlerini zamanın şeridine kemâl-i hikmet ve intizâm ile takıp gösteren; elbette istikbal şeridine dahi başka kâinatı takıp gösterebilir ve gösterecektir. Kaç Sözlerde, bilhassa Yirmiikinci Sözde gayet kat’î isbat etmişiz ki: “Her şey’i yapamayan hiçbir şey’i yapamaz ve birtek şey’i halkeden, her şey’i yapabilir. Hem eşyanın îcadı birtek Zâta verilse, bütün eşya birtek şey gibi kolay olur. Ve suhulet peyda eder. Eğer müteaddit esbaba verilse, ve kesrete isnad edilse, birtek şeyin îcâdı; bütün eşyanın îcâdı kadar müşkilâtlı olur. Ve imtina derecesinde suûbet peyda eder...”

Hâşiye-2 Ağaç ve otların kökleri gibi...

Hâşiye-3 Yapraklar, meyveler gibi...

Hâşiye: Evet küfür, mevcûdâtın kıymetini iskat ve mânâsızlıkla ittiham ettiğinden; bütün kâinata karşı bir tahkir ve mevcûdat âyinelerinde cilve-i Esmâyı inkâr olduğundan; bütün Esmâ-yı İlâhiyyeye karşı bir tezyif ve mevcûdâtın Vahdâniyyete olan şehadetlerini reddettiğinden; bütün mahlûkata karşı bir tekzib olduğundan; istidad-ı insânîyi öyle ifsad eder ki; salâh ve hayrı kabûle liyâkatı kalmaz. Hem, bir zulm-ü azîmdir ki; umum mahlûkatın ve bütün Esmâ-i İlâhiyyenin hukukuna bir tecâvüzdür. İşte şu hukukun muhafazası; ve nefs-i kâfir hayra kabiliyetsizliği; küfrün adem-i afvını iktiza eder.

Hâşiye: Evet, adâlet iki şıktır. Biri müsbet, diğeri menfîdir. Müsbet ise; hak sahibine hakkını vermektir. Şu kısım adâlet, bu dünyada bedâhet derecesinde ihâtası vardır. Çünki; “Üçüncü Hakîkat”ta isbat edildiği gibi; herşeyin istidad lisanıyla ve ihtiyâc-ı fıtrî lisanıyla ve ızdırar lisanıyla Fâtır-ı Zülcelâl’den istediği bütün matlûbatını ve vücûd ve hayatına lâzım olan bütün hukukunu mahsus mizanlarla, muayyen ölçülerle bilmüşâhede veriyor. Demek adâletin şu kısmı, vücûd ve hayat derecesinde kat’î vardır.

İkinci kısım menfîdir ki; haksızları terbiye etmektir. Yâni haksızların hakkını, tâzib ve tecziye ile veriyor. Şu şık ise çendan tamamıyla şu dünyada tezahür etmiyor. Fakat, o hakîkatın vücûdunu ihsas edecek bir sûrette hadsiz îşârat ve emârat vardır. Ezcümle: Kavm-i Âd ve Semûd’dan tut, tâ şu zamanın mütemerrid kavimlerine kadar gelen sille-i te’dib ve tâziyâne-i tazib, gayet âlî bir adâletin hükümran olduğunu hads-i kat’î ile gösteriyor.

Hâşiye Sual: Eğer dense: “Neden en çok misâlleri çiçekten ve çekirdekten ve meyveden getiriyorsun?..”

ELCEVAP: Çünki onlar; hem Mu’cizât-ı Kudretin en antikaları, en hârikaları, en nazeninleridirler. Hem ehl-i tabiat ve ehl-i dalâlet ve ehl-i felsefe, onlardaki Kalem-i Kader ve Kudretin yazdığı ince hattı okuyamadıkları için onlarda boğulmuşlar. Tabiat bataklığına düşmüşler...

 

REKLAMLAR

Web Site Tasarımı

Yönetim Panelli Website Tasarımlarınız için

0532 307 60 09

 

 

İSTATİSTİKLER

OS : Linux c
PHP : 5.3.29
MySQL : 5.7.43
Zaman : 14:44
Ön bellekleme : Etkisizleştirildi
GZIP : Etkisizleştirildi
Üyeler : 31076
İçerik : 1248
Web Bağlantıları : 2
İçerik Tıklama Görünümü : 2216812

Haberler

Mevlana Derki...!

 

"İnsanda Güzel olan yüzdür, Yüzde Güzel olan gözdür, ama insanı insan yapan;

Ağzından çıkan sözdür"