ahmetturkan.gen.tr

HAYATTAN DERSLER

  • Yazıtipi boyutunu arttır
  • Varsayılan yazıtipi boyutu
  • Yazıtipi boyutunu azaltır
Home RİSALE-İ NUR BARLA LAHİKASI BARLA LAHİKASI - C

BARLA LAHİKASI - C

e-Posta Yazdır PDF
Barla Lahikası -C-

 

YİRMİ İKİNCİ MEKTUBUN HÂTİME'SİNDEKİ BAHSE BİR ZEYLDİR.



اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَأْكُلَ لَحْمَ اَخِيهِ مَيْتًا


Gıybet şu âyetin kat'î hükmüyle nazar-ı Kur'ân'da gayet menfur ve ehl-i gıybet, gayet fenâ ve alçaktırlar. Gıybetin en fenâ ve en şenî'i ve en zâlimâne kısmı, kazf-i muhsanât nev'idir. Yani gözüyle görmüş dört şâhidi gösteremeyen bir insan, bir erkek veya kadın hakkında zinâ isnâd etmek; en şeni' bir günâh-ı kebâir ve en zâlimane bir cinayettir, hayat-ı içtimâiye-i ehl-i îmanı zehirlendirir bir hıyânettir, mes'ud bir ailenin hayatını mahveden bir gadrdir. Evet sûre-i Nur bu hakikatı o kadar şiddetle göstermiş ki, vicdan sahibini titretiyor ve tüylerini ürperttiriyor. لَوْلآ اِذْ سَمِعْتُمُوهُ مَا يَكُونُ قُلْتُمْ لَنَآ اَنْ تَكَلَّمَ بِهَذَا سُبْحَانَكَ هَذَا بُهْتَانٌ عَظِيمٌ şiddetle ferman ediyor ve diyor ki: Gözüyle görmüş dört şâhidi gösteremeyen merdûdü'ş-şehâdettir. Ebedî şehadetlerini kabûl etmeyiniz. Çünki yalancıdırlar. Acaba böyle kazfe cesaret eden hangi adam var ki, gözüyle görmüş dört şâhidi gösterebilir. Kur'ân-ı Hakîm bu şartı koşturmakla, böyle şeylerde şakk-ı şefe etmeyiniz, bu kapıyı kapayınız demektedir.

Said Nursî
MESÂİL-İ MÜTEFERRİKA



Birinci Mes'ele:


Suâl: Salâvâtın bu kadar kesretle hikmeti ve salâtla beraber selâmı zikretmenin sırrı nedir?


Elcevap: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma salâvat getirmek, tek başıyla bir tarîk-ı hakikattır. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü vesselâm nihayet derecede rahmete mazhar olduğu halde, nihayetsiz salâvata ihtiyaç göstermiştir. Çünki, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü vesselam bütün ümmetin dertleriyle alâkadar ve saadetleriyle nasibedardır nihayetsiz istikbalde, ebedü'l-âbâdda nihayetsiz ahvâle mâruz ümmetin, bütün saadetleriyle alâkadarlığının ihtiyacındandır ki, nihayetsiz salâvata ihtiyaç göstermiştir.


Hem Resûl-i Ekrem; hem abd, hem resûl olduğundan, ubûdiyet cihetiyle salât ister, risalet cihetiyle selâm ister ki: Ubudiyet halktan Hakk'a gider, mahbubiyet ve rahmete mazhar olur. Bunu اَصَّلاَةُ ifade eder. Risalet Hakk'tan halka bir elçiliktir ki, selâmet ve teslim ve me'muriyetinin kabul ve vazifesinin icrâsına muvaffakıyet ister ki, سَلاَمًا lâfzı onu ifâde ediyor.


Hem biz سَيِّدِنَا lâfzıyle tâbir ettiğimizden diyoruz ki; Yâ Rab! Yanımızda elçiniz ve dergâhınızda elçimiz olan Reisimize merhamet et ki, bize sirâyet etsin.



اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ عَبْدِكَ وَ رَسُولِكَ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

İkinci Mes'ele:


(Bir kardeşimizin uzun bir suâline kısa bir cevabdır.)


Eğer desen: Nedir şu tabiat ki, ehl-i dalâlet ve gaflet ona saplanmışlar, küfür ve küfrâna girip, ahsen-i takvimden esel-i sâfilîne sukut etmişler?


Elcevap: Tabiat nâmı verdikelri şey; şeriat-ı fıtriye-i kübrâ-yı İlâhiyedir ki, mevcudatta zuhur eden ef'al-i İlâhiyyenin tânzim ve nizamını gösteren âdetullahın mecmu'-u kavânîninden ibarettir. Ma'lûmdur ki, kavânîn umûr-u itibariyedir; vücûd-u ilmîsi var, haricîsi yok. Gaflet veya dalâlet sâikasiyle Kâtib ve Nakkaş-ı Ezelîyi tanımadıklarından, kitabı ve kitâbeti kâtib ve nakşı nakkaş, kanunu kudret, mistarı masdar, nizamı nazzam, san'atı sâni' tevehhüm etmişler.


Nasıl ki, bir vahşi ve insanların içtimâiyatını görmemiş bir adam, muhteşem bir kışlaya girse, bir ordunun nizamât-ı mâneviye ile muttarid hareketini temâşâ etse, maddî ipler ile bağlı tahayyül eder. Veyahut o vahşi, muazzam bir cami'e dahil olsa görse ki, Müslümanların cemaat ve îdlerde muntazam, mübarek vaziyetlerini görse, seyretse, maddî rabıtalarla bağlanmalarını tevehhüm eder.


Öyle de, vahşiden çok vahşi olan ehl-i dalâletin, cünûd-u semâvât ve arza mâlik olan Sultan-ı Ezel ve Ebed'in muhteşem kışlası olan şu kâinata ve Ma'bûd-u Ezelînin mescid-i kebîri olan şu âleme girdikleri vakit, o Sultanın nizâmâtını tabiat nâmiyle yâd etse ve nihayet hikmetlerle meşhûn şeriat-ı kübrâsını, kuvvet ve madde gibi sağır ve kör ve câmid, karmakarışık, tezahürattan ibaret tahayyül etse, elbette ona insan demek değil, belki vahşî hayvan dahi denilmez. Çünkü, o tevehhüm ettiği tabiat için, geçen Sözler'de ve sâir Risalelerimde yüz yerde, dirilmeyecek bir suretti o tabiat fikr-i küfrîsi öldürüldüğü ve Yirmi İkinci Söz'de gayet kat'î bir surette isbat edildiği gibi, her zerrede, her sebebde bütün mevcudatı halk edecek bir kudret, bir ilim vermek, belki Vâcibü'l-Vücudun bütün sıfatını onda kabul etmek gibi nihayetsiz muhal ender muhal bir dalâlet, belki dalâletin divâneliğinden gelen mânâsız hezeyanlardır.


Elhâsıl: O sözlerde gayet kat'î bir surette isbat edilmiş ki, tabiat-perest adam bir İlâh-ı Vâhidi kabul etmediği için, gayr-ı mütenâhî ilâhları kabul etmeye mecburdur. O ilâhlar her birisi herşeye muktedir olmakla beraber, bütün ilâhlara hem zıd, hem misil olarak şu kâinatın intizamı içinde birleşsin. Halbuki bir sineğin kanadından tut, tâ manzûme-i şemsiyeye kadar hiç bir yerde bir sinek kanadı kadar şerike yer yoktur ki, parmak karıştırsın.


لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ اِلاَّ اللّهُ لَفَسَدَتَا فَسُبْحَانَ اللّهِ رَبِّ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُونَ Ferman-ı kat'î, şirk ve iştirâkin esâsâtını kat'î bir bürhanla keser.



Üçüncü Mes'ele:



Küfür, mânevî bir cehennemin çekirdeği olduğunu İkinci Sözde ve Sekizinci Sözde ve başka sözlerde isbat edildiği gibi, maddî bir cehennem dahi onun meyvesidir. Cehenneme dühûlüne sebeb olduğu gibi, cehennemin vücuduna dahi sebebdir. Zira küçük bir hâkim, küçük bir izzet, küçük bir gayret, küçük bir celâli bulunsa; bir edebsiz ona dese, "Beni te'dib etmezsin ve demezsin." Herhalde o yerde hapishane yoksa da, onun için bir hapishane îcad edecek, onu içine atacaktır. Halbuki kâfir, cehennemi inkâr ile, nihayetsiz gayret ve izzet ve celâl sahibi ve gayet büyük bir zâtı tekzib ve ta'ciz ediyor, yalancılıkla ve acz ile ittiham ediyor. İzzetine şiddetli dokunuyor, celâline serkeşâne ilişiyor. Elbette farz-ı muhal olarak cehennemin hiçbir sebeb-i vücudu bulunmazsa, o derece tekzib ve ta'cizi tazammun eden küfür için cehennemi halk edecek, o kâfiri içine atacaktır.



Dördüncü Mes'ele:



Eğer desen: Ne için ehl-i küfür ve dalâlet dünyada ehl-i hidâyete gâlib oluyor?



Elcevap: Çünki, küfrün divâneliğiyle ve dalâletin sarhoşluğuyla ve gafletin sersemliğiyle ebedî elmasları satın almak için verilen letâif ve isti'dâdât-ı insaniye sermayesini, fâni şişelere, soğuk buzlara veriyor. Elbette ham cam ve câmid cemed, elmas fiyatıyla alındığı için, en âlâ cam ve en eclâ cemed alınır.



Bir vakit elmascı zengin bir adan divâne olur, çarşıya gider, beş paralık cam parçasına beş altun verir. O zengin divâneye, herkes en iyi camlarını alır ona verir, hattâ çocuklar da güzel buz parçalarını ona veriyor, birer altun alıyorlardı.



Hem bir vakit bir padişah sarhoş olur, çocukların içine girer, onları vükelâ ve ümerâ-yı askeriye zanneder. Şâhâne emir verir, çocukların hoşuna gider, iyi itâat ettiklerinden güzelce bir eğlence yapar.



İşte küfür bir divâneliktir, dalâlet bir sarhoşluktur, gaflet bir sersemliktir ki, bâki metâ' yerine fâni metâ'ı alır. İşte şu sırdandır ki, ehl-i dalâletin hissiyatları şiddetlidir. İnadı, hırsı, hasedi gibi her şeyi şediddir. Bir dakika meraka değmeyen bir şeye bir sene inâd eder.

Evet küfrün divâneliğiyle, dalâletin sekriyle, gafletin şaşkınlığıyla fıtraten ebedî ve ebed müşterisi olan bir lâtife-i insaniye sukut eder; ebedî şeyler yerine fâni şeyler alır, yüksek fiyat verir. Fakat mü'minde dahi bir maraz-ı asabî bulunuyor veya maraz-ı kalbî var. O dahi ehl-i dalâlet gibi, ehemmiyetsiz şeylere ziyade ehemmiyet verir. Lâkin çabuk kusurunu anlar, istiğfâr eder, ısrar etmez.


رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا


Beşinci Mes'ele:



Mühim bir sırr-ı âyet:



Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, mu'cize mecmûu olduğu gibi, her bir sûresi dahi bir mu'cize, hattâ pek çok âyetlerin herbirisi birer mu'cize veya bir lem'a-yı i'câzı gösterir bir tarzdadır. meselâ, Sahâbeden bahseden âhir-i Sûre-i Feth olan âyeti, ki مُحَمّدٌ رَسُولُ اللّهِ dan başlar, bütün huruf-u hecâiyeyi tazammun etmekle beraber, sahabenin tabakât-ı meşhuresinin, ki Ashâb-ı Bedir, Şühedâ-i Uhud, Ashâb-ı Suffa, Ehl-i Bîat-ı Rıdvan gibi, şöhretgîr-i âlem tabakâtın esmâsının adedine işaret ediyor ve şu âyetten evvelki هُوَ الَّذِى اَرْسَلَ رَسُولَهُ âyeti altmış üç harf olduğundan ömr-ü Nebeviyyeye işaret ettiği gibi, bahsettiğimiz âyetle beraber Ashab-ı Bedir ve Suffa ve Uhud ve Ehl-i Beyt-i Nebevînin adedini göterir. İşte âhirdeki âyetin adedi iki yüz altmıştır. Ashab-ı Bedir, şühedâ-yı Uhud ile beraber, Bedir ile Uhud şühedâsından bulunan bir tek sayılmak, hem isimleri bir olanlar bir sayılmak şartiyle iki yüz altmıştır.



Aynı âyetteki hurufat gibi Ashab-ı Bedir, Ashab-ı Suffa ile söylediğimiz şart ile beraber, iki yüz altmış dört eder. Âyetten dört fazladır ki, Hulefa-yı erbaa ve Hamse-i Âl-i Abâdan dördüne işaret vardır. Âyette herbir harfin ne kadar tekerrür ettiği ve Ashab-ı Bedir ve Uhud ve Suffanın esmâsına ne derece muvafık aded göstermesine, gelecek hurufata dikkat et:



Hemze lafzı (9) gayr-ı melfuzu (l5) muvafık geliyor. ث (3) ت 8 ب (4) muvafık, ج (8) muvafık, ذ (3) د (6) خ (10) ح (3) muvafık,ر (16) muvafık, ز (6) muvafık. Uhud ve Suffadan ğ (7) muvafık, Suffadan ش (2) muvafık, Suffadan ص (2) muvafık, Bedirden ض (2) muvafık, Suffadan ظ (3) ط (1) Uhudda Abâdile-i Seb'a, Hulefâ-yı Selâse ع (10) muvafık, Suffadan ق (1) ف (14) غ (6) muvafık, Bedir'de م (24) ل(34) ك (6) muvafık, ن (16) muvafık ى (12) و (15) هـ (16) muvafık, لا (2) ا (18) muvafık.



İşte bu hurufatın yarısı Ashab-ı Bedir ve Suffa ve Uhud'da muvafık gelmesiyle gösteriyor ki, gayr-ı muvafık olanlar başka tabakâtın adedine muvafıktır. Meselâ, Ehl-i Bîat-ı Rıdvan gibi tabâkat-ı meşhureye.



Hem cây-i dikkattir ki: ثُمَّ اَنْزَلَ عَلَيْكُمْ مِنْ بَعْدِ الْغَمِّ اَمَنَةً نُعَاسًا âyetinde şu âyet gibi, bütün huruf-u hecâiyeyi tazammun etmiş. Fakat bunun aksine olarak, o hurufâtın tekrârâtı acîb bir tarz-ı münasebettedir. Şu âyet ise birbirine bakıyor. Kardeş kardeşine muvafık gelmiyor. Demek şu âyetteki hurufatın vazifesi, âyetin mânâsını te'yid ederek, bahsettiği sahabelerin esmâsına bakıyorlar.

Evet şu âyet-i kerime cümleleriyle gösterdiği aynı hükmü yine kelimeleriyle, hurufatıyla aynı mânâyâ işaret eder. Meselâ, şu âyetin hurufatları Ashaba baktıkları gibi, kayıdları da Ashabın sıfat-ı meşhûresine bakar. O sıfâtı göstermekle o sıfat sahiblerine parmak basıyorlar.


Mes'elâ: وَالّذِينَ مَعَهُ daki maiyet-i hassâ, sohbet-i mahsusayı zikretmekle Ebu Bekiri's-Sıddîk'ın medar-ı fahri ve şöhreti olan maiyet-i hâssa ile başına parmak basıyor


الْكُفَّارِ اَشِدَّاءُ عَلَى şiddet-i hamiyet-i İslâmiye ile küffâra galebe-i kat'iyesi ile şöhret-şiâr olan Hazret-i Ömer'i âyine gibi gösterir.



رُحَمَاءُ بَيْنَهُمْ şefkat-i rahîmâne ile meşhur-u enâm olan Hazret-i Osmân-ı Zinnûreyn'e parmak basıyor.



تَرَيهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا kaydıyla, rükû' ve secdede devam ve kesrette meşhur olan Hazret-i Aliyyi'l-Mürtazâ'ya işaret ediyor.



يَبْتَغُونَ فَضْلاً مِنَ اللّهِ وَ رِضْوَانًا cümlesiyle ehl-i Bîat-ı Rıdvân'a,

سِيمَاهُمْ فِى وُجُوهِهِمْ مِنْ اَثَرِ السُّجُودِ Ashab-ı Suffa'ya,

ذَلِكَ مَثَلُهُمْ فِى التَّوْرَيةِ Fukahâ ve ulemâ-i Sahabeye,

وَمَثَلُهُمْ فِى اْلاِنْجِيلِ Ashab-ı Huneyn ve Feth, Uhud ve Bedir'deki Sahâbelerin nâmdar yiğitlerine işaret ettiği gibi, enbiyadan sonra Benî Âdem içinde en yüksek, en nâmdar, en mümtaz olan Sahâbelerin medar-ı rüchâniyetleri, menşe'-i imtiyazları ve mâden-i meziyetleri olan seceyâ-yı sâmiye ve ahlâk-ı âliyye ve muamelât-ı gâliyeye o mezkûr kayıtlar ve sıfatlarla işaret ediyorlar.



O kayıtlarla diyor ki; Sahâbelerin halka karşı vaziyetleri: Düşmanlarına şediddirler ve dostlarına ve mü'minlere rahîmdirler. Cenâb-ı Hakk'a karşı rükû ve secdede kemâl-i itâattadırlar. Her işlerinde Cenâb-ı Hakkın rıza ve fazlını kasdederek kemâl-i ihlâsdadırlar. Hem sahabelerin ilimde ve amelde ve siyasette ve askerlikte gösterdikleri fevkalâde metanet ve terakki ve sebat ve tefevvuku, maziden Tevrat ve İncil'i işhâd ederek mu'cizane ve müstakbelden ibadet ve cihad vazifesinde hârikulâde hareketleri ihbar ederek mu'cizâne mâzi ve müstakbelde iki ihbar-ı gaybiye ile sahâbelerin i'cazkâr ahvâlini haber vermekle, şu âyette bir lem'a-yı i'câzı gösterir ve âyetin daha başka çok işaretleri vardır. İzahı uzun olduğundan ve ihatamız nâkıs ve elimiz kısa bulunduğundan kısa kestik.



İşte mâdem şu âyet, hem cümleleri, hem kelimeleri, ham hurufatıyla, ayrı ayrı vazifeleri gördükleri halde, mânâ-yı maksudun etrafında toplanıp ona bakıyorlar. Acaba bilmediğimiz ve beyan etmediğimiz, şu âyetin daha çok esrar-ı acîbeyi câmi' olduğu anlaşılmaz mı?



Altıncı Küçük Bir Mes'ele:



Otuzüç adet Sözlerin ve otuzüç adet Mektubların mecmûuna Risaletü'n-Nur namı verilmesinin sırrı şudur ki: Bütün hayatımda Nur kelimesi her yerde bana rastgelmiştir. Ezcümle karyem Nurs'dur, merhume vâlidemin ismi Nuriye'dir, Nakşî üstadım Seyyid Nur Muhammed'dir, Kâdirî üstadım Nureddin. Kur'ân üstadlarımdan Nuri, talebelerimden benimle en ziyade alâkadarı Nur isimli bulunanlardır. Kitablarımı en ziyade îzah ve tenvir eden nur misâlidir.Kur'ân-ı Hakîm'deki en evvel aklıma, kalbime parlayan ve fikrimi meşgul eden اَللّهُ نُورُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ âyetidir. Hem hakâik-ı İlâhiyyede müşkilâtımın ekserisini halleden Esmâ-yı Hüsnâdan Nûr ism-i nurânîsidir. Hem Kur'ân'a şiddet-i şevk ve inhisar-ı hizmetim için hususî imamım Zinnûreyn'dir.



اَللّهُمَّ يَا نُورَ النُّورِ وَيَا مُنَوِّرَ النُّورِ وَيَا مُصَوِّرَ النُّورِ وَيَا مُقَدِّرَ النُّورِ وَيَا مُدَبِّرَ النُّورِ وَيَا خَالِقَ النُّورِ

وَيَا نُورًا قَبْلَ كُلِّ نُورٍ وَيَا نُورًا بَعْدَ كُلِّ نُورٍ وَيَا نُورًا فَوْقَ كُلِّ نُورٍ وَيَا نُورًا لَيْسَ مِثْلَهُ نُورٌ

سُبْحَانَكَ يَا لاَ اِلهَ اِلاَّ اَنْتَ اْلاَمَانُ اْلاَمَانُ اَجِرْنَا (وَ عَلِى) مِنَ النَّارِ وَ اَدْخِلْنَا (وَ اَدْخِلْ عَلِى) الْجَنَّةَ

مَعَ اْلاَبْرَارِ وَ نَوِّرْ قُلُوبَنَا وَ قَلْبَهُ وَ قُبُورَنَا وَ قَبْرَهُ بِاَنْوَارِ اْلاِيمَانِ وَ الْقُرْآنِ يَا رَحِيمُ يَا غَفَّارُ وَ صَلِّ عَلَى مُحَمَّدٍ الْمُخْتَارِ وَ آلِهِ اْلاَطْهَارِ وَ صَحْبِهِ اْلاَخْيَارِ آمِنَ آمِينَ آمِينَ



Said Nursî


(Hulûsi Bey'in sualine cevabdır.)


(Dişlerin kaplanması hakkındaki suâle cevap)


1932 tarihli suâlinize şimdilik etrafıyla cevab veremiyorum. Fakat bu mes'ele ile münasebetdar bir-iki mes'ele-i şeriatı icmâlen yazıyorum. Şöyle ki:


Abdest vaktinde ağzı yıkamak farz değil sünnettir. Fakat gusül hengâmında ağzını yıkamak farzdır. Az bir şey de yıkanmadık kalsa olmaz, zarardır. Onun için dişleri kaplama lehinde ulemalar fetva vermeye cesaret edemiyorlar.


İmam-ı A'zam ile İmam-ı Muhammed (Radıyallahü anhümâ) gümüş ve altından dişlerin yapılmasına fetvaları, sabit kaplama hakkında olmamak gerektir. Halbuki bu diş mes'elesi umûmü'l-belvâ suretinde o derece intişarı var ki, ref'i kabil değil. Ümmeti bu belvâ-yı azîmeden kurtarmak çaresini düşündüm, birden kalbime bu nokta geldi. Haddim ve hakkım değil ki ehl-i içtihadın vazifesine karışayım, Fakat bu umûmü'l-belvâ zaruretine karşı, fetvalara tarafdar olmadığım halde diyorum ki:


Eğer mütedeyyin bir hekîm-i hâzıkın gösterdiği ihtiyaca binâen kaplama sureti olsa, altındaki diş ağzın zâhirîsinden çıkar, bâtın hükmüne geçer. Gusülde yıkanmaması guslü ibtâl etmez. Çünki üstündeki kaplama yıkanıyor, onun yerine geçiyor. Evet, cerihaların üstündeki sargıların zarar için kaldırılmadığından ceriha yerine yıkanması, şer'an o yaranın asli yerine geçtiği gibi, böyle ihtiyâca binâen sabit kaplamanın yıkanması dahi dişin yıkanması yerine geçer, guslü iptâl etmez. وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّهِ Mâdem ihtiyaca binaen bu ruhsat oluyor. Elbette yalnız süs için, ihtiyaçsız dişleri kaplamak veya doldurmak bu ruhsattan istifade edemez. Çünki, hattâ zaruret derecesine geldikten sonra böyle umûmü'l-belvâda eğer bilerek su'-i ihtiyarıyla olsa, o zaruret ibâheye sebebiyet vermez. Eğer bilmeyerek olmuş ise zaruret için elbette cevaz var.


Said Nursî


(Üç cesetli bir ruhun bir fıkrasıdır.)


(Yani: Hâfız Ali, Sabri, Sarıbıçak Ali.)



Otuzbirinci Mektubun Onyedinci lem'asının Onyedinci notasının yedi mes'elesinden ikinci mes'elesi iken Yirminci Lem'a olan ihlâs Risâlesini aldım. Kuleönünde kardeşim Ali Efendi ile, Yirmi birinci Lem'a nâmıyla projektör misâl, geceleri gündüze çeviren pek mübarek ve çok kıymettar ve gayet müessir bir risale ile, Yirmi İkinci Lem'a olan, On Yedinci Nota'nın üçüncü Meselesi iken Lemeata karışmakla, sosyalizm ve bolşevizm oyunlarıyla, âlem-i insaniyetin fıtrat-ı hayat-ı hakikiyesini unutturmak, ebedî zulümatı, müsâvat-ı esasiye nâmı ile, kendi şahıslarını istisna ederek, millet-i İslâmiyeyi esassızlığa attıkları, gazlı bombaları ile bir nevi' geceyi getirdikleri gibi, gûyâ istilâ ettiği mânevî toprakta, kuvve-i inbatiyeye medar olacak, bir hayat dahi bırakmıyarak ihrâk ettikleri bir anda, şu Lem'a o âlemi tenvir ile, güneşi gösterip, âb-ı hayatı ile uyanık zemin üzerini yeşerttiğini gösteriyor.



Muhterem Efendimiz!



Bir hafta mukaddem, maddeten küçük ve mânen büyük bir nâme-i mergûbelerinizi, Bekir Bey vasıtasıyla bir ordu kuvvetinde aldım. Cenâb-ı Erhamürrâhimîne hesabsız hamd ve şükür olsun ki, bizim gibi âciz, zaif, fakir, kusurlu kullarını, hiç bir zaman maddî ve manevî takviye-i rahmetinden baîd tutmuyor. Esen rüzgârlar muvakkaten kapı ve pencerelerden girseler de, o hanenin sahibi derhal kapatıyor ve ayıktırdığını gösteriyor. Gerçi çok okuyamıyorsak da, yazıyı aynı vaziyette yazıyor. اَلْحَمْدُ ِللّهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى



Muhterem efendim!



Şu yazılan risâleleri nasıl buldunuz buyuruyorsunuz? Ya hazret-i Üstad! Ne diyelim! Bizim mânevî yara ve hastalıklarımızı teşhis buyurup, öldürmemek için her nevi' mualeceleri ile memzuc, hem mugaddi, hem müessir tiryaklarını Cenâb-ı Hakkın ihsanı ile gönderiyorsunuz. İhlâs hakkında evvelce ve bilhassa sonra ihsân edilen risâleleri okudukça, vücudumun ağrıdığını ve her zerresinin titrediğini, müteaddid diyarlardan tevellüd eden kurtlar oynamaya başlayınca, en ahmak ve eblehçe hareketlerimi gösterdiler.



Şu Sözler bittecrübe yazılmasıyla, umum kardeşlerimiz îkaz ediliyor. Ve her ferde kudsiyeti ile, güyâ o ferde hitab eder gibi, bir ulviyetle mâ-i zemzem içiriyor. İhlâsı tam, vicdanı temiz, ruhu teslim, cismi lâtif, nesebi tâhir kardeşlerimiz, bu îkaz ile Cenâb-ı Erhamürrâhimîne niyaz edip, (Yâ Rabb, cümle ihvanımızı yaramaz şeylerden halâs et ve ihlâs-ı tâmme ihsân et) duâlarında, sâlifü'l-arz haslet-i hamse-i âliye ve ehliyeden olmayan ve kesafetli ruhuyla müteaddit nuru karıştıran ve zâhir hâliyle sebeb-i Risâle olup, umumun dua ve himmetlerini her an arzulayan, bu uğurda Risâle-i Nur'a serfüru' ve serfedâ edenleri, Cenâb-ı Erhamürrâhimîn, Habîb-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Kur'ân-ı Hakîm ve hizbü'l-Kur'ân hürmetine mağfiret buyurup, niyet edip talep ettikleri hizmetinde muvaffak buyursun... âmin..



Şu mübarek risaleler, hararetli bir adamın suyu gördüğünde ufak bir kapta ise, kazanına koymak, büyük göl ve deniz ise, içine girmek istediği gibi, şu zamanın nursuz yakıcı şiddet-i hararetine karşı, ihlâs denizini göstermekle harareti kesmek, hem her nevi' cevahir ve elmas içinde bulunduğunu beyân etmekle o denize dâvet ediyor, nefsin tâlibi olduğunu riyâ ve hubb-u câh gibi her cihette zararlı yılanlar gibi zehirleyen, ibâdet perdesi altında dünyayı tahsil etmek isteyip, kabir kapısında hatâsını bildiği ve teveccüh-ü nâsa muhabbetten, firavun gibi gark olurken dönmek isteyip, kimseye müyesser olmadığını ve daha teferruatı ile o âlemleri bu lem'alar öyle tenvir ediyorlar ki, eğer murad-ı İlâhî olsa, bu zamanın şöhret-perest zındıkları da görselerdi, ellerindeki vücudlarına zemherir getiren buzları atıp, ihlâs ile îman edip, Kur'ân'ın elmas cevahirlerini alırlardı.



Muhterem efendim!



Kerâmet-i Aleviye risalesi çok cihetlerle keramet olduğu gibi, Risale-i Nur şâkirdlerini intibaha ve teşvike, sa'y ve gayrete, cesaret ve şecâate sevk ile, hareket ettikleri yolda yalnız olmadıklarını ve karşılarında düşmanın, yalnız onların düşmanı olmayıp, belki, mâzide duran ve bize pek yakından bakan ervâh-ı âliyenin de düşmanı olup, o âlî ruhlar önümüzde pişdâr, etrafımızda zırh gibi ve muhafız ve muavin olduklarını göstermekle, zaiflere kuvvet, havf edenlere cesaret ve şecâat, kavilere refik oluyor ve her zaman bu risaleye herkesin ihtiyacını gösteriyor. Bu zamanın kisve-i ilmiye ve mümessil-i din ve rehber-i millet perdeleri ile ilmi (ene)'ye, dîni dünyaya ve kendileri meyhaneye düşen ulemâi's-sû'u haber vermekle, ehl-i îman ve irfanı insafa, ittifaka, ittihada dâvet ediyor.



Cümlemiz, hâk-i pây-i Ekremîlerine yüzler sürerek, mübarek dest-i dâmen-i kerîmânelerini öperiz efendim.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى



İslâm Karyesinden Kuleönünden
Ali (R.H.) Ali


(Husrev'e hitaben yazılan bir mektubdur.)




بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ وَعَلَى وَالِدَتِكَ وَعَلَى اَخِيكَ وَعَلَى اِخْوَانِكَ وَرَحْمَةُ اللّهِ وَبَرَكَاتُهُ



Aziz, mübarek, sıddık kardeşim!



Evvelâ: Sözler'e başlamadan iki ay evvel gördüğün mübarek rüya çok güzeldir. Hem hakikattır. Evet kardeşim, sen bir bahçe-i ebedî olan Kur'ân-ı Hakîm'in Cennetinden Gül-ü Muhammedî (A.S.M.) namında, hadsiz nuranî hakikatların fabrikası hükmünde, tefsir-i hakâik-ı Kur'âniye etrafında halka tutan ve sizin gibi çarklardan mürekkeb olan bir cemâat-ı mübareke içinde en has ve en yüksek mertebeye kâtib tayin edildiğine, o rü'yâ beşaret verdiği gibi, biz de beşaret ediyoruz.



Sâniyen: Bu def'a bize yazdığın Mu'cizât-ı Ahmediye (A.S.M.) risalesi çok hârika düşmüş. Kim ona bakıyor, bir zevk-i hakikî hisseder. Demek oluyor ki; mânevî hâlis samimi hisler, maddî nakışlar suretinde kendini hissettiriyor. Bu sırra ben muttali' olduğum vakit kardeşim Galib dahi aynı hisse iştirâk etti.



Evet, bunun altında manevî tebessüm var diye, senin hattını kendi hattına tercihle mukabele etti. O yazdığın risale vasıtasıyla pek çok insanlar îmanlarını kuvvetleştiriyorlar, muhabbet-i Ahmediye (A.S.M.) kalblerinde ziyadeleşiyor. İşaret-i gaybiye hakkında şübheleri kalmıyor. O sevab da senin defter-i a'mâline geçiyor. Kur'ân ve Resûl-i Ekrem (A.S.M.) kelimesinden başka, işaret ettiğin kelimât çok mânidardır, hem bir temeldir. O iki kelimenin mübarek tevafukuna bir hüccettir. Hem gösteriyor ki, bütün o tevâfukatı dahi riâyet etmeyen, o iki kelimenin tevafukuna kalem karıştıramaz. Zannediyoruz ki, o risalelerin hatt-ı hakikîsini sen buldun veyahut yakınlaştın.



Sâlisen: Mâbeynimizde münasebet; manevî, ruhî, hakikî olduğu için zaman ve mekân müdahale etmez. Dergâh-ı İlâhîye müteveccih olduğumuz vakit günde belki kaç def'a, Husrev yanımda bir cihette hâzır olmakla beraber, senin o şirin yazıların, hususan On Dokuzuncu Mektub'daki mübarek hattın göründükçe seni hayalimizce hazır ediyoruz. Ben ve buradaki arkadaşlar dahi seni burada görmek çok arzuluyoruz. Fakat Isparta sana çok muhtaçtır. Hem de şimdi hâl ve mevsim pek müsâid görünmüyor. Onun için kardeşimi bir miktar yanımda bulundurmak ile, sana zahmet vermek istemiyorum. Yoksa sen bize çok lâzımsın. İnşâallah bir vakit kazâ edeceğiz.



Râbian: Şu mübarek Şehr-i ramazan, Leyle-i Kadri ihâta ettiği için, kendisi de ömür içinde bir leyle-i kadirdir ki, muvaffak olanın ömrüne bin ömür katar. Dakikası bir gündür. Saati iki ay, günü birkaç sene hükmünde bir ömr-ü bâkîdir. Senden ve âhiret hemşirem yâni ikinci vâlidem ve kardeşimin muhterem vâlidesinden duanızı istiyorum. Madem duada sizi şerik ediyorum, siz de benim duama âmîn hükmünde olarak dua ediniz.


Kardeşimiz Ali Efendi'ye dahi çok selâm ve dua ediyorum. İnşâallah tam Husrev'e lâyık bir kardeş oluyor. Sair kardeşlere seni tevkil ediyorum, selâm ve dua ediyorum. Bu eyyâm-ı mübarekede bana dua etsinler. Gâlib der, Husrev'le mânevî bir irtibat hissediyorum. Çok selâm ediyor. Ve bilhâssa saatçı Lütfi Efendi'ye pek çok selâm ve dua ederim. Cenâb-ı Hak ona, o bana yazdığı pencere risalesinin hurufu adedince ruhuna rahmet, kalbine nur, aklına hakikat, malına bereket ihsân eylesin, Âmin, âmin, âmin.


Maksadım, ona o risaleyi yazdırmak, onu has talebeler dairesine idhal etmekti. Yoksa ona o zahmeti vermezdim. Mâşâallah, Hâtem-i Mu'cizât-ı Ahmediye'yi (A.S.M.) çok güzel tersim etmişsiniz. Sözler ile alâkadarlar içinde, bu hâteme tam kanâatı olanların isimlerini bana yazsınlar, onları ikinci dairede yazacağız. Tâ o nura hissedar olsunlar. Şükre dair nüshanız Kuleönlü Mustafa bir adama verip, o da muhafaza edememiş. Yağmur bir parça bozduğu için mahcub olarak, sana göndermeyip bana gönderdi. Benim de güzel yazılmış bir nüsham var, sana gönderiyorum. Ona göre yeni bir nüsha kendinize yazarsınız. Sen bana şükre dair yazdığın mübarek nüshayı, bir ay evvel Atabey tarafına göndermiştim. Kim aldığını bilmiyorum, elime geçmedi. Hem size Yirmi Sekizinci Mektubun Yedinci Mes'elesinin Hâtimesini gönderiyorum. O Hâtime, hâtem-i İ'câza gelen tenkidatı reddediyor ve parlak bir mühr-ü tasdik olduğunu gösteriyor. O hâtemlerin bir nüshasını sana gönderdik. Orada hâtemi gören ve kabul eden ve Sözlerle alâkadar olan zâtların münasib gördüklerini, boş kalan gözlere kaydedebilirsin.


اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Mirzazâde Said Nursî



بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ



Aziz ve gayretli âhiret kardeşim ve hizmet-i Kur'ân'da yoldaşım Hulûsî-i sânî ve Sabri-i evvel!



Mâşâallah Yirminci Mektub'un kıymetini güzel anlamışsınız ve güzel de yazmışsınız.



Mektubunda ilm-i kelâm dersini benden almak arzu etmişsiniz. Zaten o dersi alıyorsunuz. Yazdığınız umum Sözler, o nurlu ve hakikî ilm-i kelâmın dersleridir. İmam-ı Rabbânî gibi bazı kudsî muhakkikler dmişler ki: Âhir zamanda ilm-i kelâmı, yani ehl-i hak mezhebi olan mesâil-i îmâniye-i kelâmiyeyi, birisi öyle birsurette beyan edecek ki; umum ehl-i keşf ve tarîkatın fevkınde, o nurların neşrine sebebiyet verecektir. Hattâ İmam-ı Rabbânî kendisini o şahıs gibi görmüştür.



Senin şu âciz ve fakir ve hiç ender hiç olan kardeşin, bin derece haddimin fevkınde olarak kendimi o gelecek adam olduğumu iddia edemem, hiçbir cihette liyâkatim yoktur. Fakat o ileride gelecek acîb şahsın bir hizmetkârı ve ona yer hâzır edecek bir dümdârı ve o büyük kumandanın pîşdâr bir neferi olduğumu zannediyorum. Ve ondandır ki, sen de yazılan şeylerden o acîb kokusunu aldın.



Hem mektubunda اَللّهُ نُورُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ ilh. ye ait olan esrârı suâl ediyorsun. Evet o âyetin büyük bir denizinden çok Sözlerde katarâtı, reşehâtı vardır. Bâhusus Yirminci Mektub'da, Otuz Üçüncü Mektub'da, Otuz İkinci Söz'de, Yirmi İkinci Söz'de onun bazı çeşmeleri var. Elbette o âyette çok tabakât var. Her taife bir tabakadan hissesini almıştır. Ruhum istiyordu ki, o âyetin bazı envârını yazayım, fakat şimdiye kadar müteferrik surette yazıldığından öyle kalmış. Şimdilik onunla iktifâ edilmiş.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Kardeşiniz Said



بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا



Aziz sıddık kardeşlerim ve hizmet-i Kur'âniyede fedakâr arkadaşlarım Sabri, Hafız Ali, Husrev, Re'fet, Bekir, Lütfü, Rüşdü Efendiler!



Kardeşlerim, bu Ramazan-ı Şerifte size, âlem-i nurdan bahisler açmak arzuları var idi. Maalesef bir hâdise zulmet âleminden bahsetmeye beni mecbur ediyor. Bu yeni hâdise için etraftaki dostlar lisân-ı kâl ve hâl ile meraklı endişeli bir tarzda benden istîzah isityorlar. Onları ve sizleri meraktan kurtarmak için o hâdiseyi iki kısım olarak, bir parça beyan edeceğim.



Birinci kısım: Bu bize nisbeten musibetli ve elîm hâdiseyi, Cenâb-ı Hak inâyet ve rahmetiyle başka sûrete çeviriyor. Evet, Cennet ucuz olmadığı gibi, Cehennem de lüzumsuz değil. Bu hâdisenin bize karşıki vechi, rahmet görünüyor. Ehl-i dünyaya karşı vechi, cehennemin lüzumunu gösteriyor. Filhakika bu Ramazan-ı Şerif'te hâdisenin sureti çok çirkindi. Fakat Gavs-ı A'zamın dediği gibi, inâyet gözünün altında ve hıfzında olduğumuzdan çok cihetlerle hakkımızda lemeât-ı rahmet göründü.



İkincisi: Bu Ramazan-ı Şerifte acz u za'fı ve fakr u ihtiyacı tam hissedip, Cenâb-ı Hakka iltica etmek, bir surette intibah ve heyecan ve şuur ve şiddet verdi. Ramazan-ı Şerifte şimdi okuduğum münâcâtların okunmasına bu hâdise mühim bir kuvvet oldu. Zaten musibetler, dergâh-ı ilâhiye sevk etmek için birer kader kamçısıdır. Her okuduğum bir kelime ve dua da ve münâcat da şuurlu ve şiddetli oluyor. Resmî ve ruhsuz olmuyor. Sahâbelerdeki ibâdetlerinin sırr-ı tefevvuku bu noktadandır. Tesbih ve zikri bütün mânâsıyla şuurlu bir surette söyledikleridir. (Hâşiye)

Said Nursî


_________
(Hâşiye) Bu mektubun mütebâkisi bir maksada binâen buradan kaldırılmıştır.



(Hulûsi Bey'e hitabdır.)


بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, sıddık, muhlis kardeşim!



Evvelâ: Birâderzadem Halil Nâci'nin dünyevî musibeti, beni de cidden mahzun eyledi. Cenâb-ı Hak onu da kurtarsın, size de sabır ve tahammül ihsân eylesin, âmin. Nurun eskiden beri hiç sarsılmayan muhlis bir kahramanı elbette dünyanın geçici, kıymetsiz fâni vaziyetleri karşısında telâş etmez, mağlûb olmaz inşâallah.



Sâniyen: Silsile-i ilmiyede bana en son ve en mübarek dersi veren ve haddimden çok ziyade şefkatini gösteren, Hazret-i Şeyh Muhammede'l-Küfrevî (Kuddise sirruhû'nun) hulefâsından Alvarlı Hoca Muhammed Efendiye ve ihvanlarına çok selâm ve arz-ı hürmet ederim. Ve o havâlide Nurlarla alâkadar senin dostlarına çok selâm ve Nur hizmetinde muvaffakıyetlerine dua ederiz.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى



Hasta kardeşiniz
Said Nursî



بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ



Aziz kardeşim!



Beni merak etmeyiniz, inâyet-i Rabbaniye devam ediyor. Maişet cihetinde kanâat ve iktisad beni ihtiyaçtan kurtarıyor. Sakın bir şey gönderme. Sen altı yedi nefse bakıyorsun, benim yarım nefsim var. Sen beni değil, ben seni düşünmeliyim. Sabrinin mektubu ona yetişmemiş, sen ve Hulûsi, benim her bir amel-i uhrevîmde hissedarsınız. Mâh-ı Ramazanda kazanç bire bindir. Siz de bana duanızla yardım ediniz.



Said

İşaret-i Aleviye'yi tam tasdik ettiniz mi, Haşir risalesi'ni çok kuvvetli buldunuz mu?


بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ



Binler selâm. Siz maddî rütbenizden çok yüksek mânevî rütbeniz iktizasıyla ayrı ayrı yerlere gönderiliyorsunuz. O yerlerin sana ihtiyacı var. Hiç merak etme. Senin Risaletü'n-Nur hakkında mektupların, çok talebe yerinde, senin bedeline hizmet-i nuriyede çalışıyorlar. Birinciliği dâima sana kazandırıyorlar.



Kardeşiniz

Said Nursî



(Yıldız Mektubu)


وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ



Aziz, sıddık kardeşlerim, hizmet-i Kur'âniye'de çalışkan arkadaşlarım Sabri (R.H.), Husrev, Hâfız Ali (R.H.), Re'fet, Bekir, Lütfi (R.H.), Rüşdü!



Size Cemaziye'l-âhir ayında vuku' bulan bir hâdise-i semâviye münasebetiyle bir mes'ele beyân edeceğim. Şöyle ki:



Hazret-i Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâmın zuhuru zamanında, وَاِذَا الْكَوَاكِبُ انْتَثَرَتْ âyetinin bir nümunesini gösterir bir tarzda, recm-i şeyâtîne alâmet olan, yıldızların düşmesi kesretle vuku' bulmuştur. Ehl-i tahkikın nazarında; o zaman vahy zamanı geldiğinden, vahye şübhe gelmemek için, kâhinler gibi, gaybî ve cinler vasıtasıyla semavî haberlerine karışanlara sed çekmeye alâmet ve işaret olmakla beraber, Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm cin ve inse meb'us olarak teşrifine semâvât ehlince bir şenlik, bir bayram gibi bir alâmet-i sürur olduğunu, ehl-i keşif ve hakikat hükmetmişlerdir.

Hem o meb'us Zât, ehl-i küfür ve dalâlet için bir nirân-ı muhrika ve ehl-i hidayet için envâr-ı müşrika menba'ı olduğuna, gaybî ve semavî bir işarettir. Şimdi şu Cemâziye'l-âhirde emsâli görülmemiş bir tarzda, gece saat dörtte başlayıp, beş ve beş buçuğa kadar devam eden yıldızların düşmesi ehemmiyetli bir hâdise-i semâviyedir. Semâvâtın hâdisatı zeminimize baktığı cihetle herhalde, o hâdisatın dahi küre-i arzda bir eseri olacaktır. Cenâb-ı Hak'ın rahmetine sığınmalıyız ki, nîrân-ı muhrika yapmasın, envâr-ı müşrikaya çevirsin.


Evet nasıl ki, Kur'ân-ı Hakîm'in surelerinde, âyetler birbirine bakar, işaret ederler. Öyle de, Cenâb-ı Hakk'ın bir Kur'ân-ı kebîri olan şu kâinatın ulvî, süflî sureleri dahi birbirine bakar, birbirinin nüktelerini izhâr eder. Semâ suresinde bizim gibi lâfz-ı Celâli yalnız kırmızı yazmak değil, belki nur yaldızıyla lâfza-i Celâl gibi yazılan yıldızlar ve o yıldızlardan fışkıran nuranî noktalar, elbette bir işaret fişekleri hükmünde, birer sırrı ilân ettiğini, o mu'ciznümâ semavî suresinin şânındandır. Kendimizce bir fâl-i hayr addetmeliyiz.


Sâniyen: Size semâvâtın kırmızı yıldızlarını andıran, Kur'ân'daki ism-i Celâl'in iki bin sekiz yüz altı (2806) def'a tekerrürü, Kur'ân semâsını o nuranî yıldızlarla zinetlendirmiş ve o adedlerin sahifeler, yapraklar, sûreler itibariyle birbirine mânidar münâsebât-ı tevafukıyetleri, daha ziyade letâfetini, zinetini güzelleştirmiş.


Bu def'a size kendi nüsha-i Kur'âniyemi gönderiyorum. Bu nüshamda size gönderilen listeye göre işaretler koydum. İsm-i Celâl ve İsm-i Rabbe ayrı ayrı işaret vaz' edildi.


İsm-i Celâlin tevafukat-ı adediyesi hem muntazamdır, hem mânidardır, fakat bir parça dikkat ister. Çünki, risalelerde görünen tevâfuk gibi, daima sahife sahifeye bakmıyor. Bazen sahife mukabiline değil, belki bir arkasına veya arkasının mukabiline bakar. Bazen bir yaprak atlar, bazen bir sahife iki sahifenin mecmuuna bakar. Meselâ: Otuz beşinci sahifede on üç (13) adet lâfza-i Celâl gelir. Arkasına sekiz (8), sonra beş (5) geliyor. Demek o on üç adet bu iki rakama birden bakar ki, o da on üç ediyor ve hâkeza.. Hem bazen bir sahife, iki sahifenin mecmuuna bakmakla beraber aynı suretinde iki adet gelir, her biri onun bir cüz'ünü gösterir. Meselâ: Sûre-i Tevbe'de l88. sahifede on altı lâfza-i Celâl geliyor, arkasında altı geliyor, altının arkasında on geliyor. Beraber yukarıdan okunsa on altı olur, tevâfuk eder.


Sûre-i Ahzab'ın yine sahife dört yüz yirmi ikide (422) on altı İsm-i Celâl geliyor. Zâhirî tevâfuku yok. Halbuki bir sahife daha evvel on gelir ve mukabilinde altı var, terkib edilse on altı olur tevâfuk eder. Hem bazen ism-i Rab ile beraber tevâfuk eder, bazen sahife sahifeye değil, yaprak yaprağa bakar. Hem bazen sahife rakamına bakar.


Dokuz rakamı çok defa sahife rakamına baktığı için tevâfuktan çıktığını hissettim (Hâşiye). Her ne ise, siz de tedkik edersiniz, sonra meşveretinizle gizli tevafukatı gösterecek rakamları yazacağız. Yeni yazdığımız Kur'ân'dan tensib ettiğiniz takdirde kaydedeceğiz. Başta yüz elli sahifede elli bir defa yedi ve sekiz geliyor. Yirmi sekizde sekizdir, yirmi üçte yedidir. Bu yedi, sekiz birbirine muvafık kabul edilmiş, yediden sekize, sekizden yediye geçmekle tevafuk bozulmuyor. Bu iki rakamın Kur'ân'da mühim sırları bulunduğu hissedilir.


Sâlisen: Hazret-i Zât-ı Ahmediye (Aleyhisselâm) nasıl bir şecere-i Tûba olduğunu ve Asfiyâ ve Evliyâ ve Sıddîkîn, o Şecere-i Nuraniyenin meyveleri ve mesâlik ve turuk onun dalları olduğunu gösterir, bir silsile-i azîme, eskiden kalma ve eskimiş bir silsilenâme yanımda var. Onu güzelce tebyiz etmek için hattı güzel, cedvelde mehâreti bulunan zâtları istiyorum. Şimdilik Husrev'le Tenekeci Mehmed Efendi, Bekir Ağa'da bulunan ölçü ile on beş tabaka kâğıt beraber, Hafız Ali'nin haber gönderdiği vakit gelsinler.


Râbian: Yirmi Yedinci Mektub'a ilhak edilecek, kardeşlerimizin bazı yeni fıkralarını size gönderdim. Hakikaten bu fıkralar ve umum Yirmi Yedinci Mektub'un fıkraları çık faydalıdırlar. Ehemmiyetli tatlı hoş, güzel mânâlar, dersler; teşvik, teşci' eder hisler vardır. Ben kendim onlardan tatlı istifade ediyorum, tenbel olduğum zaman bana ehemmiyetli bir teşvik kamçısı oluyor. Her ne ise.. Kardeşlerim, gücenmeyiniz; bir miktardır sizlere mektup yazdığım zaman birbirinden uzak mes'eleleri topluyorum. Her mektup bir aşûre olur.


Hâmisen: Ben kolu kısa, boyu kısa cübbeme razı oldum, daha birşey lâzım değil, husrev'in sakosu, yanımda makbul misafirdi, gönderiyorum. Vâlidesinin bir derece kesb-i âfiyet ettiğinden çok mesrûr oldum. Cenâb-ı Hak sıhhat ve âfiyet versin. Orada Husrev'in kardaşı Ali Hasan ve Tenekeci Mehmed Efendi ve Hâfız Ahmed gibi Sözler'le alâkadar olanlara selâm ediyorum.



Kardeşiniz
Said Nursî



__
(Hâşiye): Elhasıl: Bazı esrâr-ı gaybiye için tevafukat şeklini değiştiriyor. Lâfza-i Celâl'in diğer lâtif ve câzibedar ve mânidar bir tevafuku şudur ki, başta Fatiha sahifesiyle beraber yüz elli bir sahifede, elli bir defa yedi ile sekiz geliyor.





Nümûne için gönderilen kâğıt zâyi' olmuş, göremedik. Beyaz kâğıttan siz intihab edersiniz. Sulfato geldi, fakat çoktur. Mehmed Efendi bana yeniden bir levha yazması beni minnetdar ediyor. Cenâb-ı Hak yazdığı her bir harfe mukabil bin sevab ihsan eylesin, âmin.. âmin...

بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفِ الْقُرْآنِ وَ اَسْرَارِهَا



Ey bu dâr-ı fânide medar-ı tesellilerim, bu diyâr-ı gurbette enîslerim ve esrâr-ı Kur'âniyede beni iştiyaklarıyla konuşturan zeki, ferâsetli muhatablarım!



Sizlere, yalnız bir iki dakika temâşâ etmekle, ne derece acınacak bir halde, nâkıs bir hat ile çalıştığımı ve sizin kıymettar kalemleriniz, ne kadar bana ehemmiyetli olduğunu ihsas etmek için, kendi hattımla tashihsiz bir fihriste-i huruf göndermiştim. Halbuki, sizler bir iki dakika değil saatlerce baktınız ve günlerce zaptettiniz. Bundan anladım ki, siz ona fazla merak ediyorsunuz. Onun için size o listenin tebyizini gönderiyorum. İsterseniz kendinize bir suret alırsınız.

Fakat bunu biliniz ki, bu fihriste muvakkat bir me'haz olmak için takribî bir tarzdadır. Ben kolaylık için, kısmen eski mahfuzatıma, kısmen iki mikyas ile dokuz saatte perişan hattımla yazmıştım. Sonra anladım ki, bu vadide bir tefsir köyümüzde var. O tefsiri getirdik, mukabele ettik. Ekseriyet-i mutlaka ile tevâfuk etmişiz, bir kaç büyük yekûnlarda on-onbeş küçük yerlerde muhalefet oldu.


Tahkikat neticesinde, tefsîrin matbaa ve müstensihlerin eser-i sehvi olarak muhalefet olmuş. İki üç yerde müsvedde listemizi tashih ettik. Sonra o tashihimizin yanlış olduğunu anladık, daha listemizi değiştirmedik. Matbaa hatâsı olarak tefsir tashihe muhtaç zannettik, fakat edemedik. Çünki, sahibi büyük bir müdakkik ve matbaa da Câmiü'l-Ezher yanında ve kurbünde, Ezherî ulemâsının nazarı altında olduğundan tashihe cür'et edemedim.


Aynı tefsiri, tebyîz ile beraber gönderiyorum. Ona bakarsınız, fakat tenkide uğraşmayınız. Çünki, benim listem takribîdir, daha tahkikî yapmadım. Tefsir ise, çoğunda rivayete istinad eder. Hem bazı Sûre-i Mekkiyede Medenî âyetler girmiş. Belki, hesâba dâhil etmemiş, Meselâ, Sûre-i Alâk'ta hurufu yüz küsur demiş. Muradı, en evvel nâzil olan nısf-ı evveldir. O doğru söylemiş. Ben ise eski mahfuzatıma istinaden mecmû-u sureyi zannettiğim için onun savabında hatâ etmişim.


Hem tevâfuktaki esrar, küllî yekûnlara bakar. Takribî fihriste bize kâfidir. Kenzü'l-Arş'ın üç nüktesinde yazılan tevâfukat, küsûrâtın değişmesiyle değişmezler. Belki büyük yekûnların değişmesiyle dahi o tevâfukat bozulmaz. Meselâ, Sûre-i Kehf ile otuz dokuz sure, bin adedinde ititfak ediyorlar. Bir iki tane bin adedeni kaybetse, o mühim tevâfuk bozulmaz. Ve hâkeza... Küsurâtın çendan esrarı var, daha bize tamamıyla açılmadı. İnşâallah açıldığı vakitte fihriste dahi tahkikî bir surete girecek.


Said Nursî


(Husrev'in fıkrasıdır.)


Aziz Üstadım!


Cemaziye'l-âhir ayında vuku bulan وَاِذَا الْكَوَاكِبُ انْتَثَرَتْ âyetinin ifade ettiği hâlâtın bir nümunesini îzah eden hâdisat-ı semâviye ile, Kur'ân'ın semasında parlayan lâfza-i Celâl yıldızlarının acîb ve tatlı tevâfuklarını ders veren o kıymetdar mektubunuzu, Hâfız Ali kardeşimiz de dahil olduğu halde Re'fet, Bekir, Lütfi, Rüşdü,Keçeci Mustafa Efendi ve ağabeyim Ali Efendi ile beraber okuduk. O gece meclisimiz pek tatlı idi. Hâdisât-ı Semâviyeyi hayret ve taaccüble ve pek büyük bir sevinçle karşılayarak, mele-i âlânın bayramlarına biz de iştirâk etmiştik. Nasıl ki bu hâdise-i semâviyenin birinci def'a vukuu, (başta insan suretinde yapılmış Hubel tâbir ettikleri büyük putlarıyla 360 putu ilâh kabul eden) müşrikîn-i Kureyş'in helâkini netice vermişti.


İnşâallah bu ikinci vuku'da l4. ci asr-ı Muhammedîde ve Avrupa terakkiyatı ile iftihar ettiği ve yirminci asır nâmını alan bu günde, ehl-i fetretin putperestliğinin daha feci bir surete giren suretperestliğinin kökü kesileceği, bize ilân ediliyordu.


Bu ilân, ümmet-i merhume-i Muhammediyeye, pek güzel ve pek hayırlı bir fütuhatı hazırladığını hatırlatarak, mahzun kalblerimizi şenlendirmiş, ağlayan yüzlerimizi güldürmüş, gamnâk çehrelerimize beşaşet serpmişti. dimağımızda Asr-ı Saâdetin o câzibedar hayatını canlandırmış, güya mâziyi istikbâle çevirerek, bir müddet o âlemlere ve o nezih ruhlu, ulvî düşünceli insanlar arasında yaşatmıştır.


Sâniyen: Lâfza-i Celâlin mânidar ve münasebetdâr tevâfukatını temaşaya koyulduk. Bu tevâfukat, ihtiyarsız nazarımızı kendisine çeviriyordu. İrae edilen kısımlar ve tevâzün ettirilen adetler, o kadar şirin idi ki, okurken kalbimize serinlik, dimağımıza bir inkişaf, ruhumuza bir gıda veriyordu...


Vaktimizi artırmak için, yan yazı ile yazılan Kur'ân-ı Kerîm'in l5.nci sahifesine kadar 7,8 adetler tevâfukatını muhafaza ederek, 51 def'a gelmesi, mektubun nihayetini asel (bal) ile bağlıyordu. Ne kadar gariptir ki, bu rakamların hem yazılmaları birdir, hem sırada kardeşlikleri birdir ve hem de sahifede gösterdikleri rakamla tevâfukları birdir.


Ey sevgili Üstad! Cenâb-ı Hak sizden çok râzı olsun, yeni yeni meyveler ve fâkihelerle tağaddi suretiyle takviye-i ezhana, hem de def'-i cû' sureti ile ıztıraplarımızı teskine vasıta oluyorsunuz.


Husrev

(Husrev'in fıkrasıdır.)

Sevgili Üstadım, aziz hocam, efendim hazretleri!


El ve ayaklarınızdan öperek, sıhhat ve âfiyetiniz için duâcıyım. Bu hafta zarfında, yazıp ikmâline muvaffak olabildiğim Yirmialtıncı ve Onuncu cüz'leri ve Kur'ân-ı Kerîm'in tamamen yazılmasından mütevellid sürurlarımı ifade eden, şu arîzamı takdim ediyorum.


Sevgili Üstadım, bu hususta mâruz kaldığım, o Fürkan-ı Ezelî'nin bazı inâyâtından bahsetmekliğime müsaade edilmesini rica ederim. Şöyle ki:


Lâfza-i Celâl ve lâfz-ı Rab tevâfukatı ile, kelime tevâfukatını muhafaza etmek suretiyle, bir Kur'ân-ı Kerîm yazılmasını emir buyurduğunuz vakit, pek büyük bir sevinçle kaleme sarılmıştım. İlk yazdığım üç cüz'ün başlangıcında, o kadar müşkilâtla yazı yazıyordum ki, sevincimi ye'is şevkimi fütur doldurmuştu. Esasen Arabî hattımın hiç olmaması, ye'simi teşdit füturumu tezyîd ediyordu.


Sevgili Üstadım, bu hal çok devam etmedi. İlk günlerde sabahtan akşama kadar çalıştığım halde, beş veya altı sahife yazı yazabilmek, benim için büyük bir muvaffakıyet iken, Kur'ân-ı Azîmü'l-Bürhanın yardımı imdâdıma yetişti. Müşkilâtın yerini sürur, teessürün yerini sevinç kapladı. Bazı günler kalemi elimden bırakmamak için, namaz vaktinin uzamasını veyahut gurubun olmamasını temenni ediyordum. Bazan olurdu, sabahlara kadar yazı yazmak isterdim.


Bazan olur, yazılması gayet güç sahifelere, Kur'ân'dan istimdat ederdim. Gayet kolaylıkla, o sahifeyi yazmaya muvaffak olurdum.


Bazan en kolay yazılacak sahifelerde,istimdadı bırakırdım. Elimde kalem gûya yazı yazmakta izhar-ı acz ederdi. Hattâ bazan yanlış yazarak sahifeleri tebdil ettiğim olurdu.


Bu kadar teshilât arasında, arabî hattımın şeklinin değişmekte olduğunu gördüm. Birinci def'a ki, yazdığım yazılarımla son yazdığım yazılarımı karşılaştırdığım vakit, böyle çapraşık bir yazı ile, nasıl olur da dilâver bir pehlivan gibi ortaya atıldığımı düşünerek evvelce çok me'yûs oldum. Sonra da sevincimden mesrûrâne şükürler ettim.


Kur'ân'da mevcut tevâfukatı ile beraber, yazan Hâfız Ali, Hoca Sabri, Hâfız Zühdü gibi, kardeşlerimin yazdıklarını gördükçe, şevkim artıyordu. Ümidin fevkınde bir terakkiyat gördüm. Bu esnalardaki inâyetin bir kısmı kalbe tulû' ediyordu. Bir kısmı idare-i taayyüşüme taallûk ediyordu. Bir kısmı da yazı yazarken vuku' buluyordu. Meselâ son bir hâdiseyi arz edeceğim. Şöyle ki:


En son yazdığım sûre-i Tevbe'nin 197. sahifesinde altı lâfza-i Celâl mevcut, dimağıma sahifenin yazılacak şeklini hazırladım. سَيَرْحَمُهُمُ اللّهُ اِنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ âyet-i celîlesindeki iki tane lâfza-i Celâl, tevâfuk harici kalmak suretiyle yazmaya başladım. Vaktâki فَمَا كَانَ اللّهُ daki lâfaz-i Celâli yazdım. Düşündüm ki, istediğim gibi olmayacak, öyle ise üç bir, iki bir tevâfuk olsun dedim. Ben tevâfuk edecek lâfza-i Celâl'e yaklaştıkça, lâfza-i Celâl'ler tevâfuktan uzaklaşıyorlardı. Bir türlü arzu ettiğim şekilde muvaffak olamadım. En nihayet hâl-i hâzır vaziyet vücuda geldi. Sahifeyi değiştirmek istedim. Baktım bu sahife ihtiyarımı dinlememişti. Bunda bir maksat ve bir gaye olacağını hatırlayarak, sahifeyi yırtmadım. 198 nci sahifeyi yazdıktan sonra dikkat ettim.197 nci sahifede tevâfuk harici bir satırdaki iki lâfza-i Celâl 198. Sahifede aynı satır üzerindeki, iki lafza-i Celâl ile üst üste geldiğini ve diğerinin 199 ncu sahifede pek cüz'î bir inhiraf ile (belki yarım santim kadardır) diğer bir lâfza-i Celâl'in üstünde olduğunu gördüm, اَلْحَمْدُ ِللّهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى diyerek, Cenâb-ı Hakk'ın benim gibi alîl pek çok ma'siyet ve kusurlu bir kulunu böyle kudsî bir hizmette istihdam ettirdiğinden dolayı, nihayetsiz sürura müstağrak oldum.


Bu inâyet ve muvaffakıyetler fazilet ve mübecceliyette, her şeye tefevvuk eden susmaz ve susturulmaz bir ses, feyyaz bir ziya ve nevvâr bir azametle, yirmi sekiz bin âleme imamlık eden, ders veren o Fürkan-ı Ezelînin, hadsiz kerametlerinden bir kerameti ve nihayetsiz mucezelerinden, kıvılcım-misâl küçük bir lem'ası idi.


Cenâb-ı Hak dergâh-ı izzetinde kabul buyursa benim gibi,zillet ve meskenet her tarafını kaplıyan kusurlu, âciz, bir abd için, ne büyük bir saadet. İşte sevgili üstadım: Himmet-i âlîniz ki ve لَوْلاَكَ لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلاَفْلاَكَ hitâb-ı izzetine mazhar olan menba'-ı füyuzat Aleyhissalâtü vesselâm efendimizin himemat-ı kudsiyyeleri ile ve refik olan Kur'ân-ı Azîmü'ş-şânın kerametleri ile ve Cenâb-ı Vâcibü'l-Vücud hazretlerinin müsaade ve lütufları sayesinde ve yine onların rızası uğrunda, Ümmet-i Muhammed (A.S.M) için vasıta olup yazdırılan bu Kur'ân-ı Kerîm'i, size takdim ederken fakir talebeniz, (size ciddî bir talebe, hakikî bir kardeş, muti' bir evlât ve Peygamber-i Zîşân Efendimiz hazretlerine ümmet ve Hallâk-ı Kerîm'e de kemter bir kul) olabilmek dilekleri ile el ve eteklerinizden kemâl-i ta'zim ve hürmetle öperim. Efendim hazretleri.


Fakir Talebeniz
Ahmed Husrev


(Milâs'lı Halil İbrahim'in fıkrasıdır.)


Efendim!


İsterim ki Yirmi Yedinci Mektubun tatlı sadâları içcerisinde benim de boğuk sesim çıksın, lâkin heyhât o maden-i esrâr bahrinden dem vurmak haddim değil. Benim arzum ve iştiyâkım, o gülistana girebilmek ve o güzel güllerden koklamak, yoksa onun tavsifinde âciz ve kâsırım. Gerçi kalbimde galeyan eden mânalar çoktur. Lâkin her nedense, lisan hissiyatımızın tercümanı olamıyor.


Şu kadar diyebilirim ki, elimde mevcut risaleler ve fihristede gördüğüme nazaran, Risale-i Nur eczaları bir şecere-i Nuraniyedir ki, dalları aktâr-ı arza neşr-i Envâr ediyor. Ve ilâ nihaye edecektir. Karanlıklı bir gecede, semâdaki yıldız ve kamerler, zemin yüzünde nasıl rehberlik ederlerse, risale-i Nur eczaları da öyledir. Ve zulmette, nura ihtiyaç ne ise, Risale-i Nur eczaları da odur.


Bahr-ı dalâlet mevceleri arasında, sefine-i Nuh (A.S.) necat verir, her kim dahil olsa, tufan-ı maâsiden halâs bulur. Risale-i Nur eczaları, küre-i arzın mevsim-i erbaa kütüphanesinde bir bahardır. Ve bahar kadar letâfetlidir ve canbâhştır ve ölmüş arza o bahar vasıtası ile hayat verildiği gibi, Risale-i Nur eczaları da ölmüş arz kulüplere taze hayat verir. Risale-i Nur eczaları bir mürşiddir. İnsanı haksızlıktan hakka döndürür ve hayvanlıktan insaniyete ve esfel-i sâfilînden, a'lâ-i illiyyine yükseltir. Otuzüçüncü Söz'ün, Yirmidördüncü mektubu ve emsalleri, insanın ruhunda inşirah hâsıl ediyor. Ve kalbinde Sâni'-i Hakîm'in hikmetine karşı pencereler açıyor.

Son Güncelleme: Cuma, 19 Nisan 2024 09:11  

REKLAMLAR

Web Site Tasarımı

Yönetim Panelli Website Tasarımlarınız için

0532 307 60 09

 

 

İSTATİSTİKLER

OS : Linux c
PHP : 5.3.29
MySQL : 5.7.43
Zaman : 09:11
Ön bellekleme : Etkisizleştirildi
GZIP : Etkisizleştirildi
Üyeler : 31076
İçerik : 1249
Web Bağlantıları : 2
İçerik Tıklama Görünümü : 2229380

Haberler

SİTEMİZE KATKIDA BULUNUN. İNSANLARIMIZ GÜZEL ŞEYLERİ HAKEDİYOR

Ahmet TÜRKAN

ahmetturkan@gmail.com