ahmetturkan.gen.tr

HAYATTAN DERSLER

  • Yazıtipi boyutunu arttır
  • Varsayılan yazıtipi boyutu
  • Yazıtipi boyutunu azaltır
Home EDEBİYAT ŞİİR MEHMET AKİF - HAYATI VE ESERLERİ

MEHMET AKİF - HAYATI VE ESERLERİ

e-Posta Yazdır PDF

Mehmet Akif'in şiirleri tek basına okunduğunda insanda, büyük bir destandan alınmış bir bölüm olduğu izlenimini uyandırır.

  • Hayat ve Eser -

Bunun en iyi örneği "Çanakkale Şehitleri" şiiridir. Gerçekte sair, şiirine bu başlığı koymuş değildir. Safahat'ın altıncı kitabı olan Âsım'dan alınan bir bölümdür bu. Safahat'ı bir bütün olarak okuduğumuzda bu destan duygusu daha yoğun biçimde hissedilir. Destan, tanımı gereği ilk anda insanda, realiteden kopuk bir yüceltme çağrışımı yapar. Oysa Akif'in eseri, gür sesine rağmen, hayattan uzak, salt masalsı bir kahramanlık dünyasına götürmez bizi. Heyecanımız, öfkemiz, hüznümüz tedirginliğimiz en yüksek düzeydedir ama biz yine de günlük hayatın içinde buluruz kendimizi. Bu yönüyle onun eserini destan, roman ve şiirin kesiştiği bir zeminde görmek belki daha doğru bir değerlendirme olacaktır. Bu açıdan bakıldığında, bazen şiirden çıkıp, bir manzum anlatıma dönüşen bölümleri değerlendirmek de kolaylaşacaktır.

Safahat'ın birinci kitabının başına, sunuş yerine konulan on satırlık başlıksız manzume ile aynı kitabın şon şiiri olan "İ'tiraf", bir bakıma Akif'in poetikası niteliğindedir. İlk şiirdeki;

Bir yığın şöz ki, samîmiyyeti ancak hüneri,

Ne tasannu' bilirim, çünkü, ne şan'atkârım.

Dizeleri ile sanatkârlığından çok samimiyetine vurgu yapmaktadır. Okuyucu için, Akif'in, "Ne tasannu' bilirim, çünkü, ne san'atkârım" demesi elbette sadece bir tevazu göstergesidir. Başka bir bakış açısıyla bunu, bir sanatçının meydan okuması olarak anlamak da mümkündür. Ancak söz konusu dizelere Mehmet Akif'in kendi duygu dünyası ve öncelikleri açısından baktığımızda, bu ifade tam da gerçeğin kendisidir. Çünkü o, hayatında her zaman sadece ideallerinin peşinde koşmuş, onlar için yaşamıştır. "İ'tiraf" dörtlüğünde, bu duygusunu daha açık biçimde ifade eder:

Safahat'ımda yalnız, şi'r arayan hiç bulamaz; Yalnız, bir yeri hakkında "Hazîn işte bu!" der. Küfe? Yok. Kahve? Hayır. Hasta? Değil. Hangisi ya?

Üç buçuk nazma gömülmüş koca bir ömr-i heder! Bu dörtlüğün yazıldığı tarih 1913'tür; zayıf durumda olsa da Büyük Devlet henüz varlığını sürdürmektedir, Akif de hayatındaki büyük çalkantıları henüz yaşamamıştır. Ancak, bu ifadeler, onun şiirle hayat arasında nasıl bir ilişki biçimi öngördüğünü belirtmesi açısından belirleyicidir ve ömrünün sonuna kadar da o bu tutumuna bağlı kalacaktır.

İlk paragrafta belirttiğimiz, Safahat'ın destan niteliğine, Akif'in eseri ve hayat bütünlüğü açısından baktığımızda gerçekte onun sadece eseri değil, "Üç buçuk nazma gömülmüş koca bir ömr-i heder!" diye nitelediği hayatı da gerçek bir kahramanlık destanıdır.

Akif'in, daha ilk kitabına Safahat adını vermiş olması ilginçtir. Bu isimlendirme ile şair, ilk kitabın sadece bir başlangıç olduğunun, gelecek zamanlarda eserinin farklı görünümüler kazanacağının da işaretini vermiş olmaktadır.

Safahat'ın kendi içindeki değişimi izleyerek, çözümleyerek, bir milletin değişimini de görmek ve kavramak mümkündür. Ortaya çıkan tablo tabiî ki, Mehmet Akif'in bakış açısını yansıtır. Bu büyük eserin kapsadığı tip (karakter) çeşitliliği oldukça fazladır. Bu böyledir, çünkü bir sanatçı olarak Akif bize yaşanan hayatı resmeder. Sevgi, hüzün, öfke, acıma, düşmanlık, ümit, metafizik ürpertiler gibi hayata dair bütün boyutlar bu destanda farklı zamanlarda, farklı şiddetlerde varlığını hissettirir. Burada vurgulanması gereken önemli bir ayrıntı, neyi anlatırsa anlatsın, bir insan olarak Akif'in kendisinin bu anlatımın içinde olduğu gerçeğidir. Cemal Süreya'nın o meşhur deyimiyle, şairin hayatı da şiire dâhildir.

Bir eseri kavramak için onu sanatçının hayatıyla birlikte düşünmek elbette bir zorunluluk değildir. Ancak böyle biryaklaşımın kavrayışı daha nitelikli hâle getireceği de kuşkusuzdur. Kaldı ki, bir tavrın sahibi olarak Mehmet Akif'in eseri ile hayatı arasındaki bağlantıyı düşünmek bizim için, salt bir şiiri kavramanın ötesinde öğretici unsurlar içerir. Çünkü bugünkü durumalışımızda, zihnî biçimlenmemizde onun ve arkadaşlarının deneyimleri önemli pay sahibidir.

Mehmet Akif, öncelikle babasının âlim olması dolayısıyla çocukluğunda ve ilk gençliğinde iyi bir eğitim almıştır. Bu dönemde temel dini ilimler ve edebiyat ileTürkçenin dışında Arap ve Fars dillerinde de sağlam bir altyapı oluşturmuştur. Üniversitede, veterinerlik gibi fen bilimlerine dair bir alanda eğitim görmesine rağmen, altyapısının sağlamlığı ve kişisel ilgisinin derinlik ve kalitesi nedeniyle ileriki yıllarda, veterinerlikle ilgili değil de edebiyat alanında hocalık yapacaktır.

Akif, ilk gençlik yıllarında oluşan fikri doğrultusunu, bir takım zenginleştirme ve düzeltmelerle ömrünün sonuna kadar sürdürmüştür. Bu düşünce yapısını; hurafelerden arınmış birdin anlayışı ve pozitif bilimlere derinlemesine ilgi şeklinde çerçevelemek mümkündür.

Siyasal tutum olarak; özgürlük, devletin bekası ve ümmetin birliği hep temel öncelikleri olmuş, ancak siyasî yapılar ve siyaset adamlarıyla olan ilişkileri dönemin koşullarına göre farklılık göstermiştir. Abdülhamit yönetimini her zaman bir diktatörlük olarak görmüş, bu konudaki kanaatini ömrünün sonuna kadar da korumuştur. İlk gençlik yıllarında, Sultan Abdülhamit'e muhalefetleri dolayısıyla İttihatçıları işbirliği yapılabilecek siyasî bir kurum olarak görmüş, bir dönem bu hareketin eğitim faaliyetlerinde de fiilen yer almıştır. Ancak, İttihatçıların iktidarı ele almalarından kısa süre sonra, bu ekiple kendi siyasî tutumu arasındaki derin uçurumu farkederek bu yapıya olan güvenini kaybetmiştir. Diğer yandan devletin bekası anlayışı nedeniyle Teşkilat-ı Mahsusa bünyesindeki görevini sürdürmüş, bu çerçevede Hicaz ve Berlin'e seyahatler gerçekleştirmiştir. Aynı ikircikli ilişki biçimi yeni devlette de devam etmiştir. Ankara'daki yöneticilerin davetini kabul ederek büyük bir iştiyakla Anadolu'daki mücadeleye katılmış, Birinci Meclis'te milletvekili olarak görev almış, yeni devlet için âbidevi nitelikte bir marş yazmış fakat hemen ertesinde, kendisini ülkeyi terk edecek kadar rahatsız edici bir kuşatılmışlık içinde bulmuştur.

Arayış ve Hazırlık Dönemi

Mehmet Akif'in şiir yazma serüveni erken yaşlarda başlamış, ilk şiirlerini Baytar Mektebinde öğrenci olduğu yıllarda yayımlamıştır. 1908'de kendi dergisini çıkarana kadar geçen süreçte bazı dergi ve gazetelere şiirler göndermiştir. Bunlar daha çok klasik edebiyatın gazel biçimine uygun örneklerdir.

Bu dönem, şair için bir üslup arayışı dönemidir. Yazdığı şiirlerin önemli bölümünü sadece yakın dostlarıyla paylaşmakta, onların görüş ve değerlendirmelerini almaktadır. Akif'in görüşlerine değer verdiği kişilerden birisi de Ispartalı Hakkı'dır. Mithat Cemal, bu ilişkiyi, Hakkı'nın dilinden şöyle nakleder:

"O zaman Akif çocuk denecek yaştaydı. Gelir, bana şiirlerini okurdu; Muallim Naci tarzında gazeller... Ben bu şiirleri yalnız dinler, bir şey söylemezdim.

Bir gün geldi, yine bir gazelini daha okudu; ben yine bir şey söylemedim. "Beğenmedin mi Hakkı?" dedi. "Beğenmedim Âkif!!" dedim. Başını çevirdi; daldı. Dakikalarca sonra döndü: 'O kadarda mı fena?" dedi. Ben onun üzerine "seninle biraz konuşmak lazım" geldi. Yazdığın şeyleri sen beğeniyor musun Akif?" dedim. "Bu gazellerle nihayet bir Muallim Naci olursun. Halbuki edebiyat bu mu? Medeni memleketlerin edebiyatından haberin yok. [....] Sen bu şairliği bırak da önce evvela bir lisan öğren. Ondan sonra şair mi olacaksın, âlim mi, seninle oturur, karar veririz." [Cemal:16]

Gerçi, "O zaman Akif çocuk denecek yaştaydı" cümlesi biraz abartılı duruyor. Çünkü yüz yüze olan ilk görüşmelerinde Akif 21, Ispartalı Hakkı da 27 yaşındadır. Dünya görüşü olarak aralarında tam bir mutabakat yoksa da, Hakkı'nın, Akif'in şiirinin biçimlenmesi üzerinde önemli etkisinin olduğu açıktır. Akif'in, zaten süregelen Fransızca öğrenme çabaları, muhtemeldir ki, bu dostunun da etkisi ve desteği ile bir seviyeye ulaşmış, ileriki yıllarda Fransızcadan epey tercümeler yapmıştır.

Mithat Cemal'in naklettiği bu anekdot, kendi üslubunu bulmadan önce Akif'in epey denemeler yaptığı, hem dönemin şiirini hem de eski şiiri incelediği, Fransızca yoluyla Batı edebiyatını da yakından izlediğini göstermesi açışından önemlidir. Bu arayışlarının sonunda o, yine divan edebiyatının klasik kalıbı olan aruzu kullanmış, ancak bu vezni, kendi ideolojilik tutumuna koşut bir şekilde, o güne kadar denenmemiş biçimde gündelik hayata indirgemiştir.

Akif'in Genç Arkadaşları

Mehmet Akif'in dostluklarına, dostlarına karşı vefasına dair çok sayıda etkileyici anı, hikâye var. Bu bağlamda benim dikkatimi çeken husus gençlerle olan ilişkisidir. Her dönemde, yanında kendisiyle epey yaş farkı olan, birlikte hareket ettiği, konuşup tartıştığı gençler olmuştur. Tabiî bu iki yönlü bir ilişkidir; gençler de onunla birlikte olmayı tercih etmektedirler. Mithat Cemal, Eşref Edip, Hasan Basri, Mahir İz ve sonradan damadı da olan Ömer Rıza bu bağlamda zikredilebilir. Bu ilişki biçimi, Akif'in hayata bakışı açısından iki şeye işaret eder. Birincisi yeni fikir ve düşüncelere olan açıklığı, ikincisi ise onun eylemci yanına.

Safahat, yedi kitaptan oluşan bir şiir külliyatıdır. Bu bütünü oluşturan her kitabın kendine özgü bir sesi, bir yapısı vardır. Eserlerin yapısına, sesine ve psikolojisine baktığımızda, bir takım dergilerde yayımlayıp da sonradan eserlerine almadığı hazırlık dönemi ürünlerini ayrı tutarsak, külliyat içindeki şiirlerin, dayandıkları psikolojiye göre, beş zaman diliminde incelenmesinin uygun olacağı kanaatindeyim.

Birinci dönem: Sultan Abdülhamit'in devrilip İkinci Meşrutiyetin ilân edildiği 1908 ile 1911 yılları. Bu dönemin ürünleri ilk kitap olan Safahat'ta toplanmıştır.

İkinci Dönem: İlk Safahat'ın yayımlanması ile Balkan Savaşı çıkana kadar olan süredir. Bu dönemin hissiyatı Süleymâniye Kürsüsünde kitabına yansımıştır.

Üçüncü Dönem: Balkan Savaşı'nın başladığı Ekim 1912 ile devletin yıkılış sürecine girdiği 1918 yılları. Bu dönemin ürünleri; Hakkın Sesleri, Fâtih Kürsüsünde ve Hâtıralar kitaplarında toplanmıştır.

Dördüncü Dönem: Akif için umutların yeniden yeşerdiği Kurtuluş Savaşı ve Birinci Mecliste milletvekilliğini de kapsayan 1919-1923 yılları arasıdır. Safahat'ın altıncı kitabı olan Âsim ile "İstiklal Marşı" bu dönemin ürünleridir.

Beşinci Dönem ise yeni devletten ümidini kestiği, daha sonra Mısır'a gitmek durumunda kaldığı 1924-1936 yılları arasını kapsayan Gölgeler dönemidir.

Şiirin Zamanları Hürriyet Zamanı

İkinci Meşrutiyet'in ilân edildiği 1908 yılında Akif 35 yaşındadır. O güne kadar muhtelif dergilerde otuza yakın şiiri yayımlanmış, ancak bunlar yukarıda belirttiğimiz arayış dönemi ürünleri olması nedeniyle, şair daha sonra bunları benimsememiş ve Safahat'a almamıştır.

Meşrutiyet'in ilânı ile doğan özgürlük ortamından istifade ederek, arkadaşları ile birlikte o da, Sırat-ı Müstakim dergisini çıkarır ve burada her hafta bir şiir yayımlamaya başlar. Bunların çok önceden yazılmış olduğu, yayımlanmadan önce Akif'in yakın dostlarıyla paylaşıldığı bilinmektedir. Eşref Edip'in de belirttiği gibi, bunlar şairin, üzerinde uzun süre çalışma imkânı bulduğu sükûnet dönemi şiirleridir. (Edip:7) "Fatih Camii", "Tevhid Yahud Feryad", "Durmayalım", "Hasta", "Küfe", "Hasır", "Geçinme Belâsı", "Meyhane, Selma", "Seyfi Baba", "Kör Neyzen" o döneme ait ürünlerdir.

Akif'in dili dönemine göre sade olsa da yeni kuşaklar için, sözlüksüz anlaşılabilecek derecede yeni değildir. Fakat bütün Safahat içinde, ilk dönem eserleri olmalarına rağmen bu şiirlerin, özellikle de tahkiye biçiminde olan şiirlerin dili dikkat çekecek şekilde sadedir.

Şiirlere konu kişilerin bir kısmının adı açıkça zikredilmiştir; zikredilmeyen tiplerin adı da kolaylıkla bilinebilecek gerçek kişilerdir. Bu şiirleri okurken, tasvir edilen insan manzaraları karşısında yüreğimiz sızlar. Yoksulluğu, çaresizliği kendimiz yaşıyormuş gibi içimizde hissederiz. Diğer yandan, dostluklardaki sahihlik, bu yokluk içinde insanların birbirini sahiplenmesi bizi insan olma onurunun en yükseklerine taşır. "Hasta", "Küfe", "Hasır", "Meyhane", "Seyfi Baba", "Kör Neyzen" ve "Mahalle Kahvesi" bu nitelikte şiirlerdir.

Akif'in, dönemin İstanbul'unu anlatan bu şiirlerinde yoksulluk var, ancak yoksulluğun istismarı, kullanılması yoktur. Çünkü o, bu toplumu anlatırken sadece, hafta sonu gezintisi için şehrin kenar semtlerinde, arka sokaklarında yürüyüşe çıkmış bir gözlemci değildir, kendisi de onlarla birlikte yaşamakta, kendisini o insanların bir parçası olarak görmektedir. Bu nedenledir ki, yeri geldiğinde toplumu yerden yere vuran öfkesi bizi rahatsız etmez; ona bu kadar öfkelenme hakkını veren yine bu topluma duyduğu derin sevgidir. O cehalete, atalete, toplumun geri bırakılmışlıgma öfkelidir.

Bu şiirlerde sergilenen hayat o kadar gerçektir ki, bir ressam bu anlatımı kusursuz biçimde tabloya aktarabilir. Ancak bir resimden farklı olarak bir ruhu vardır bu tabloların; biz o tablodan sadece acıyı değil, sevgiyi, merhameti ve umudu da duyarız. Bu bağlamda, yine tahkiye tarzında yazilân "Bayram" ile "Bebek Yahud Hakk-ı Karar" şiirleri, çocukları vesile ederek, bu yoksul toplumun hayat coşkusunu çok iyi anlatan örneklerdir. İbadetin çocuk dünyasındaki yankısını vermesi açısından "Fatih Camii" şiiri de kısmen söz konusu iki şiirle birlikte değerlendirilebilir.

Köse İmam, Akif'in, bu büyük destanda oluşturduğu ilk ve temel karakterlerden birisidir. Bu şiir ileriki safhalarda boyutlanarak, Köse İmam'ın da içinde olduğu Âsım'ı ortaya çıkaracaktır.

"Tevhıîd Yahud Feryâd", "Mezarlık", "İnsan", "Ezanlar ve İstiğrak", Akif'in, bir daha son Safahat olan "Gölgeler"e kadar yazmaya fırsat bulamayacağı, tebliğ amacı gütmeyen, ancak insan ruhunu derinden yakalayan saf şiir örnekleridir.

İki Namaz İki Şiir

Kitabın ilk şiiri olan "Fatih Camii"ni, Yahya Kemal'in "Süleymâniye'de Bayram Sabahı" şiiri ile birlikte okumak, ilginç ve öğretici bir deneyimdir. "Fatih Camii", Büyük Devletin henüz ayakta olduğu, ancak çöküş alâmetlerinin belirginleşmeye başladığı bir dönemde yazılmıştır. "Süleymâniye'de Bayram Sabahı" ise devlet çöküşünden sonra yazılmış bir şiirdir. Bu şiirin, Yahya Kemal'in üzerinde en uzun süre çalıştığı şiir olduğu söylenir. Ölümünden bir yıl önce 1957'de yayımlanmıştır.

Böyle bir okuma, iki şairin, tarih algısındaki farklılığı da oraya koyar. Mehmet Akif, tarih olgusunun işleyen yanıyla ilgilidir. Sadece bir gözlemci değil, yaşanan gerçekliğin bir aktörü olarak da o bütünün bir parçasıdır. Fatih Camii'ni anlatırken kendi ruhsal deneyimini de anlatmış olur. Hatta bir aile olarak oradadır o; babasının elinden tutan, caminin içinde özgürce koşturan kız kardeşi ile birlikte.

Yahya Kemal, yaşayış olarak hep kenarında durduğu, ama toplum ruhunun esasını teşkil ettiğini bildiği bu tabloyu Süleymaniye'deki bayram namazı ile ölümsüzleştirmek ister. Bir misafir, bir gözlemci gibi bile olsa bu tablonun içinde olmaktan mutluluk duyar. Mehmet Akif, yıkımdan duyduğu acı ile her vesile ile feryat eder. Yahya Kemal ise bu yapıdaki insan ruhunu bir anıt gibi çerçeveleştirip gelecek zamanlara emanet eder.

 

Mehmet Akif’in zamanları yazı dizisinin bölümleri

 KAYNAK : http://www.milligazete.com.tr/haber/hayat-ve-eser-184832.htm

 

REKLAMLAR

Web Site Tasarımı

Yönetim Panelli Website Tasarımlarınız için

0532 307 60 09

 

 

İSTATİSTİKLER

OS : Linux c
PHP : 5.3.29
MySQL : 5.7.43
Zaman : 03:37
Ön bellekleme : Etkisizleştirildi
GZIP : Etkisizleştirildi
Üyeler : 31076
İçerik : 1249
Web Bağlantıları : 2
İçerik Tıklama Görünümü : 2229738

Haberler

SİTEMİZE KATKIDA BULUNUN. İNSANLARIMIZ GÜZEL ŞEYLERİ HAKEDİYOR

Ahmet TÜRKAN

ahmetturkan@gmail.com