ahmetturkan.gen.tr

HAYATTAN DERSLER

  • Yazıtipi boyutunu arttır
  • Varsayılan yazıtipi boyutu
  • Yazıtipi boyutunu azaltır
Home İSLAM FIKIH TESETTÜR ONURUMUZDUR

TESETTÜR ONURUMUZDUR

e-Posta Yazdır PDF
TESETTÜR ONURUMUZDUR Tesettür meselesi, bizim öncelikli ve değişmez gündem maddelerimizdendir. Çünkü tesettür bizim onurumuzdur. Çünkü tesettür bizim namusumuzdur. Çünkü insanlığımızdır, İslamlığımızdır. Çünkü hakkımızdır. Tesettür meselesi, ülkemizin en önemli meselelerindedir. Çünkü bu topraklardaki 1000 yıllık tarihimizde, bu derecede azim ve bu kadar vahim bir haksızlık işlenmemiştir.Çünkü tesettür meselesi, insanımızın çoğunun önemli bir derdidir; gönül burukluğudur, boyun eğdirilmişliğidir. Çünkü başından örtüsü çıkarılmaya çalışılmıştır, üzerinden elbisesi alınmaya yeltenilmiştir.  Yalnızca kadınlarımızın meselesi değildir. Babaların, kocaların, ağabeylerin ve küçük kardeşlerin yani koca bir milletin meselesidir. Tesettür meselesi, Anadolu insanının kalbinde, ruhunda, aklında derin yaralar açmış bir konudur. Kalbi ağrıyan adam nasıl yürüyecek, aklı meşgul adam nasıl doğru kararlar alacak, ruhu bulanmış insan nasıl tam insan olacaktır?   Çözülemeyen sıradan bir konu dahi üzerimizde ne kadar büyük bir sıkıntıdır, yüktür, hatta ateştir. Gece uyutmaz, gündüz güldürmez bizi. Onun için tesettür bir “mesele”dir, büyük bir meseledir, önemli bir derttir. Çünkü çözülmemiştir, çözülmesi engellenmiştir. Engellenmekte ısrar ve inat edilmekte, bu hususta büyük zulümler işlenmeye devam edilmektedir. İnsanımızın ruhu bulanmakta, içi acıyla kavrulmaktadır. Derin üzüntülere gark olmaktadır, kadınımız, erkeğimiz, bütün milletimiz. Öncüler, Semboller, Gelişmeler 1965’ten sonra ama daha çok 1970’li yılların başında, ülkemizde, daha doğrusu büyük kentlerimizde yeni bir akım yeni bir giyim tarzı, yeni bir görüntü ortaya çıktı. Başörtülü ve pardösülü hanımlar. Sayıları da hızla arttı. 1975’lere kadar biraz görmezden gelindi ama ondan sonra ülkemizin önemli gündem maddelerinden biri oldu. O zamanki ilginç fotoğraflardan daha doğrusu sosyolojik olaylardan biri de başı açık anne ile beraber yürüyen mütesettir yani başörtülü ve pardösülü hanımlardı. Bir diğeri de, kısa bir zamanda, önemli bir sayıda batı tarzında giyinen bayanın, bu yeni kıyafete bürünmesiydi. (Osmanlı’nın son döneminde başlayıp Cumhuriyet’le beraber hız kazanan asker ve memur eşlerinin Batı tarzı giyime yönelmesi / açılması, giderek şehirli kesime de yayıldı ve bir süre sonra geleneksel tesettürde olan hanımlar ikinci sınıf statüde sayıldılar. Hâlbuki tesettür, bin senedir Anadolu ve Rumeli’nin dinen emredilmiş ve herkesçe kabul edilmiş giyim tarzıydı. Bir inkıta devresi yaşandı ama bu anlayış ve yaşama biçimi kendini yeniden mutlaka üretecekti ve böyle de oldu.) Bütün bu gelişmelerin öncüsü ve sembolü Şule Yüksel Şenler Hanımefendiydi. Onun hayatını kısaca hatırlamakta fayda var: 1938 doğumlu ve aslen Kıbrıslı olan Şule Hanım’ın ailesi, kendisi küçükken İstanbul'a göç eder. 21 yaşında gazetecilik yapmaya başlar ve 1965'te görüntüsü ile düşüncelerinin uymadığını düşünerek tesettüre girer. Yeni İstiklal Gazetesi’ndeki yazıları nedeniyle hakkında davalar açılır. Anadolu'yu dolaşır, konferanslar verir. Onu taklit eden genç kızların başlarını aynı şekilde örtmeleriyle bu tarz örtü “şulebaşı” olarak anılmaya başlanır. Birçok gazetede kadın sayfası, Bugün gazetesinde 1967-71'de köşe yazarlığı yapar. 1971'de hapis yatan Şule Hanım 1980'den sonra da mücadelesine ve yazarlığa devam eder. Çok okunan Huzur Sokağı adlı romanı filme alınır. Böylece müslüman hanımların öncüsü olmakla beraber her kesimce ilgi ve saygıyla karşılanan bir yere sahip olur. (Hatice Babacan Hanım da üniversitede başörtüsü takan ilk hanım olmuşsa da, 1967 yılında Ankara İlahiyat Fakültesi’ndeki olaylardan sonra ön planda yer almamıştır.) 1970’li yıllar, halkımızın İslam’a yönelişinin yoğunlaştığı bir dönemdir, bu durum gözle görünür bir haldeydi. Lakin belki de sağ sol çatışmasının kaldırdığı toz bulutundan ötürü, (hâkim güçler tarafından) tesettürdeki gelişmeler göz ardı edildi ya da sadece bir kenara not almakla yetinildi. Belki de bir yerde duracağı ve daha gelişmeyeceği farz edildi. Ama öyle olmadı, büyük şehirlerde bu yeni tesettür anlayışı yayıldı, taşraya da sirayet etti; köyden kente göçün bir sonucu olarak da varoşlardaki halk da bu şekilde örtünmeye başladı. Özellikle 1980’lerin başlarından itibaren tesettürlü kızlar üniversitelerde ve iş hayatında daha büyük oranda yer almaya başladılar.  Hâkim güçler bu duruma sessiz kalamaz ve 1982’de YÖK, yayınladığı kıyafet genelgesi ile başörtüsünü yasaklar. O zamanın başbakanı olan Turgut Özal’ın girişimleriyle 1984’te YÖK, kıyafet genelgesindeki başörtüsü yasağını kaldırır, ama üç sene sonra 1987’de Başörtüsü, üniversitelerde disiplin suçu gerekçesi ile yeniden yasaklanır. 45. Hükümetin (1. Özal Hükümeti'nin) başörtüsünü serbest bırakmak için YÖK yasasındaki yaptığı değişiklik veto edilir. 1988’de 46. Hükümet (2. Özal Hükümeti) ikinci yasa değişikliğini çıkarır ama 1989’da, Cumhurbaşkanı Kenan Evren'in başvurusu üzerine Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilir. 1990’da Başörtüsüne izin veren üçüncü kanun çıkar, bunu da SHP Anayasa Mahkemesi’ne götürür ve ret kararı çıkartır. 1997 yılının15 Eylül'ünde YÖK’ün bir genelgesi ile başörtülü öğrencilerin okullara alınması tamamen yasaklanır. Gerileme Dönemi mi? Yasaklama kararları (İstanbul Üniversitesindeki ikna odaları vb.), büyük infiale sebep olmuş; bildiriler, protestolar, mitinglerle bunlara şiddetle karşı çıkılmıştı. Bunca gerilime rağmen tesettürlü hanım sayısında azalma olmaz ama direnç yavaş yavaş kırılmaya başlamıştır. Tesettür ve başörtüsünün “füruat ve teferruata ait bir mesele olup iman meselesi ölçüsünde önemli olmadığı (1995)” hakkındaki söylemler, tesettürün de modası olabileceğini iddia edip bu olguyu magazinleştiren düşünceler, bu direncin kırılmasında önemli etki oluşturdu. (25 Kasım 1925 tarihli Şapka Kanunu ile bütün memurlara şapka giyme zorunluluğu getirilmesi ve 3 Kasım 1934 'deki Kıyafet Kanunu ile cüppe ve sarık giymenin yasaklanması; bunların çok sert bir şekilde uygulanması, bu kanunlara uymayan binlerce insanın yok edilmesi realitesinin dindar insanlar üzerinde oluşturduğu travmanın hafızalardan silinmemiş olmasını hafifletici bir sebep sayabilir miyiz, bilmiyorum.) Hâlbuki tesettüre girenler bunu imanlarının bir gereği olarak yapıyorlar ve genelgeçer modadan uzak durmayı da bir ilke olarak benimsiyorlardı. Tabii ki tesettür ile toplumsallık arasında çok yakın bir bağ vardır. Zaten 1960’lardan sonraki tesettür de çoğunlukla bu anlayışın bir sonucu olarak (mesela çarşaf olarak değil de) başörtüsü+pardösü şeklinde yeni bir tarzla ortaya çıkmıştı. 1990’lı yılların ortalarına kadar da bu düşünce ve anlayışla devam etti. Lakin artan baskılar ve işi Kur’an ve Sünnete tabi olma çabasından farklılaştırmak isteyenlerin igva ve nifakı yavaş yavaş etkisini artırıyordu. Tesettürün toplum ve devlet hayatında yeniden ifadesinin en müessif olayı Merve Kavakçı vakası oldu. 18 Nisan 1999 seçimlerinde Fazilet Partisi’nden İstanbul milletvekili seçilen Merve Hanım’ın TBMM’de 3 Mayıs 1999’daki yemin törenine tesettürüyle gelmesiyle başlayıp cadı avına dönüşen hadiseler zinciri hem devlet hem de millet hayatında derin ve trajik izler açtı. Devlet, özgürlük ve haktan yana tavır koymadı, partisi de bu değerli hanım milletvekiline sahip çıkmadı; siyasi bir linç kampanyasının sonunda Merve Kavakçı Hanım’ın milletvekilliği düşürülüverdi. Oysa 1968 doğumlu Merve Hanım, değerli bir profesörün kızıydı, Ankara TED Koleji’nden ve Dallas University’den mezun aydın bir hanımdı. (Aslında türbanlı olduğu halde yemin törenine başını açarak gelip büyük alkış alan Nesrin Ünal, Merve Kavakçı’nın yalnız bırakılmasında önemli bir payı ve tesettür davasının olumsuz örneklerinden biri olmuştur.) Bu büyük bir yenilgiydi, bu tarihe kadar yükselişte olan tesettür davası böylece direncini önemli ölçüde kaybetti; toplumsallık ağır basmaya ve tesettürde modalaşma ve yozlaşma, güçlü olana benzeşme tavrında artış gözlemlenmeye başladı. (2000’li yıllarda biri başbakan ve diğeri de cumhurbaşkanı eşi olan iki hanım da sürekli farklı ve frapan giyim hevesinde bulunmaları, vücutlarını sıkı sıkıya saran rüküş elbiseleri tercih etmeleri sebebiyle bu gidişatta maalesef olumsuz örnekler oldular.)   Tesettür konusu, günümüzde büyük ölçüde başörtüsüne indirgenmiş bir vaziyette. İman, hayâ, namaz, ahlaka ve dini değerlere dikkat yerine vücudu iyice saran ve giyenin tesettürlü olduğu hakkında şüphe uyandıran kıyafet biçimlerine, kız-erkek arkadaşlığıyla ilgili mübalatsızlığa, tesettürün dinde yeri olup olmadığına dair bin bir tevil ve tefsire dönüşmüş durumda. Artık iyice tesettürlü hanımların yanlarında iyice açık kızlarıyla dolaşmalarına şahit olunuyor; yani iş tersine dönmüş durumda… Peki, bu durumda müslüman erkeklerin hiçbir rolü ve payı yok mu? En büyük sorumluluk elbette ki onlardadır. Annelerimizi, kadınlarımızı, bacılarımızı, kızlarımızı korumak ve kollamak sorumluluğu biz erkeklerdedir, her yerde ve her şekilde. Erkeklerin gerektiği kadar mert ve sağlam olamayışlarıdır ki tesettür davası yenilgiye uğramıştır. Merve Kavakçı’ya sahip olmak demek, tesettürün farz ve hak olduğuna inanan milletvekillerinin ya bu konuda sonuna kadar direnmeleri ya da mertçe ve erkekçe istifa etmeleri demekti. Üniversitede okuyan kızlarımıza sahip çıkmak demek “füruat-teferruat” demeyip onların tesettürleriyle okumalarını sağlayacak girişimlerde bulunmak demekti. Sokakta, evde ve bütün hayatta tesettürlü hanımların imanlarına göre yaşamalarını desteklemek demek, moda ve magazin konularına asla tevessül etmeden Kur’an’dan, Sünnet’ten, hak ve hakikatten destek almaya çalışmak demektir. Böyle mertçe bir çıkış, hiç beklenmedik bir zamanda pek de beklenmedik bir yerden yani devletin bir kurumu olan T.C. Başbakanlık Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan geldi. 1993 yılına ait olan o fetvadan iki paragrafa yer verelim: “Dinimizin emrettiği örtünmeden maksat, kadının zinetini ve zinet yerlerini eşi veya mahremi olmayan erkeklere göstermemesi ve yabancı erkekler tarafından görülmesine meydan vermemesidir. Bu itibarla örtünün; saçın, ten renginin veya zinetlerin görülmesine engel olacak kalınlıkta, vücut hatlarını göstermeyecek nitelikte olması gerekir. … Netice: 1. Gerek erkeklerin ve gerekse kadınların gözlerini haramdan korumaları, 2. Kadınların, vücudun el, yüz ve ayakları dışında kalan kısımlarını, aralarında dinen evlilik caiz olan erkekler yanında, vücut hatlarını ve rengini göstermeyecek nitelikte bir elbise (örtü) ile örtmeleri, 3. Başörtülerini, saçlarını, başlarını, boyun ve gerdanlarını iyice örtecek şekilde yakalarının üzerine salmaları, dinimizin; Kitab, sünnet ve İslâm âlimlerinin ittifakı ile sabit olan kesin emridir. Müslümanların bu emirlere uymaları dini bir vecibedir. (Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı, Sayı: B.02.1.DİB.0.10/212; Konu: Tesettür, Karar No: 6, Karar Tarihi: 3.2.1993)” Eğer böyle bir fetva verilmemiş olsaydı, halimiz ne olurdu, düşünemiyorum bile. Devletin diğer organları her ne kadar bu fetvaya önem vermemiş olsa bile, son derece kritik bir dönemde korkmadan bu kararı verebilen Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı’nın o dönemdeki üyelerini mert ve kahraman insanlar kabul etmek gerekir. Bu konuda ülkemizdeki son ve talihsiz gelişme şu oldu: 6 Şubat 2008 tarihinde TBMM’deki oylamada, üniversitelerde başörtüsüne özgürlük veren yasa, 411 kabule karşın 103 retle geçmesine rağmen Hürriyet gazetesi “411 El Kaosa Kalktı” manşetini attı, CHP ve DSP'nin yasanın iptaline ilişkin yaptığı başvuru ile Anayasa Mahkemesi 6 Mart 2008'de davayı kabul etti ve 5 Haziran 2008'de bu yasa 2 ret oyuna karşı, 9 oyla iptal edildi. Türkiye’de resmi alan ve anlamda bu konu tıkanmıştır, geleceği de ne yazık ki belirsizdir. Ama Avrupa’da yeni bir gelişme oldu ve tesettür küresel plana taşındı. 2009’da Belçika’da Hıristiyan Demokrat Parti'den aday olup Belçika Meclisi’ne seçilen Mahinur Özdemir Hanım, Avrupa’nın ilk ve tek başörtülü milletvekili oldu. Kendisine ve tesettürlü bütün hanım kardeşlerimize muvaffakıyetler diliyoruz.  Tesettür Lütuftur Bir gün otobüs beklerken durağa baştan aşağı son derece iyi giyimli ve örtülü bir hanım geldi. Gayri ihtiyari bakınca farkına vardım ki bu hanım bir âmaydı, yani görüldüğünü ya da kendisine bakıldığını bilmesi mümkün olmayan bir insan. Aman Yarabbi, dedim kendi kendime, bu nasıl bir iştir; bu hanım doğuştan kör, ama tam manasıyla mütesettir mübarek bir hanım; nedir bunun hikmeti? Şaşkınlığım geçince anladım ki tesettür Allah’ın bir lütfudur ve hediyesidir ve hidayetidir. Gözü görenlerin birçoğu bu lütuftan uzakken, hâlbuki asıl onlara lazım bir korunma vasıtası iken, âma bir hanımın onlardan daha güzel bir şekilde örtüye bürünmesini nasıl açıklayabilirsiniz ki…  Lakin biz bunu bugünün insanına nasıl anlatmalıyız. İşte zorluk burada ortaya çıkıyor. “Giyinmek güzeldir” sloganlı bir reklâmın İstanbul sokaklarına asılmasına dahi tahammül edemeyen bir medyamız var, tesettür konusundaki küçük bir gelişmeye tahammül edemeyip bir şer korosu halinde kinlerini kusuyorlar. Öte yanda liberal-sol aydınların bir kısmı da başörtüsünün bir hak olduğunu şöylece bir kabul ediyorlar ama hemen “mini etek ve bikini” diye bir hakkın da bulunduğunu söyleyerek işi sulandırıveriyorlar. Sanki mini etek ve bikini çok insani bir kıyafetmiş gibi, çok doğru bir yaşantı biçiminin unsurlarıymış gibi…*** İran Devrimi iki konuda başarısız oldu: Tesettür ve namaz. Devrimden sonra doğanlar,  mesela namaza % 95 oranında ilgisiz kalmışlar; tesettürde ülke içinde büyük bir gerileme var, ülke dışına çıkan hanımların çok büyük kısmı da hemen açılmayı tercih ediyorlar. Buradan da anlaşılıyor ki yasakçı ve zorba bir zihniyetle özellikle bu iki konuda başarılı olmak mümkün değildir. Ama % 100 doğru olan bu güzellikleri insanlara nasıl anlatmalı, nasıl tanıtmalı ve insanları bu konularda nasıl ikna etmeli?  Yeniden inanmak ve gereği gibi yaşamakla elbette. Şule Yüksel Hanımefendi, “düşüncelerim ve kıyafetim birbirine uymuyor” dedi ve gereğini yaptı, tesettüre girdi ve bunun mücadelesini verdi. Vaazlar verdi, Anadolu’yu dolaştı, yazılar yazdı, hapiste yattı. Taviz vermedi, eğilmedi, bükülmedi. İnancını hayatına uygulamaktan çekinmedi. İşte halen hayatta olan bu mübarek hanımdan alınacak ders budur, yapılacak olan da bundan başka bir şey değildir. İnanç ve uygulama mı önemli, yoksa toplumsallık mı?.. * H. Murad Hepsev’in bu yazısı, Yüce Devlet Dergisi’nin 1 Nisan 2010 tarihli 5. sayısında yayınlanmıştır. 11 Temmuz 2010,1:33, Pazar
 

REKLAMLAR

Web Site Tasarımı

Yönetim Panelli Website Tasarımlarınız için

0532 307 60 09

 

 

İSTATİSTİKLER

OS : Linux c
PHP : 5.3.29
MySQL : 5.7.43
Zaman : 19:01
Ön bellekleme : Etkisizleştirildi
GZIP : Etkisizleştirildi
Üyeler : 31076
İçerik : 1249
Web Bağlantıları : 2
İçerik Tıklama Görünümü : 2229566

Haberler

Hakîkati insanların ölçüleri ile değil, insanları hakîkatin ölçüleri ile tanı.

( Hz. Ali (ra) )