ahmetturkan.gen.tr

HAYATTAN DERSLER

  • Yazıtipi boyutunu arttır
  • Varsayılan yazıtipi boyutu
  • Yazıtipi boyutunu azaltır

HABBE

e-Posta Yazdır PDF
Habbe

(Cennet-i Kur'aniyenin semeratından bir semerenin ihtiva ettiği)

حَبَّ مِى  ُويَدْ

مَنْ شَاخِ دِرَخْتَمْ  ُرْ اَزْ مَيْوَهءِ تَوْحِيدْ يَكْ شَبْنَمَمْ اَزْ يَمْ  ُرْ اَزْ لُؤْلُؤِ تَمْجِيدْ

 بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

اَلْحَمْدُ ِللّهِ عَلَى دِينِ اْلاِسْلاَمِ وَ كَمَالِ اْلاِيمَانِ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلَى مُحَمَّدٍ الَّذِى هُوَ مَرْكَزُ دَائِرَةِ اْلاِسْلاَمِ وَ مَنْبَعُ اَنْوَارِ اْلاِيمَانِ وَعَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ مَا دَامَ الْمَلَوَانِ وَمَا دَارَ الْقَمَرَانِ

            İ’lem Eyyühel-Aziz! Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitab nazarıyla bakılırsa, Nur-u Muhammedî (A.S.M.) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir. Eğer o âlem-i kebir, bir şecere tahayyül edilirse, Nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi olur. Eğer dünya mücessem bir zîhayat farzedilirse, o nur onun ruhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur. Eğer pek güzel şaşaalı bir cennet bahçesi tahayyül edilirse, Nur-u Muhammedî onun andelibi olur. Eğer pek büyük bir saray farzedilirse, Nur-u Muhammedî o Sultan-ı Ezelîn makarr-ı saltanat ve haşmeti ve tecelliyat-ı cemaliyesiyle âsâr-ı san'atını hâvi olan o yüksek saraya nâzır ve münadi ve teşrifatçı olur. Bütün insanları davet ediyor. O sarayda bulunan bütün antika san'atları, hârikaları ve mu'cizeleri tarif ediyor. Halkı o saray sahibine, sâniine îmân etmek üzere cazibedar, hayret-efza davet ediyor.

sh: » (Ms: 107)

            İ’lem Eyyühel-Aziz! Hilkat şeceresinin semeresi insandır. Malûmdur ki, semere bütün eczanın en ekmeli ve kökten en uzağı olduğu için bütün eczanın hâsiyetlerini, meziyetlerini hâvidir. Ve keza hilkat-i âlemin ille-i gaiye hükmünde olan çekirdeği yine insandır.             Sonra, o şecerenin semeresi olan insandan bir tanesini şecere-i İslâmiyete çekirdek ittihaz etmiştir. Demek o çekirdek, âlem-i İslâmiyetin hem bânisidir, hem esasıdır, hem güneşidir. Fakat o çekirdeğin çekirdeği kalbdir. Kalbin ihtiyacat saikasıyla âlemin enva'ıyla, eczasıyla pek çok alâkaları vardır. Esma-i hüsnanın bütün nurlarına ihtiyaçları vardır. Dünyayı dolduracak kadar o kalbin hem emelleri, hem de düşmanları vardır. Ancak, Ganiyy-i Mutlak ve Hâfız-ı Hakikî ile itmi'nan edebilir.             Ve keza o kalbin öyle bir kabiliyeti vardır ki, bir harita veya bir fihriste gibi bütün âlemi temsil eder. Ve Vâhid-i Ehad'den başka merkezinde bir şeyi kabul etmiyor. Ebedî, sermedî bir bekadan maada bir şeye razı olmuyor.             İnsanın çekirdeği olan kalb, ubudiyet ve ihlas altında İslâmiyet ile iska edilmekle imanla intibaha gelirse, nuranî, misalî âlem-i emirden gelen emr ile öyle bir şecere-i nuranî olarak yeşillenir ki; onun cismanî âlemine ruh olur. Eğer o kalb çekirdeği böyle bir terbiye görmezse, kuru bir çekirdek kalarak nura inkılab edinceye kadar ateş ile yanması lâzımdır.             Ve keza o habbe-i kalb için, pek çok hizmetçi vardır ki, o hâdimler kalbin hayatıyla hayat bulup inbisat ederlerse, kocaman kâinat onlara tenezzüh ve seyrangâh olur. Hattâ kalbin hâdimlerinden bulunan hayal -meselâ- en zaîf, en kıymetsiz iken, hapiste ve zindanda kayıdlı olan sahibini bütün dünyada gezdirir, ferahlandırır. Ve şarkta namaz kılanın başını Hacer-ül Esved'in altına koydurur. Ve şehadetlerini Hacer-ül Esved'e muhafaza için tevdi ettirir.             Madem benî-Âdem kâinatın semeresidir. Nasılki, bir harmanda başaklar döğülür; tasfiye neticesinde semereler istibka ve iddihar edilir. Binaenaleyh haşir meydanı da bir harmandır. Kâinatın başak ve semeresi olan benî Âdemi intizar etmektedir.             İ’lem Eyyühel-Aziz! Şu görünen umumî âlemde her insanın hususî bir âlemi vardır. Bu hususî âlemler, umumî âlemin aynıdır. Yalnız umumî âlemin merkezi şemstir. Hususî âlemlerin merkezi ise şahıstır. Her hususî âlemin anahtarları o âlemin sahibinde olup letaifiyle bağlıdır. O şahsî âlemlerin safveti, hüsnü ve kubhu, ziyası ve zulmeti, merkezleri olan eşhasa tâbidir. Evet âyinede irtisam eden bir bahçe hare sh: » (Ms: 108) ket, tegayyür ve sair ahvalinde âyineye tâbi olduğu gibi, her şahsın âlemi de merkezi olan o şahsa tâbidir. Gölge ve misal gibi.             Binaenaleyh cisminin küçüklüğüne bakıp da günahlarını küçük zannetme. Çünki kalbin kasavetinden bir zerre, senin şahsî âleminin bütün yıldızlarını küsufa tutturur.             İ’lem Eyyühel-Aziz! Otuz seneden beri iki tagut ile mücadelem vardır. Biri insandadır, diğeri âlemdedir. Biri “Ene”dir, diğeri “Tabiat”tır. Birinci tağutu gayr-ı kasdî, gölgevari bir âyine gibi gördüm. Fakat o tagutu kasden veya bizzât nazar-ı ehemmiyete alanlar, Nemrud ve Firâvun olurlar.             İkinci tağut ise, onu İlahî bir san'at, Rahmanî bir sıbgat, yani nakışlı bir boya şeklinde gördüm. Fakat gaflet nazarıyla bakılırsa, tabiat zannedilir ve maddiyyunlarca bir ilah olur. Maahaza o tabiat zannedilen şey, İlahî bir san'attır. Cenab-ı Hakk'a hamd ve şükürler olsun ki, Kur'anın feyziyle, mezkûr mücadelem her iki tagutun ölümüyle ve her iki sanemin kırılmasıyla neticelendi.             Evet Nokta, Katre, Zerre, Şemme, Habbe, Hubab Risalelerimde isbat ve izah edildiği gibi; mevhum olan tabiat perdesi parçalanarak altında şeriat-ı fıtriye-i İlahiye ve san'at-ı şuuriye-i Rahmaniye güneş gibi ortaya çıkmıştır. Ve keza firâvunluğa delalet eden “Ene”den Sâni'-i Zülcelal'e raci' olan “Hüve” tebarüz etti.             İ’lem Eyyühel-Aziz! Dünyada sana ait çok emirler vardır. Amma ne mahiyetlerinden ve ne akibetlerinden haberin olmuyor. Biri, ceseddir. Evet cesedin genç iken latif, zarif ve güzel gül çiçeğine benzerse de, ihtiyarlığında kuru ve uyuşmuş kış çiçeğine benzer ve tahavvül eder.

            Biri de, hayat ve hayvaniyettir. Bunun da sonu ölüm ve zevaldir.

            Biri de insaniyettir. Bu ise, zeval ve beka arasında mütereddittir. Daim-i Bâki'nin zikri ile muhafazası lâzımdır.

            Biri de ömür ve yaşayıştır. Bunun da hududu tayin edilmiştir. Ne ileri ve ne de geri bir adım atılamaz. Bunun için elem çekme, mahzun olma. Tahammülünden âciz, takatinden hariç olduğun tûl-i emel yükünü yüklenme!             Biri de, vücuddur. Vücud zâten senin mülkün değildir. Onun mâliki ancak Mâlik-ül Mülk'tür. Ve senden daha ziyade senin vücuduna şefkatlidir. Binaenaleyh Mâlik-i Hakikî'nin daire-i emrinden hariç o vücuda karıştığın zaman zarar vermiş olursun. (Ümidsizliği intaç eden hırs gibi.)             Biri de bela ve musibetlerdir. Bunlar zâildir, devamları yoktur. Zevalleri düşünülürse, zıdları zihne gelir, lezzet verir. sh: » (Ms: 109)             Biri de, sen burada misafirsin ve buradan da diğer bir yere gideceksin. Misafir olan kimse, beraberce getiremediği bir şeye kalbini bağlamaz. Bu menzilden ayrıldığın gibi, bu şehirden de çıkacaksın. Ve keza bu fâni dünyadan da çıkacaksın. Öyle ise, aziz olarak çıkmaya çalış. Vücudunu Mûcidine feda et. Mukabilinde büyük bir fiat alacaksın. Çünki feda etmediğin takdirde, ya bâd-i heva zâil olur, gider; veya Onun malı olduğundan yine Ona rücu eder.             Eğer vücuduna itimad edersen, ademe düşersin. Çünki ancak vücudun terkiyle vücud bulunabilir. Ve keza vücuduna kıymet vermek fikrinde isen, o vücuddan senin elinde ancak bir nokta kalabilir. Bütün vücudun cihat-ı erbaasıyla ademler içerisinde kalır. Amma, o noktayı da elinden atarsan vücudun tam manasıyla nurlar içinde kalır.

            Biri de dünyanın lezzetleridir. Bu ise, kısmete bağlıdır. Talebinde kalâka düşer. Ve sür'at-i zevali itibariyle aklı başında olan onları kalbine alıp kıymet vermez.

            Dünyanın akibeti ne olursa olsun, lezaizi terketmek evlâdır. Çünki akibetin ya saadettir, saadet ise şu fâni lezaizin terkiyle olur. Veya şekavettir. Ölüm ve idam intizarında bulunan bir adam, sehpanın tezyin ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi? Dünyasının akibetini küfür saikasıyla adem-i mutlak olduğunu tevehhüm eden adam için de, terk-i lezaiz evlâdır. Çünki o lezaizin zevaliyle vukua gelen hususî ve mukayyed ademlerden adem-i mutlakın elîm elemleri her dakikada hissediliyor. Bu gibi lezzetler, o elemlere galebe edemez.             İ’lem Eyyühel-Aziz! Merayı tecavüz eden koyun sürüsünü çevirtmek için çobanın attığı taşlara musab olan bir koyun, lisan-ı haliyle: “Biz çobanın emri altındayız. O bizden daha ziyade faidemizi düşünür. Madem onun rızası yoktur, dönelim.” diye kendisi döner, sürü de döner.             Ey nefis! Sen o koyundan fazla âsi ve dâll değilsin. Kaderden sana atılan bir musibet taşına maruz kaldığın zaman, اِنَّا لِلّهِ وَ اِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ söyle ve Merci-i Hakikî'ye dön, imana gel, mükedder olma. O seni senden daha ziyade düşünür.             İ’lem Eyyühel-Aziz! Kalbin umûr-u dünyeviye ile kasden iştigal etmek için yaratılmış olmadığı şöylece izah edilebilir:             Görüyoruz ki, kalb hangi bir şeye el atarsa, bütün kuvvetiyle, şiddetiyle o şeye bağlanır. Büyük bir ihtimam ile eline alır, kucaklar. Ve ebedî bir devamla onun ile beraber kalmak istiyor. Ve onun hakkında tam manasıyla fena olur. Ve en büyük ve en devamlı şeylerin pe sh: » (Ms: 110) şindedir, talebindedir. Halbuki umûr-u dünyeviyeden herhangi bir emir olursa, kalbin istek ve âmâline nazaran bir kıl kadardır. Demek kalb, ebed-ül âbâda müteveccih açılmış bir penceredir. Bu fâni dünyaya razı değildir.             İ’lem Eyyühel-Aziz! Kur'an, semadan nâzil olmuştur. Ve Onun nüzuluyla semavî bir maide ve bir sofra-i İlahiye de nâzil olmuştur. Bu maide, tabakat-ı beşerin iştiha ve istifadelerine göre ayrılmış safhaları hâvidir. O maidenin sathında, yüzünde bulunan ilk safha tabaka-i avama aittir. Meselâ: اَنَّ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا âyet-i kerimesi, beşerin birinci tabakasına şu manayı ifham ve ifade ediyor:             Semavat, ayaz, bulutsuz, yağmuru yağdıracak bir kabiliyette olmadığı gibi, arz da kupkuru, nebatatı yetiştirecek bir şekilde değildir. Sonra ikisinin de yapışıklıklarını izale ve fetk ettik. Birisinden sular inmeğe, ötekisinden nebatat çıkmağa başladı. Mezkûr âyetin ifade ettiği şu manaya delalet eden وَ جَعَلْنَاَ مِنَ الْمَاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَىٍّ âyet-i kerimesidir. Çünki hayvanî ve nebatî olan hayatları koruyan gıdalar ancak arz ve semanın izdivacından tevellüd edebilir.             Mezkûr âyetin tabaka-i avama ait safhasının arkasında şöyle bir safha da vardır ki: Nur-u Muhammediye'den (A.S.M.) yaratılan madde-i aciniyeden, seyyarat ile şemsin o nurun macun ve hamurundan infisal ettirilmesine işarettir. Bu safhayı delaletiyle teyid eden اَوَّلُ مَا خَلَقَ اللّهُ نُورِى olan hadîs-i şerifidir.             İkinci misal: اَفَعَيِينَا بِالْخَلْقِ اْلاَوَّلِ بَلْ هُمْ فِى لَبْسٍ مِنْ خَلْقٍ جَدِيدٍ olan âyet-i kerimenin tabaka-i avama ait safhasında şu mana vardır.             “Onlar, daha acib olan birinci yaratılışlarını şehadetle ikrar ettikleri halde, daha ehven, daha kolay ikinci yaratılışlarını uzak görüyorlar.” Şu safhanın arkasında haşir ve neşrin pek kolay olduğunu tenvir eden büyük bir bürhan vardır.             Ey haşir ve neşri inkâr eden kafasız! Ömründe kaç defa cismini tebdil ediyorsun. Sabah ve akşam elbiseni değiştirdiğin gibi her senede bir defa tamamıyla cismini tebdil ve tecdid ediyorsun, haberin var mıdır? Belki her senede, her günde cisminden bir kısım şeyler ölür, yeri sh: » (Ms: 111) ne emsali gelir. Bunu hiç düşünemiyorsun. Çünki kafan boştur. Eğer düşünebilseydin, her vakit âlemde binlerce nümuneleri vukua gelen haşir ve neşri inkâr etmezdin. Doktora git, kafanı tedavi ettir.             İ’lem Eyyühel-Aziz! Nefsin belahet ve hamakatine bak ki, bir Rabb-i Muhtar-ı Hakîm tarafından terbiye edildiğini ve o Rabb-i Hakîm'in memlûk ve masnuu olduğunu bildiğine ve bu temellük ve terbiyenin bütün efrad, enva', ecnasta câri olmakla mes'elenin bir kaide-i külliye şeklini aldığına ve bu feyzin şümullü olmakla bir nevi icma ve fiilî bir tasdika mazhar olduğuna nazaran kanun ve düstur şeklinde olan hâdiseye ve kesb-i külliyet eden kaideye bakarak kanaat ve itmi'nan etmesi lâzım iken, bütün âfâkı cilvelendiren tecelliyat-ı esmayı -kendisi de o cilvelerde hissedar olduğu halde- vasıta-i tesettür ve alâmet-i ihmal sanıyor. Güya o nefsin fevkinde onun bütün ahvalini kontrol eden kimse yoktur. Ve kendisini, yaptığı fiillerinde fiil içinde müstetir “Hu” gibi görüyor. Tecelliyatın genişliğini imtinaa, büyüklüğünü ademe hamletmekle şeytanı bile yaptığı mugalatadan utandırıyor.             İ’lem Eyyühel-Aziz! Nefis daima ızdırablar, kalâklar içinde evhamdan kurtulup tevekküle yanaşmıyor. Hükm-ü Kadere razı olmuyor. Halbuki şemsin tulû' ve gurubu mukadder olduğu gibi, insanın da bu dünyada tulû' ve gurubu ve sair mukadderatı, kalem-i kader ile cephesinde yazılıdır. İsterse başını taşa vursun ki, o yazıları silsin; fakat başı kırılır, yazılara bir şey olmaz ha!             Ve illâ muhakkak bilsin ki: Semavat ve Arz'ın haricine kaçıp kurtulamayan insan, Hâlık-ı Külli Şey'in rububiyetine muhabbetle rıza-dâde olmalıdır.

            İ’lem Eyyühel-Aziz! Bir şeyin sânii, o şeyin içinde olursa, aralarında tam bir münasebet lâzımdır. Ve masnuatın adedince sânilerin çoğalması lâzımdır. Bu ise muhaldir. Öyle ise sâni', masnu içinde olamaz. Meselâ: Matbaa ile teksir edilen bir kitab, yine bir adamın kalemiyle yazılıyor. O kitabın nakışları, harfleri; kendisinden sünbüllenmez. Kâtib de o kitabet san'atı içinde değildir. Ve illâ, intizamdan çıkar. Öyle ise, masnuun nakışları kendisinden değildir. Ancak, kudret kalemiyle kaderin takdiri üzerine yazılıyor.

            İ’lem Eyyühel-Aziz! Aklın pek garib bir hali vardır. Öyle bir yed-i tûlâ sahibidir ki, bazan kâinatı ihata etmekle kucağına alıyor. Bazan daire-i imkândan çıkar, en yüksek dairelere müdahaleye çalışır. Bazan da bir katre suda boğulur, bir zerre içinde yok olur, bir kılda kaybolur. Maahaza hangi şeyde fena ve kaybolursa, bütün varlığı o

sh: » (Ms: 112)

 şeye münhasır olduğunu bilir. Ve hangi bir noktaya girse, bütün âlemi beraberce gِtürmek isteğindedir.

            İ’lem Eyyühel-Aziz! Eğer dünyanın veya vücudun mülkiyeti, zılliyeti sende ise taahhüd, tahaffuz, korku külfetleriyle nimetlerden lezzet alamazsın, daima rahatsız olursun. Çünki noksanları tedarik, mevcudları telef olmaktan muhafaza ile daima evham, korkular, meşakkatlere mahal olursun. Halbuki o nimetler, Mün'im-i Kerim'in taahhüdü altındadır. Senin işin onun sofra-i ihsanından yeyip içmekle şükretmektir. Şükürde bir zahmet yoktur. Bilakis nimetin lezzetini arttırır. Çünki şükür, nimette in'amı görmek demektir. İn'amı görmek, nimetin zevalinden hasıl olan elemi def'eder. Zira nimet zâil olduğundan, Mün'im-i Hakikî onun yerini boş bırakmaz, misliyle doldurur ve teceddüdünden lezzet alırsın.

            Evet  وَ آخِرُ دَعْوَيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ olan âyet-i kerime, hamdin ayn-ı lezzet olduğuna delalet eder. Çünki hamd, in'am şeceresini, nimet semeresinde gösterir. Ve bu vesile ile zeval-i nimetin tasavvurundan hasıl olan elem zâil olur. Çünki şecerede çok semere vardır, biri giderse ötekisi yerine gelir. Demek hamd, ayn-ı lezzettir.             İ’lem Eyyühel-Aziz! Âfâkî malûmat, yani hariçten, uzaklardan alınan malûmat, evham ve vesveselerden hâlî olamıyor. Amma bizzât vicdanî bir şuura mahal olan enfüsî ve dâhilî malûmat ise, evham ve ihtimallerden temizdir. Binaenaleyh merkezden muhite, dâhilden harice bakmak lâzımdır.             İ’lem Eyyühel-Aziz! Küre-i Arzı bir köy şekline sokan şu medeniyet-i sefihe ile gaflet perdesi pek kalınlaşmıştır. Ta'dili, büyük bir himmete muhtaçtır. Ve keza beşeriyet ruhundan dünyaya nâzır pek çok menfezler açmıştır. Bunların kapatılması ancak Allah'ın lütfuna mazhar olanlara müyesser olur.             İ’lem Eyyühel-Aziz! Bir zerre, kocaman şemsi tecelli ile, yani in'ikas itibariyle istiab eder, içine alır. Fakat küçücük iki zerreyi bizzât yani hacimleri itibariyle içine alamaz. Binaenaleyh yağmurun şemsin timsaline ma'kes olan katreleri gibi, kâinatın zerrat ve mürekkebatı, ilim ve iradeye müstenid kudret-i nuraniye-i ezeliyenin -tecelli ve in'ikas itibariyle- lem'alarına mazhar olabilirler. Fakat gözün içindeki bir hüceyre zerresi, “asab, evride, şerayin”de tesirleri görünen bir kudret, şuur ve iradeye menba olamaz. Bu acib san'at, muntazam nakış, ince sh: » (Ms: 113) hikmetin iktizasına göre kâinatın her bir zerresi, herbir mürekkebatı, uluhiyete mahsus muhit ve mutlak sıfatlara menba ve masdar olması lâzım gelir. Veya o sıfatlar ile muttasıf Şems-i Ezelî'nin tecelliyat lem'alarına ma'kes olmaları lâzımdır.             Birinci şıkta kâinatın zerratı adedince muhalât vardır. Binaenaleyh her bir zerre o büyük yükün tahammülünden âciz olduğunu ikrar ile “Mûcid, Hâlık, Rab, Mâlik, Kayyum ancak Allah'tır” diye şehadetini ilân eder. Ve keza her bir zerre, her bir mürekkebat, muhtelif lisan ve delaletleriyle şu beyti terennüm ediyorlar: عِبَارَاتُنَا شَتَّى وَ حُسْنُكَ وَاحِدٌ وَ كُلٌّ اِلَى ذَاكَ الْجَمَالِ يُشِيرُ             Evet her bir harf kendi vücuduna bir vecihle delalet eder. Amma kâtibinin, sâniinin vücuduna çok vecihlerle delalet eder. Evet...  مِنَ اْلمَلأِ اْلاَعْلَى اِلَيْكَ رَسَائِلُ * تَأَمَّلْ سُطُورَ الْكَائِنَاتِ فَاِنَّهَا             İ’lem Eyyühel-Aziz! Cam, su, hava, âlem-i misal, ruh, akıl, hayal, zaman vesaire gibi, tecelli-i timsal akislere mahal ve mazhar olan çok şeyler vardır. Maddiyat-ı kesifenin timsalleri hem münfasıl, hem ölü hükmündedirler. Çünki asıllarına gayr oldukları gibi, asıllarının hâsiyetlerinden de mahrumdurlar. Nuranîlerin timsalleri ise, asıllarıyla muttasıl ve asıllarının hâsiyetlerine mâlik ve asıllarına gayr değillerdir. Binaenaleyh Cenab-ı Hak şemsin hararetini hayat, ziyasını şuur, ziyadaki renkleri duygu gibi yapmış olsa idi, senin elindeki âyinede temessül eden şemsin timsali seninle konuşacaktı. Çünki o, timsalinde oldukça harareti, ziyası, renkleri olurdu. Hararetiyle hayat bulurdu. Ziyasıyla şuurlu olurdu. Renkleri ile de duygulu olurdu. Böyle olduktan sonra, seninle konuşabilirdi. Bu sırra binaendir ki, Resul-i Ekrem (A.S.M.) kendisine okunan bütün salavat-ı şerifeye bir anda vâkıf olur.             İ’lem Eyyühel-Aziz! Sübhanallah ve Elhamdülillah cümleleri, Cenab-ı Hakk'ı Celal ve Cemal sıfatlarıyla zımnen tavsif ediyorlar. “Celal” sıfatını tazammun eden “Sübhanallah”, abdin ve mahlukun Allah'tan baid olduklarına nâzırdır.             Cemal sıfatını içine alan “Elhamdülillah”, Cenab-ı Hakk'ın rahmetiyle abde ve mahlukata karib olduğuna işarettir. Meselâ biri kurb, diğeri bu'd olmak üzere bize nâzır şemsin iki ciheti vardır. Kurb cihetiyle hararet ve ziyayı veriyor. Bu'd cihetiyle insanların mazarrat sh: » (Ms: 114) larından tahir ve safi kalıyor. Bu itibarla insan şemse karşı yalnız kabil olabilir, fâil ve müessir olamaz.             Kezalik -bilâ teşbih- Cenab-ı Hak rahmetiyle bize karib olduğu cihetle ona hamdediyoruz. Biz ondan uzak olduğumuz cihetle O'nu tesbih ediyoruz. Binaenaleyh rahmetiyle kurbüne bakarken hamdet. Ondan baid olduğuna bakarken, tesbih et. Fakat her iki makamı karıştırma ve her iki nazarı birleştirme ki, hak ve istikamet mültebis olmasın. Lâkin iltibas ve mezc olmadığı takdirde, her iki makamı ve her iki nazarı hem tebdil, hem cem'edebilirsin. Evet “Sübhanallahi ve bihamdihi” her iki makamı cem'eden bir cümledir.             İ’lem Eyyühel-Aziz! Dört şey için dünyayı kesben değil, kalben terketmek lâzımdır:             1- Dünyanın ömrü kısa olup, sür'atle zeval ve guruba gider. Zevalin elemiyle, visalin lezzeti zeval buluyor.             2- Dünyanın lezaizi zehirli bala benzer. Lezzeti nisbetinde elemi de vardır.             3- Seni intizar etmekte ve senin de sür'atle ona doğru gitmekte olduğun “kabir”, dünyanın zînetli, lezzetli şeylerini hediye olarak kabul etmez. Çünki dünya ehlince güzel addedilen şey, orada çirkindir.             4- Düşmanlar ve haşerat-ı muzırra arasında bir saat durmakla dost ve büyükler meclisinde senelerce durmak arasındaki müvazene, kabir ile dünya arasındaki aynı müvazenedir. Maahaza, Cenab-ı Hak da bir saatlik lezzeti terketmeye davet ediyor ki, senelerce dostlarınla beraber rahat edesin. Öyle ise, kayıdlı ve kelepçeli olarak sevkedilmezden evvel, Allah'ın davetine icabet et.             Fesübhanallah, Cenab-ı Hakk'ın insanlara fazl u keremi o kadar büyüktür ki, insana vedia olarak verdiği malı, büyük bir semeni ile insandan satın alır, ibka ve himaye eder. Eğer insan o malı temellük edip Allah'a satmazsa, büyük bir belaya düşer. Çünki o malı uhdesine almış oluyor. Halbuki, kudreti taahhüde kâfi gelmiyor. Çünki arkasına alırsa, beli kırılır; eli ile tutarsa, kaçar, tutulmaz. En nihayet meccanen fena olur gider, yalnız günahları miras kalır.             İ’lem Eyyühel-Aziz! Geceye benzeyen gençliğim zamanında gözlerim uyumuş idi, ancak ihtiyarlık sabahıyla uyandım, mealinde olan:  وَ لَمْ تَنْتَبِهْ اِلاَّ بِصُبْحِ مَشِيبٍ   وَ عَيْنِى قَدْ نَامَتْ بِلَيْلِ شَبِيبَتِى * şiirin şümulüne dâhilim. Çünki gençliğimde en yüksek bir intibah şa sh: » (Ms: 115)

hikasına çıktığımı sanıyordum. Şimdi anlıyorum ki, o intibah intibah değilmiş. Ancak uykunun en derin kuyusunda bulunmaktan ibaret imiş. Binaenaleyh medenîlerin iftihar ile dem vurdukları tenevvür-ü intibahları, benim gençlik zamanımdaki intibah kabilesinden olsa gerektir.

            Onların misali, rü'yasında güya uyanıp, rü'yasını halka hikâye eden naim meselidir. Halbuki rü'yasında onun o intibahı, uykunun hafif perdesinden derin ve kalın bir perdeye intikal ettiğine işarettir. Böyle bir naim ölü gibidir. Yarıbuçuk uykuda bulunan insanları nasıl ikaz edebilir?

            Ey uykuda iken kendilerini ayık zannedenler! Umûr-u diniyede müsamaha veya teşebbühle medenîlere yanaşmayın. Çünki aramızdaki dere pek derindir. Doldurup hatt-ı muvasalayı temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz veya dalalete düşer boğulursunuz.

            İ’lem Eyyühel-Aziz! Masiyetin mahiyetinde, bilhassa devam ederse, küfür tohumu vardır. Çünki o masiyete devam eden, ülfet peyda eder. Sonra ona âşık ve mübtela olur. Terkine imkân bulamayacak dereceye gelir. Sonra o masiyetinin ikaba mûcib olmadığını temenniye başlar. Bu hal böylece devam ettikçe, küfür tohumu yeşillenmeye başlar. En nihayet, gerek ikabı ve gerek dâr-ül ikabı inkâra sebeb olur.

            Ve keza masiyete terettüb eden hacaletten dolayı, o masiyetin masiyet olmadığını iddia etmekle, o masiyete muttali olan melekleri bile inkâr eder. Hattâ şiddet-i hacaletten yevm-i hesabın gelmeyeceğini temenni eder.             Şâyet yevm-i hesabı nefyeden edna bir vehmi bulursa, o vehmi kocaman bir bürhan addeder. En nihayet nedamet edip terketmeyenlerin kalbi küsufa tutulur, mahvolur gider. -El'iyazübillah-             İ’lem Eyyühel-Aziz! Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın i'caz ve belâgatına dair Lemaat namındaki eserimde izah edilen bazı lem'aları dinleyeceksin:             1- Kur'anın okunuşunda yüksek bir selaset vardır ki, lisanlara ağır gelmez.             2- Büyük bir selâmet vardır ki, lafzan ve manen hatadan sâlimdir.             3- Âyetler arasında büyük bir tesanüd vardır ki, kârgir binalar gibi, âyetleri birbirine dayanarak bünye-i Kur'aniyeyi sarsılmaktan vikaye ediyor.             4- Büyük bir tenasüb, tecavüb, teavün vardır ki; âyetleri birbirine ecnebi olmadığı gibi, birbirinin vuzuhuna yardım, istizahına cevab veriyor. sh: » (Ms: 116)             5- Parça, parça, ayrı ayrı zamanlarda nâzil olduğu halde şiddet-i tenâsübden sanki bir defada nâzil olmuştur.             6- Esbab-ı nüzul ayrı ayrı ve mütebayin olduğu halde, şiddet-i tesanüdden sanki sebeb birdir.             7- Mükerrer mütefavit suallere cevab olduğu halde, şiddet-i imtizac ve ittihaddan sanki sual birdir.             8- Müteaddid, mütegayir hâdisata beyan olduğu halde, kemal-i intizamdan sanki hâdise birdir ve bir hâdiseye cevabdır.             9- “Tenezzülât-ı İlahiye” ile tabir edilen muhatabların fehimlerine yakın ve münasib üslûblar üzerine nâzil olmuştur.             10- Bütün zaman ve mekânlarda gelip geçen insanlara tevcih-i kelâm ettiği halde, sühulet-i beyandan dolayı sanki muhatab birdir.

            11- İrşadın gayelerine îsal için tekrarları tahkik ve takriri ifade eder. Maahaza, tekrarları halel vermez. İadesi, zevki izale etmez. Tekerrür ettikçe misk gibi kokar.

            12- Kur'an kalblere kuvvet ve gıdadır. Ruhlara şifadır. Gıdanın tekrarı kuvveti artırır. Tekrar etmekle daha me'luf ve me'nus olduğundan lezzeti artar.

            13- İnsan maddî hayatında; her anda havaya, her vakit suya, her zaman ve her gün gıdaya, her hafta ziyaya muhtaçtır. Bunların tekerrürü haddizâtında tekerrür olmayıp, ihtiyaçların tekerrürü içindir. Kezalik insan hayat-ı ruhiyesi cihetiyle Kur'anda zikredilen bütün nevilere muhtaçtır. Bazı nevilere her anda muhtaçtır. “Hüvallah” gibi. Çünki ruh bunun ile nefes alıyor. Bazı nevilere her vakit, bazılarına her zaman muhtaçtır. İşte hayat-ı kalbiyenin ihtiyaçlarına binaen Kur'an tekrarlar yapıyor. Meselâ: “Bismillah”, hava-i nesîmî gibi kalbi ve ruhu tatmin ettiğinden kesret-i ihtiyaca binaen Kur'anda çok tekrar edilmiştir.

            14- Kıssa-i Musa gibi bazı hâdisat-ı cüz'iyenin tekrarı, o hâdisenin büyük bir düsturu tazammun ettiğine işarettir.

            Hülâsa: Kur'an hem zikirdir, hem fikirdir, hem hikmettir, hem ilimdir, hem hakikattir, hem şeriattır, hem sadırlara şifa, mü'minlere hüda ve rahmettir.

            İ’lem Eyyühel-Aziz! Fıtrat-ı insaniyenin garib bir hali, gaflet zamanında letaif ile havassın hükümlerini, iltibas ile birbirine benzetir, tefrik edemez. Meselâ: El ile gözü birbirine benzetip hizmetlerini ve vazifelerini tefrik edemeyen bir mecnun, yüksekte gözüyle gördüğü bir şeyi almak için elini uzatıyor. El gözün komşusu olduğu münasebetle, onun yaptığı işi, el de yapabilir zanneder.

sh: » (Ms: 117)

            Kezalik insan-ı gafil, kendi şahsına ait edna, cüz'î bir tanzimden âciz olduğu halde gururuyla, hayaliyle Cenab-ı Hakk'ın ef'aline tahakküm ile el uzatıyor.

            Yine insanın fıtratında acib bir hal: İnsanın efradı arasında cismen ve sureten ayrılık varsa da pek azdır. Amma manen ve ruhen, aralarında zerre ile şems arasındaki ayrılık kadar bir ayrılık vardır. Fakat sair hayvanat öyle değildir. Meselâ balık ile kuş, kıymet-i ruhiyece birbirine pek yakındırlar. En küçüğü en büyüğü gibidir. Çünki insanın kuvve-i ruhiyesi tahdid edilmemiştir. Enaniyet ile o kadar aşağı düşerler ki, zerreye müsavi olur. Ubudiyet ile de o kadar yükseğe çıkıyor ki, iki cihanın güneşi olur. -Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm gibi.-

            İ’lem Eyyühel-Aziz! Eşyada esas bekadır, adem değildir. Hattâ ademe gittiklerini zannettiğimiz kelimat, elfaz, tasavvurat gibi seri-üz zeval olan bazı şeyler de ademe gitmiyorlar. Ancak suretlerini ve vaziyetlerini değişerek zevalden masun kalıp bazı yerlerde tahassunla adem-i mutlaka gitmezler. Fen dedikleri hikmet-i cedide, bu sırra vâkıf olmuş ise de, vuzuhuyla vâkıf olamamıştır. Ve aynı zamanda “Âlemde adem-i mutlak yoktur. Ancak terekküb ve inhilal vardır” diye ifrat ve hata etmiştir. Çünki âlemde Cenab-ı Hakk'ın sun'uyla terkib vardır. Allah'ın izniyle tahlil vardır. Allah'ın emriyle icad ve idam vardır.

يَفْعَلُ اللَّهُ مَا يَشَاءُ وَ يَحْكُمُ مَا يُرِيدُ

            İ’lem Eyyühel-Aziz! Kabir, âlem-i âhirete açılmış bir kapıdır. Arka ciheti rahmettir, ön ciheti ise azabdır. Bütün dost ve sevgililer o kapının arka cihetinde duruyorlar. Senin de onlara iltihak zamanın gelmedi mi? Ve onlara gidip onları ziyaret etmeğe iştiyakın yok mudur? Evet vakit yaklaştı. Dünya kazuratından temizlenmek üzere bir gusül lâzımdır. Yoksa onlar istikzar ile ikrah edeceklerdir.

            Eğer İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî bugün Hindistan'da hayattadır diye ziyaretine bir davet vuku' bulsa, bütün zahmetlere ve tehlikelere katlanarak ziyaretine gideceğim. Binaenaleyh İncil'de “Ahmed”, Tevrat'ta “Ahyed” Kur'anda “Muhammed” ismiyle müsemma, iki cihanın güneşi, kabrin arka tarafında milyonlarca Farukî Ahmedler ile muhat olarak sâkindir. Onların ziyaretlerine gitmek için niye acele etmiyoruz? Geri kalmak hatadır.

sh: » (Ms: 118)

            Şu esasata dikkat lâzımdır:

            1- Allah'a abd olana her şey müsahhardır. Olmayana her şey düşmandır.

            2- Her şey kader ile takdir edilmiştir. Kısmetine razı ol ki, rahat edesin.

            3- Mülk Allah'ındır. Sende emaneten duruyor. O emaneti ibka edip senin için muhafaza edecek. Sende kalırsa, meccanen zâil olur gider.

            4- Devam olmayan bir şeyde lezzet yoktur. Sen zâilsin. Dünya da zâildir. Halkın dünyası da zâildir. Kâinatın şu şekl-i hazırı da zâildir. Bunlar saniye ve dakika ve saat ve gün gibi birbirini takiben zevale gidiyorlar.

            5- Âhirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.

            İ’lem Eyyühel-Aziz! “Sübhanallah”, “Elhamdülillah”, “Allahü Ekber” bu üç mukaddes cümlenin faidelerini ve mahall-i istimallerini dinle:

            1- Kalbinde hayat bulunan bir insan kâinata, âleme bakarken idrakinden âciz bilhassa şu boşlukta yapılan İlahî manevraları görmekle hayretler içinde kalır. İşte bu gibi hayret ve dehşetengiz vaziyetleri ancak “Sübhanallah” cümlesinden nebean eden mâ-i zülal içmekle o hayret ateşi söner.

            2- Aynı o insan, gördüğü leziz nimetlerden duyduğu zevkleri izhar etmekle, “Hamd” ünvanı altında in'amı nimette ve mün'imi in'amda görmekle idame-i nimet ve tezyid-i lezzet talebinde bulunarak “Elhamdülillah” cümlesiyle nimetler definesini bulan adam gibi nefes alıyor.

            3- Aynı o insan, mahlukat-ı acibe ve harekât-ı garibeden aklının tartamadığı ve zihninin içine alamadığı şeyleri gördüğü zaman, “Allahü Ekber” demekle rahat bulur. Yani, Hâlıkı daha azîm ve daha büyüktür. Onların halk ve tedbirleri kendisine ağır değildir.

            İ’lem Eyyühel-Aziz! İnsan seyyiatıyla, Allah'a zarar vermiş olmuyor. Ancak nefsine zarar eder. Meselâ: Hariçte, vâkide ve hakikatte Allah'ın şeriki yoktur ki, onun hizbine girmekle Cenab-ı Hakk'ın mülküne ve âsârına müdahale edebilsin. Ancak, şeriki zihninde düşünür, boş kafasında yerleştirir. Çünki hariçte şerikin yeri yoktur. O halde o kafasız, kendi eliyle kendi evini yıkıyor.

            İ’lem Eyyühel-Aziz! Allah'a tevekkül edene Allah kâfidir. Allah, kâmil-i mutlak olduğundan lizâtihi mahbubdur. Allah mûcid, vâcib-ül vücud olduğundan kurbiyetinde vücud nurları, bu'diyetinde adem zul

sh: » (Ms: 119)

metleri vardır. Allah melce ve mencedir. Kâinattan küsmüş, dünya zînetinden iğrenmiş, vücudundan bıkmış ruhlara melce ve mence odur. Allah bâkidir, âlemin bekası ancak onun bekasıyladır. Allah mâliktir, sendeki mülkünü senin için saklamak üzere alıyor. Allah ganiyy-i mugnidir, her şeyin anahtarı ondadır. Bir insan Allah'a hâlis bir abd olursa, Allah'ın mülkü olan kâinat, onun mülkü gibi olur.

            İ’lem Eyyühel-Aziz! Aklı başında olan insan, ne dünya umûrundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz. Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun. Bak, ihtiyarlık şafağı, kulakların üstünde tulû' etmiştir. Başının yarısından fazlası beyaz kefene sarılmış. Vücudunda tavattun etmeye niyet eden hastalıklar, ölümün keşif kollarıdır. Maahaza, ebedî ömrün önündedir. O ömr-ü bâkide göreceğin rahat ve lezzet, ancak bu fâni ömürde sa'y ve çalışmalarına bağlıdır. Senin o ömr-ü bâkiden hiç haberin yok. Ölüm sekeratı uyandırmadan evvel uyan!

            İ’lem Eyyühel-Aziz! Cenab-ı Hakk'a malûm ve maruf ünvanıyla bakacak olursan, meçhul ve menkûr olur. Çünki bu malûmiyet, örfî bir ülfet, taklidî bir sema'dır. Hakikatı i'lam edecek bir ifade de değildir. Maahaza, o ünvan ile fehme gelen mana, sıfât-ı mutlakayı beraberce alıp zihne ilka edemez. Ancak Zât-ı Akdes'i mülahaza için bir nevi ünvandır. Amma Cenab-ı Hakk'a mevcud-u meçhul ünvanıyla bakılırsa, marufiyet şuaları bir derece tebarüz eder. Ve kâinatta tecelli eden sıfat-ı mutlaka-i muhita ile, bu mevsufun o ünvandan tulû' etmesi ağır gelmez.

            İ’lem Eyyühel-Aziz! Esma-i hüsnanın her birisi, ötekileri icmalen tazammun eder. (Ziyanın elvan-ı seb'ayı tazammun ettiği gibi). Ve keza her birisi ötekilere delil olduğu gibi, onların her birisine de netice olur. Demek esma-i hüsna mir'at ve âyine gibi birbirini gösteriyor. Binaenaleyh neticeleri beraber mezkûr kıyaslar gibi veya delilleri beraber neticeler gibi okuması mümkündür.

***

Son Güncelleme: Cuma, 29 Mart 2024 07:51  

REKLAMLAR

Web Site Tasarımı

Yönetim Panelli Website Tasarımlarınız için

0532 307 60 09

 

 

İSTATİSTİKLER

OS : Linux c
PHP : 5.3.29
MySQL : 5.7.43
Zaman : 07:51
Ön bellekleme : Etkisizleştirildi
GZIP : Etkisizleştirildi
Üyeler : 31076
İçerik : 1248
Web Bağlantıları : 2
İçerik Tıklama Görünümü : 2216573

Haberler

Yükün dürüstlükse gücün düşer belki ama başın düşmez.

 

Kızılderili Atasözü