ahmetturkan.gen.tr

HAYATTAN DERSLER

  • Yazıtipi boyutunu arttır
  • Varsayılan yazıtipi boyutu
  • Yazıtipi boyutunu azaltır

ZEYL'ÜL HABBE

e-Posta Yazdır PDF

ZEYL-ÜL HABBE

Arkadaş! Şu müşevveş eserlerim ile büyük bir şeyin etrafını kazıyorum. Amma bilmiyorum keşfedebildim mi? Veyahut sonra inkişaf edecektir. Veyahut bilâhare zuhur edecek. Keşfine yol açıp gösteriyorum.

لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللّهِ * حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ * نِعْمَ الْمَوْلَى وَ نِعْمَ النّصِيرُ

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّهِ عَلَى نِعْمَةِ اْلاِيمَانِ وَاْلاِسْلاَمِ بِعَدَدِ قَطَرَاتِ اْلاَمْطَارِ وَاَمْوَاجِ الْبِحَارِ

وَثَمَرَاتِ اْلاَشْجَارِ وَنُقُوشِ اْلاَزْهَارِ وَنَغَمَاتِ اْلاَطْيَارِ وَلَمَعَاتِ اْلاَنْوَارِ

وَالشُّكْرُ لَهُ عَلَى كُلِّ مِنْ نِعَمِهِ فِى اْلاَطْوَارِ بِعَدَدِ كُلِّ نِعَمِهِ فِى اْلاَدْوَارِ

وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَم عَلَى سَيِّدِ اْلاَبْرَارِ وَاْلاَخْيَارِ مُحَمَّدٍ الْم خْتَارِ

وَعَلَى آلِهِ اْلاَطْهَارِ وَاَصْحَابِهِ نُجُومِ الْهِدَايَةِ ذَوِى اْلاَنْوَارِ مَادَامَ الَّيْل وَالنَّهَار

İ’lem Eyyühel-Aziz! Misafir olan bir kimse seferinde çok yerlere, menzillere uğrar, Uğradığı her yerin âdetleri ve şartları ayrı ayrı olur.

Kezalik Allah'ın yolunda sülûk eden zât çok makamlara, mertebelere, hallere, perdelere rastgelir ki, bunların da her birisi için kendine mahsus şartlar ve vaziyetler vardır. Bu şartları ve perdeleri,birbirine haltedip karıştıran, galat ve yanlış hareket eder. Meselâ: Bir ahırda atın kişnemesini işiten bir adam, yüksek bir sarayda andelibin teren

sh: » (Ms: 123)

nümünü, güzel sadasını işitir. Eğer o terennüm ile atın kişnemesini farketmeyip andelibden kişnemeyi taleb ederse, kendi nefsiyle mugalata etmiş olur.

İ’lem Eyyühel-Aziz! Dünya hayatını güzelleştiren esbabdan biri, dünya âyinesinde temessül ile parlayan hidayet nurları ve büyük insanların sevgili ve sevimli timsalleridir. Evet müstakbel mazinin âyinesidir. Mazi berzaha, yani öteki âleme intikal ve inkılab ettiğinde suretini ve şeklini ve dünyasını istikbal âyinesine, tarihe, insanların zihinlerine vedia ediyor. Onlara olan manevî ve hayalî muhabbetleriyle dünya muhabbeti tatlı olur. Meselâ: Arkadaşlarının ve akrabasının timsallerini ve fotoğraflarını hâvi büyük bir âyineyi yolunda bulan bir adam, şark cihetine giden adamların memleketlerine gidip onlara iltihak etmek için çalışmayıp da, o âyinenin içindeki timsaller ile uğraşır, muhabbet eder. İşte bu adam gafletten ayıldığı zaman: “Eyvah, ne ediyorum! Bunlar şarab değil serabdır. Bunlar ile uğraşmak azb değil azabdır.” der, arkadaşlarına yetişmek üzere şark seferine tedarikatta bulunmaya başlar.

İ’lem Eyyühel-Aziz! Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın hak ve hakikat olduğuna en sadık deliller:

1- Tevhidin bütün iktizalarını ve lâzımlarını mertebeleriyle muhafaza etmesidir.

2- Esma-i hüsnanın tenasüb ve iktizası üzerine hakaik-i âliye-i İlahiyedeki müvazeneyi müraat etmesidir.

3- Rububiyet ve uluhiyete ait şuunatı kemal-i müvazene ile cem'etmesidir.

Kur'anın bu hâsiyeti beşerin eserlerinde bulunmadığı gibi, melekût cihetine geçen evliya ve sair büyüklerin netaic-i fikirlerinde de bulunamamıştır. Ve eşyanın bâtınında dalmış olan İşrakiyyun ve âlem-i gayba nüfuz eden Ruhaniyyun dahi, Kur'anın bu hâsiyetini bulamamışlardır. Zira onların nazarları mukayyed olduğundan hakikat-ı mutlakayı ihata edemez. Bunlar ancak hakikatın bir tarafını bulur ve ifrat-tefrit ile tasarrufa başlarlar. Bunun için tenasübü bozup, müvazeneyi ihlâl ediyorlar.

Meselâ: Enva'-ı cevahiri hâvi zînetli ve kıymetli bir defineyi keşfetmek için birkaç adam denizin dibine dalarlar. Denizin dibinde araştırma yaparken birisinin eline uzunca bir parça elmas geçer. Definenin müştemilâtını tamamen bu gibi elmaslardan ibaret olduğunu hükmeder. Sonra arkadaşlarından başka çeşit cevherin bahsini işittiğinde onların

sh: » (Ms: 124)

buldukları cevahirin kendi bulduğu elmasın nakışları olduklarını tahayyül eder. Diğeri kürevî bir yakutu bulur. Öteki arkadaşı da başka bir çeşidini buluyor. Ve hâkeza her birisi definenin esas müştemilâtı kendi bulduğu çeşitten ibaret olduğunu ve arkadaşlarının buldukları çeşitler de definenin zevaid ve teferruatından olduğunu itikad eder. Mes'ele bu şekle girmekle müvazene kayıp ve tenasüb zâil olur. Sonra mes'elenin hakikatını keşf ve izah için te'vilat ve tekellüfata başlarlar. Hattâ definenin inkârına bile zehab eden olur.

Evet sünnet-i seniye ile müvazene yapılmazdan evvel, hemen meşhudatına itimad eden İşrakiyyun ile mutasavvifenin eserlerini teemmül eden zâtlar, şu söylediğime hak verir. Bilâtereddüd kabul ederler.

Arkadaş! Kur'an da o defineyi keşfetmek için o denize dalmıştır. Fakat Kur'anın gözü açık olduğundan, defineyi tamamıyla ihata ile görmüştür. Ve hakikata uygun bir tarzda tenasüb ve müvazeneye riayet ederek kemal-i intizam ve ıttırad ile hakikatı izhar etmiştir.

Arkadaş! Nev'-i beşerde envaen dalalete düşen fırkaların sebeb-i dalaletleri, imamlarının kusurudur. Evet imamları bâtından bahsetmişlerse de, meşhudatlarına itimad ve iktifa ederek esnâ-i tarîkten dönmüşlerdir. Ve حَفَظْتَ شَيْئًا وَ غَابَتْ عَنْكَ اَشْيَاء kavline mâsadak olmuşlardır.

İ’lem Eyyühel-Aziz! Cenab-ı Hak seni ademden vücuda ve vücudun pek çok eşkal ve vaziyetlerinden en yükseği müslim sıfatıyla insan suretine getirmiştir. Mebde-i hareketin ile son aldığın suret arasında müteaddid vaziyetlerin, menzillerin ve etvar ve ahvalin herbirisi sana ait nimetler defterine kaydedilmiştir. Bu itibarla, senin geçirmiş olduğun zaman şeridine elmas gibi nimetler dizilmiş, tam bir gerdanlık veya nimetlerin enva'ına bir fihriste şeklini veriyor.

Binaenaleyh geçirmiş olduğun vücudun her menzilinde ve vaziyetinde, etvarında, ahvalinde: “Nasıl bu nimete vâsıl oldun? Ne ile müstehak oldun? Ve şükründe bulundun mu?” diye suale çekileceksin. Çünki vukua gelen haller suale tâbidir. Amma imkânda kalıp vukua gelmeyen şeyler suale tâbi değildir. Geçirmiş olduğun ahval, vukuattır. Gelecek ahvalin ademdir. Vücud mes'uldür, adem ise mes'ul değildir. Öyle ise, mazide şükrünü eda etmediğin nimetlerin şükrünü kaza etmek lâzımdır.

İ’lem Eyyühel-Aziz! İnsanı havalandırıp başaşağı felâkete atan şöyle bir hal var:

İstihkak nazara alınmayarak, Hakk'ın takdiri hakkında tefrit veya

sh: » (Ms: 125)

ifrat yapılır. Ve kuvvetine, kıymetine bakılmayarak küçük veya büyük bir yük altına alınır gibi gayr-ı insanî haller insanı insaniyetten düşürür, ya zulme veya kizbe sevkeder.

Meselâ: Bir fırka askerin mümessili bir nefer, bütün askerlik umûrunu bilmek veya bir katre sudaki timsalinden, şemsin azametini göstermek talebinde bulunmak, en yüksek bir insafsızlıktır. Çünki vasıf ile ittisaf arasında fark vardır. Meselâ: Katredeki timsal, şemsin evsafını gösterir. Amma o evsaf ile muttasıf olamaz.

İ’lem Eyyühel-Aziz! Vücud nev'inde tezahüm yoktur. Yani, pek çok âlemler, haller, vücud sahnesinde içtima eder, birleşirler. Meselâ: Gece zamanı duvarları camdan olan ve elektrik yanan bir odaya girdiğin vakit, âlem-i misale bir pencere hükmünde olan camlarda pek çok menzilleri, odaları göreceksin.

Sâniyen: Odada otururken, kemal-i sühuletle o misalî odalarda her çeşit tebdil, tağrir, tasarruf edebilirsin.

Sâlisen: Odadaki elektrik, elektrik misallerinin en uzağına en yakındır. Çünki o misalî misallerin kayyumu odur.

Râbian: Bu maddî vücudun bir habbesi, bir parçası, o misalî vücudun bir âlemini içine alabilir. Bu dört hüküm, Vâcib ile âlem-i mümkinat arasında da câridir. Çünki mümkinatın vücudu, Vâcib'in nurundan bir gölge olduğu cihetle vehmî bir mertebededir. Vâcib'in emriyle vücud-u hariciyeye girer. Sabit ve müstekar kalır. Demek mümkinatın vücudu bizzât hakikî bir vücud-u haricî olmadığı gibi, vehmî veya zâil bir zıll de değildir. Ancak, Vâcib-ül Vücud'un icadıyla bir vücuddur.

İ’lem Eyyühel-Aziz! Bu güzel âlemin bir mâliki bulunmaması muhal olduğu gibi, kendisini insanlara bildirip tarif etmemesi de muhaldir. Çünki insan mâlikin kemalâtına delalet eden âlemin hüsnünü görüyor; ve kendisine beşik olarak yaratılan Küre-i Arzda istediği gibi tasarruf eden bir halifedir. Hattâ sema-i dünyada dahi aklıyla çalışıyor ve küçüklüğüyle, za'fiyetiyle beraber hârika tasarrufat-ı acibesiyle eşref-i mahlukat ünvanını almıştır. Ve elinde cüz-ü ihtiyarî bulunduğundan bütün esbab içerisinde en geniş bir salahiyet sahibidir. Binaenaleyh Mâlik-i Hakikî'nin rusül vasıtasıyla böyle yüksek fakat gafil abdlerine kendisini bildirip tarif etmesi zarurîdir ki, o Mâlikin evamirine ve marziyatına vâkıf olsunlar.

İ’lem Eyyühel-Aziz! İnsanın vehim, farz, hayal duygularına varıncaya kadar bütün hâssaları bilâhare rücu edip bil-ittifak Hakk'a iltica

sh: » (Ms: 126)

ettiklerini ve bâtıla hiç bir ihtimal ve imkânın kalmadığını ve kâinatın ancak ve ancak Kur'anın izah ettiği şekilde bulunduğunu gördüm.

İ’lem Eyyühel-Aziz! Âlem-i ziya, âlem-i hararet, âlem-i hava, âlem-i kehrüba, âlem-i elektrik, âlem-i cezb, âlem-i esîr, âlem-i misal, âlem-i berzah gibi âlemler arasında müzahame ve yer darlığı yoktur. Bu âlemler, hepsi de ihtilâlsiz, müsademesiz küçük bir yerde içtima ederler.

Kezalik pek geniş gaybî âlemlerin de bu küçük arzda içtimaları, mümkündür. Evet hava, su, insanın yürüyüşüne, cam ziyanın geçmesine, şuaın röntgen vasıtasıyla kesif cisimlere bile nüfuzuna ve akıl nuruna, melek ruhuna, demirin içine hararetin akmasına, elektriğin cereyanına bir mani yoktur.

Kezalik bu kesif âlemde ruhanîleri deverandan, cinnîleri cevelandan, şeytanları cereyandan, melekleri seyerandan men'edecek bir mani yoktur.

İ’lem Eyyühel-Aziz! Göz, lâmba, şems gibi nur ve nuranî şeylerde cüz'î küllî, cüz küll, bir bin müsavidir. Evet şemse bak! Onun timsalleriyle seyyarat, denizler ve havuzlar, katre, kabarcıklar gibi bütün şeffaf şeyler, kemal-i sühuletle temessül ediyorlar. Kezalik Şems-i Ezelî şu kâinat kitabında bütün babları, fasılları, satırları, cümleleri, harfleri def'aten bilâ-külfet yazıyor. Ve ba'sü ba'delmevtte dahi aynı bu sühulet vardır. “Hilkatiniz ve ba'siniz, bir nefsin hilkat ve ba'si gibidir.” diye Kur'an-ı Kerim emrediyor.

İ’lem Eyyühel-Aziz! Her şeyi tahrik eden zerrat-ı müteharrikenin, muayyen hadlerine kadar hareket ettikten sonra tevakkuf ve durmalarına dikkat eden adam anlar ki: Her şeyin hududunda daima harekette bulunan zerratı durdurup geri çeviren bir hudud bekçisi vardır. O zerratı taşmaktan men'ediyor. o bekçi ise, muhit bir ilmin tecellisidir ki, o tecelli kadere, kader de mikdara, mikdar da kalıba tahavvül eder. Demek, her şey içerisindeki zerrata bir kalıbtır.

İ’lem Eyyühel-Aziz! Kur'anın âyetleri birbirini tefsir ettiği gibi, bu kitab-ı âlemin de bir kısmı, diğer bir kısmını izah ediyor. Meselâ: Maddiyat âlemi Cenab-ı Hakk'ın envar-ı nimetini cezbetmek için hakikî bir ihtiyaç ile şemse muhtaç olduğu gibi, âlem-i maneviyat dahi rahmet-i İlahiyenin ziyalarını almak için şems-i nübüvvete muhtaçtır. Binaenaleyh Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) nübüvveti, şemsin kat'iyet ve vuzuhu derecesinde kat'î ve vâzıhtır.

sh: » (Ms: 127)

İ’lem Eyyühel-Aziz! Zîhayatın vücuduna terettüb eden semereler, yalnız kendisine, menfaatına, bekasına, kemaline mahsus değildir. Ancak o semerelerden bir hisse kendisine aittir. Bâki kalan kısm-ı azamı Hâlıka raci'dir. Zîhayata ait uzun bir zaman sonra husule gelir. Hâlık'a raci' kısım ise, bir anda husule gelir. Meselâ: O zîhayat, esma-i hüsnanın tecelliyatına mazhariyetle Hâlıkı, evsaf-ı kemaliye ile tavsif ve lisan-ı haliyle hamdetmiş oluyor.

İ’lem Eyyühel-Aziz! İnsanın bir ferdi, ihata-i fikriyesiyle, aklıyla, kalbinin vüs'atiyle bir nevi külliyet kesbeder. Ve keza insanın bir ferdi, hilafet hususunda âlemin eczasıyla şuurca alâkadar olduğundan nebatî olsun hayvanî olsun pek çok nevilerde tasarruf sahibi bulunduğundan, nev'i gibidir. Ve bu itibarla insanın bir ferdi nevi'ler sırasına geçer. Binaenaleyh gerek hayvanatın, gerek semeratın nevi'lerinde vukua gelen mükerrer kıyametler, hevam ve haşeratta vücuda gelen senevî haşir ve neşirler, insanın da her bir ferdinde câridir.

Hülâsa: Kur'anın âyetleriyle ebna-yı beşer için büyük kıyametin geleceğine kat'î delaletler olduğu gibi, kitab-ı âlemin âyât-ı tekviniyesiyle, de kıyamet-i kübraya pek kat'î delaletler ve işaretler vardır.

İ’lem Eyyühel-Aziz! Kur'an-ı Kerim okunurken istimaında bulunduğun zaman muhtelif şekillerde dinleyebilirsin:

1- Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nübüvvet kürsüsüne çıkıp nev'-i beşere hitaben Kur'anın âyetlerini tebliğ ederken, kıraatini kalben ve hayalen dinlemek için kulağını o zamana gönder. O fem-i mübarekinden çıkar gibi dinlemiş olursun.

2- Veya Cebrail (A.S.) Hazret-i Muhammed'e (A.S.M.) tebliğ ederken her iki Hazretin arasında yapılan tebliğ-tebellüğ vaziyetini dinler gibi ol.

3- Veya Kab-ı Kavseyn makamında, yetmiş bin perde arkasında Mütekellim-i Ezelî'nin Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a olan tekellümünü dinler gibi hayalî bir vaziyete gir.

İ’lem Eyyühel-Aziz! Senin şuur ve ilminin sana taalluku, ahval ve levazımat-ı ihtiyacatın nisbetindedir. Çünki sebeb ile müsebbeb, kuvvet ile amel arasında münasebet lâzımdır. Fazla noksan olmamalıdır. Senin sana olan şuur ve ilminin nisbeti, Hâlıkın sana olan nazar ve ilmine nisbetle bir kıl gibidir. Binaenaleyh pek cüz'î olan ilim ve şuurunla, Şems-i Ezelî'nin ilim ve nazarına mukabele etmekle gündüz ortasın

sh: » (Ms: 128)

da güneşin altında, güneşin ziyasıyla mübarezeye çıkan ateş böceği gibi olma!

İ’lem Eyyühel-Aziz! Cenab-ı Hakk'ın ef'ali birbirine münasib, âsarı birbirine müşabih, esması birbirine âyine ve ma'kes, sıfatı birbirine mütedâhil, şuunatı memzuc ise de, herbirisi için hususî bir tavır, bir hal vardır ki, maksud-u bizzât o hususî tavırdır. Sair tavırlar ise, tebeîdirler. Binaenaleyh meselâ Hâlık'ın âsârından cemadata baktığın zaman azamet ve kudreti, kasdına hedef yap. Başka isimlerin tecelliyatını teb'an düşün. Hayvanata bakarken merhamet kasdıyla bak. Sair tecelliyata tebeî bir nazar ile bak.

İ’lem Eyyühel-Aziz! Kur'an-ı Kerim bütün insanlara rahmettir. Çünki herbir insanın şu hakikî âlemden kendisine mahsus hayalî bir âlemi olduğu gibi, herkes kendi meşrebine göre Kur'andan fehm ve iktibas ettiği (hâfızasında) kendisine has bir Kur'an vardır ki, onun ruhunu terbiye, kalbini tedavi eder.

Ve keza Kur'an-ı Kerim'in bir meziyeti şudur ki: Bütün ülema ve ehl-i meşreb gibi herkes hidayeti için, şifası için müteaddid surelerden ayrı ayrı âyetleri ahzedebilir. Çünki bir âyetin sair âyât-ı Kur'aniye ile pek ince münasebetleri, ittisal cihetleri vardır. Aralarından vahşet yoktur. Bu itibar ile müteaddid surelerden alınan âyetler küçük bir Kur'an hükmünde olur.

İ’lem Eyyühel-Aziz! لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللّهِ cümle-i mukaddesesi, insanın zerre vaziyetinden, insan-ı mü'min suretine gelinceye kadar camidiyet, nebatiyet, hayvaniyet, insaniyet gibi geçirdiği etvar ve ahvaline nâzırdır. Şu menzillerde insanın letaifi pek çok elem ve emellere maruzdur. Maahaza havl ve kuvvetin müteallikleri zikredilmeyerek mutlak bırakılmıştır. Binaenaleyh bu cümle, teselli-bahş olup şümulü dâhilinde olan makamlara göre tefsir edilir. Meselâ:

1- لاَ حَوْلَ عَنِ الْعَدَمِ وَ لاَ قُوَّةَ عَلَى الْوُجُودِ Ademden çıkıp vücuda gelmek.

2- لاَ حَوْلَ عَنِ الزَّوَالِ وَ لاَ قُوَّةَ عَلَى الْبَقَاءِ Zevale gitmeyip bekada kalmak.

sh: » (Ms: 129)

3- لاَ حَوْلَ عَنِ الْمَضَرَّةِ وَ لاَ قُوَّةَ عَلَى النَّفْعِ Mazarratı def', menfaati celb.

4- لاَ حَوْلَ عَنِ الْمَصَائِبِ وَ لاَ قُوَّةَ عَلَى الْمَطَالِبِ Musibetten uzak olup, matluba nâil olmak.

5- لاَ حَوْلَ عَنِ الْمَعَاصِى وَ لاَ قُوَّةَ عَلَى الْعِبَادَةِ Maâsiye düşmemek, ibadete devam etmek.

6- لاَ حَوْلَ عَنِ النِّقَمِ وَ لاَ قُوَّةَ عَلَى النِّعْمَةِ Azaba maruz kalmamak,

nimete mazhar olmak.

7- لاَ حَوْلَ عَنِ الظّ لْمَةِ وَ لاَ قُوَّةَ عَلَى النُّورِ Zulmete düşmemek, nur ile tenevvür etmek.

Ve hâkeza her bir makamda insanın letaifine göre takyid ve tefsir edilebilir.

***

sh: » (Ms: 130)

ZEYL-ÜZ ZEYL

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

İ’lem Eyyühel-Aziz! Bazı insanların ağzından kemmiyeten az, keyfiyeten pek büyük üç kelime dolaşmaktadır:

Birincisi: Her şey kendi kendine teşekkül etmiştir.

İkincisi: Mûcid ve müessir esbabdır.

Üçüncüsü: Tabiat iktiza etti.

Bu üç kelimatın pek çok muhalâta zarf oldukları hakkında yapılan beyanatı dinle:

İnsan mevcuddur. Bu mevcud insan, birinci kelimeye nazaran hem sâni'dir, hem masnû.

İkinci kelimeye göre, esbabın te'siriyle vücuda gelmiştir.

Üçüncü kelimeye nazaran, mevhum tabiatın eseridir.

Dördüncü cihet ise, hak ve hakikatın istilzam ettiği gibi Allah'ın masnûudur.

Evvelki kelimenin gayr-ı mahsur muhalâtı:

1- O kelimenin iktizasına göre insanı teşkil eden zerrelerin her birisinde hem insanın içini, hem kâinatı görecek, bilecek bir göz, bir ilim ve sair sıfat-ı lâzimenin bulunması lâzımdır.

2- İnsanın bedeninde zerrattan teşekkül eden mütehalif mürekkebat adedince -matbaalarda hurufatı tertib etmek için kullanılan kalıblar gibi- kalıblar lâzımdır.

3- Kârgir kemerlerin taşları gibi, herbir zerrenin arkadaşlarına hem hâkim, hem mahkûm olması lâzım gelir. Ve keza her birisi, ötekilere hem zıd, hem misil, hem mutlak, hem mukayyed olması lâzımdır.

sh: » (Ms: 131)

İkinci Kelimenin muhalâtı:

1- İnsanın me'hazi, yani insanı teşkil eden maddeler eczahanelerde bulunan ağızları mühürlü, ayrı ayrı, çeşit çeşit mütebayin ilâçlar gibi maddelerdir. Hiç kimsenin eli dokunmaksızın ihtiyaç nisbetinde kemal-i intizam ve müvazene ile o ilâçların şişelerden kendi kendine çıkıp hayatî bir macun vaziyetine gelmesi mümkün ise, insanın da sâni'siz esbab ve mevadd-ı camideden sudûru mümkündür diyebilir.

2- Bir şeyin kemal-i intizam ile gayr-ı mahdud, kör, sağır, camid, şuursuz esbabdan sudûrunun muhaliyeti nisbetinde sâni'siz insanın da o maddelerden yapılması muhaldir. Maahaza, maddî esbabın yalnız zâhire taalluku vardır. Bâtındaki latif, ince, garib nakışlara, san'atlara nüfuzu yoktur.

3- O kelimenin iktizasına göre kemal-i ittifak ve intizam ile ihtiyacat nisbetinde gayr-ı mahsur esbabın bir cüzde, bir hüceyrede içtimaları lâzım gelir. Bu içtima, âlemin ecza ve erkânının azametiyle beraber senin elinin içine girip içtima etmeleri demektir.

Çünki insanın ustası esbab olduğu takdirde, âlemin bütün ecza ve erkânı insanla alâkadar olduğuna nazaran, insanın yapılışında âmil ve usta olmaları lâzım gelir. Bir usta yaptığı şeyin içerisinde bulunduktan sonra yapar. o halde, insanın bir hüceyresinde âlemin eczası ictima edebilir. Bu öyle bir muhaldir ki, muhallerin en mümteniidir.

Üçüncü kelimenin muhal ve butlanı ise:

Evet tabiatın iki ciheti vardır. Biri zâhiridir ki, ehl-i gaflet ve dalaletçe hakikat zannedilmiştir. Diğeri bâtınıdır ki, san'at-ı İlahiye ve sıbga-i Rahmaniyedir. Tabiata ilâveten iddia edilen kuvvet ise, Hâlık-ı Hakîm-i Alîm'in cilve-i kudretidir. Ehl-i gafletin sâni' olarak telakki ettikleri tabiata, cenah olarak yapıştırdıkları kör tesadüf ve ittifak ise, dalaletten neş'et eden ızdırar neticesinde şeytanların ihtira ettikleri hezeyanlardır. Çünki müteaddid eserlerimde kat'î bir surette isbat edildiği gibi, hârikaların hârikası olan şu san'at, ancak ve ancak bütün evsaf-ı kemaliye ile muttasıf bir Habîr-i Basîrin yed-i kudretinden çıkmamış ise, şu kesif, camid, mukayyed, miskin, mümkinin eliyle mi şu kâinata giydirilen gömlek yapılmıştır? Yoksa âlemlere giydirilen şu güzel teşekkülleri, nakışları baûda veya kaplumbağa mı yapmıştır? Hâşâ, sümme hâşâ!...

Evet insanda, her şeyde Sâni'-i Ezelî'nin masnuu olduklarına mevcudatın adedince şahidler vardır. Meselâ:

sh: » (Ms: 132)

1- Kâinattır. Evet kâinatın ihtiva ettiği bütün zerrat ve mürekkebatın her birisi elli beş lisan ile şehadet etmektedir.

2- Kur'andır. Evet Kur'an, bütün enbiya, evliya ve muvahhidînin kitablarıyla, sahife-i kevn ve vücudda yaratılan icadî ve tekvinî âyetler Hâlıkın hallakıyetine âdil şahidlerdir.

3- Mahlukatın reisi ve resulü, bütün enbiya, evliya, melaike ile birlikte her şeyin sânii Allah olduğuna ilân-ı şehadet ediyorlar.

4- İns ve cin taifeleri envaen ihtiyacat-ı fıtriyesiyle şahiddirler.

5- Uluhiyet ve Hallakıyetin Allah'a mahsus ve münhasır olduğuna Allah da şehadet ediyor.

Arkadaş! San'atın, vücuh-u selâse-i mezkûre üzerine mümkine veya hakkın istilzam ettiğine nazaran Vâcib'e olan isnadı mes'elesi; semeredar bir ağaç mes'elesi gibidir. Şöyle ki: Ağacın o semereleri, ya vahdete isnad edilir. Yani neşv ü nema kanunuyla ağacın kökünden, kök de çekirdekten, çekirdek de evamir-i tekviniyeyi temessülden, evamir-i tekviniye de “Kün” emrinden, “Kün” emri dahi Vâhid-i Vâcib'den sâdır olmuştur.

O vakit, o ağaç bütün eczasıyla, yapraklarıyla, dallarıyla, semereleriyle yaratılış kolaylığında bir semere-i vâhide hükmünde olur. Çünki vahdete nisbeten küçük bir semere ağacıyla pek büyük ve çok semereli bir ağaç arasında fark yoktur. Bu adem-i fark, vahdette sühuletle yüsr, kesrette suubetle usrün bulunduğundan neş'et etmiştir.

Eğer kesrete isnad edilirse, her bir semere, her bir çiçek, herbir yaprak, herbir dal; tam ağacının vücuda gelmesine lâzım olan bütün âlât, cihazat, esbab vesaireye ihtiyaç gösterecektir. Çünki küll cüz'de dâhildir. Ona ne lâzımsa buna da lâzımdır. Mes'ele bu iki şıktan hariç değildir. Biri vâcib, diğeri mümteni'dir.

Hülâsa: Bir hüceyrenin vücuda gelmesi kendisine isnad edilirse, kâinata muhit olan sıfatlar kendisinde lâzımdır. Esbaba isnad edilirse, âlemdeki bütün esbabın o hüceyrede içtimaları lâzım gelir. Halbuki sineğin iki eli sığmayan bir hüceyre, iki ilahın tasarrufuna mahal olabilir mi? Hâşâ!..

Maahaza hüceyreden tut, âleme kadar her bir şeyin bir nevi vahdeti vardır. Öyle ise, Sâni' de vâhid olacaktır. Çünki vâhid ancak vâhidden sudûr eder. Ve keza bir habbe şemsi ziyasıyla, rengiyle (tecelli suretiyle) içine alabilir. Fakat masdariyet itibariyle, bir habbe, iki habbeyi içine alıp onlara masdar olamaz. Ve keza vücud-u haricî, vücud-u misalîden daha sabit, daha muhkemdir. Vücud-u haricîden bir nokta, vücud-u misalîden bir dağı içine alabilir. Kezalik vücud-u vücubî; daha

sh: » (Ms: 133)

kavî, daha rasih, daha sabittir. Belki de vücud-u hakikî, vücud-u haricî ondan ibarettir.

Binaenaleyh ilm-i muhit-i ezelîde temessül eden imkânî vücudlar, vücud-u vücubînin tecelliyat-ı nuriyelerine âyine ve ma'kestirler. Öyle ise ilm-i ezelî, imkânî vücudlara âyine olduğu gibi, imkânî vücudlar da vücud-u vücubîye âyinedir. Sonra o imkânî vücudlar, ilm-i ezelîden vücud-u haricîye intikal etmişlerse de, vücud-u hakikî mertebesine vâsıl olmamışlardır.

İ’lem Eyyühel-Aziz! Kevn ve vücud sahasında durup, ahval-i âleme dikkat eden adam, hadsî bir sür'atle anlar ki: Tesir ve fâiliyet; latif, nuranî, mücerred olan şeylerin şe'ni olduğu gibi; infial, kabiliyet, teessür de maddî, kesif, cismanî şeylerin hassasıdır. Evet misal olarak semadaki nur ile yerdeki şu kocaman dağa bak. O nur semada iken ziyasıyla yerde iş görür, faaliyettedir. O dağ ise, azametiyle beraber faaliyetsiz yerinde oturuyor. Ne bir tesiri var ve ne de bir fiili var.

Ve keza eşya arasında vukua gelen fiillerden anlaşılıyor ki, hangi bir şey latif, nuranî ise, sebeb ve fâil olmaya kesb-i liyakat eder. Kesafeti nisbetinde de infial ve müsebbebiyet mertebesine yaklaşıyor. Bundan anlaşılıyor ki, esbab-ı zâhiriyenin Hâlıkıyla, müsebbebatın mûcidi, ancak ve ancak Nur-ul Envar, Sâni'-i Ezelî'dir.

İ’lem Eyyühel-Aziz! Tefekkür, gafleti izale eder. Dikkat, teemmül; evham zulümatını dağıtıyor. Lâkin nefsinde, bâtınında, hususî ahvalinde tefekkür ettiğin zaman derinden derine tafsilât ile tedkikat yap. Fakat âfâkî, haricî, umumî ahvalâta teemmül ettiğin vakit sathî, icmalî düşün, tafsilâta geçme. Çünki icmalde, fezlekede olan kıymet ve güzellik, tafsilâtında yoktur. Hem de âfâkî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma boğulursun.

Arkadaş! Nefsî tefekkürde tafsilâtlı, âfâkî tefekkürde ise icmalî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde kesret fikrini dağıtır, evham seni havalandırır. Enaniyetin kalınlaşır, gafletin kuvvet bulur, tabiata kalbeder. İşte dalalete îsal eden kesret yolu budur.

İ’lem Eyyühel-Aziz! İnsan ne kadar cahil ve gafildir. Ne kadar yolunu şaşırmış, nefsine zarar veriyor. Dokuz vecihle menfaatı muhakkak, yalnız bir vecihle zararı mevhum olan büyük bir hayr-ı azîmi terk, dalaleti irtikâb eder. Evet sofestaînin bir şübhesi için, binlerce menfaat delilleri olan hidayeti terkediyor.

Halbuki insan çok vehham, ihtiyatlı olduğuna nazaran, dünyevî bir

sh: » (Ms: 134)

işde onda bir zarar ihtimali varsa içtinab eder. Âhiret işi olursa onda dokuz zarar ihtimali olduğu halde, içtinab etmez. İşte cehalet bu kadar olur.

İ’lem Eyyühel-Aziz! Ruh-u insanî gayr-ı mütenahî ihtiyaçlara giriftar, gayr-ı mütenahî elemlere mahaldir. Gayr-ı mahsur lezzetlere iştihalıdır. Gayr-ı mahdud âmâli beslemektedir. Hattâ kalbin dalaletiyle beraber ruhtan fışkıran şefkat, gayr-ı mütenahî elemleri tazammun ediyor. Binaenaleyh “Ben neyim? Ne kıymetim var ki, benim için kıyamet kopsun, mizan vaz'edilsin, hesab görülsün?” demeye hakkın yoktur.

Ey kemal-i gurur ile dalalet kürsüsünde oturan! Hayatına mağrur olma. Zira o hayat, bir mugalata ile kaimdir. Şöyle ki: O kürsüde oturan dâll, zeval ve fenanın dehşetini düşünüp korktuğu zaman saadet-i ebediye ihtimaline kaçar, tekâlif-i diniyenin terkinde de âhiretin olmayacağı ihtimaline kaçar. Bu mağlata ile her iki elemden kurtuluyor. Lâkin, kısa bir zamanda düğüm açılır, hakikat ortaya çıkar. Ne birinci ihtimal elemini izale eder ve ne de ikinci ihtimal yükünü tahfif eder.

Ve keza “Musibet taammüm ettiğinde, elem hafif olur. Ben de emsalim gibiyim.” diye yine yük altından kaçar. Fakat, musibet âmm olduğundan, elemi muzaaf olur, kat kat ziyade olur. Çünki kendisi gibi akrabası, ahbabı da o musibete dâhildir. Çünki insanın ruhu, ebna-yı cinsiyle alâkadardır. Ne kadar umumî olursa, o kadar da elemi fazla olur.

Ey şek cephesinde, gaflet gölgesinde istirahata çekilen bîçare! Gaflet serinliğinde, şek içinde zevkettiğin lezzeti lezzet sanma! O zehirli baldır. Az bir zaman sonra cehennemî bir azaba inkılab edecektir. Eğer âlâmın lezaize, nârın nura inkılab etmesi emelinde isen, evkat-ı hamsede rüku ve sücud kancasıyla gururun hortumunu bük, sık, başını kır, imanı doldur. Sonra âyâta tefekkür ile taate devam eyle ki, şek ve gaflet perdeleri yırtılsın. Bu dalalât acılığından, necatın halâveti tavazzuh ile münacat lezzeti ortaya çıksın.

İ’lem Eyyühel-Aziz! Ubudiyette ancak teslimiyet vardır. Tecrübe, imtihan yoktur. Çünki seyyid, efendi; abdini, hizmetkârını tecrübe ve imtihan edebilir. Fakat, abd seyyidini imtihan etmek salahiyetinde değildir. Ve keza insan Rabbini, Hâlıkını tecrübe edemez.

Sh: » (Ms: 135)

 

REKLAMLAR

Web Site Tasarımı

Yönetim Panelli Website Tasarımlarınız için

0532 307 60 09

 

 

İSTATİSTİKLER

OS : Linux c
PHP : 5.3.29
MySQL : 5.7.43
Zaman : 20:01
Ön bellekleme : Etkisizleştirildi
GZIP : Etkisizleştirildi
Üyeler : 31076
İçerik : 1248
Web Bağlantıları : 2
İçerik Tıklama Görünümü : 2215978

Haberler

Devler gibi eserler bırakmak için, karıncalar gibi çalışmak lazım.

Necip Fazıl Kısakürek