ahmetturkan.gen.tr

HAYATTAN DERSLER

  • Yazıtipi boyutunu arttır
  • Varsayılan yazıtipi boyutu
  • Yazıtipi boyutunu azaltır

28. LEMA

e-Posta Yazdır PDF

Yirmisekizinci Lem'a

[Bazı kısımları buraya dercedilen bu Risalenin tamamı, teksir Lem'alar mecmûasında neşredilmiştir.]

İkinci Nükte

 

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ


وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ *مَا اُرِيدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَمَا اُرِيدُ اَنْ يُطْعِمُونِ *اِنَّ اللَّهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ اْلمَتِينُ

Şu âyet-i kerimenin zâhir mânâsı çok tefsirlerin beyanına göre yüksek i'caz-ı Kur'anîyi göstermediğinden, çok zaman zihnime ilişiyordu. Kur'anın feyzinden gelen gâyet güzel ve yüksek mânâlarından üç veçhini icmalen beyan edeceğiz.

Birincisi: Cenab-ı Hak, Resulüne ait olabilecek bazı halleri, Resulünü tekrim ve teşrif noktasında bazen kendine isnad eder.

İşte burada da: "Resulüm size vazife-i Risalet ve tebliğ-i ubûdiyet hizmetine mukabil sizden bir ecir ve ücret ve mükâfat, bir it'am istemez." mânâsında, "Ben sizi ibadet için halketmişim; bana rızk vermek ve it'am etmek için değil." mealindeki âyet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a ait it'am ve irzakı murad etmek gerektir. Yoksa gâyet bedihî bir malûmu i'lam kabilinden olur; i'caz-ı Kur'anın belâgatına uygun gelmez.

 

İkinci Vecih: İnsan rızka çok mübtela olduğu için, rızka çalışmak bahanesi, ubûdiyete

mani tevehhüm edip, kendine bir özür bulmamak için

sh: » (L:255)

âyet-i kerime diyor ki: "Siz ubûdiyet için halkolunmuşsunuz. Netice-i hilkatiniz ubûdiyettir. Rızka çalışmak, emr-i İlahî noktasında bir nevi ubûdiyettir. Benim mahlûkatım ve rızıklarını deruhde ettiğim nefisleriniz ve iyaliniz ve hayvanatınızın rızkını tedarik etmek, âdeta bana ait rızk ve it'amı ihzar etmek için yaratılmamışsınız. Çünki Rezzak benim. Sizin müteallikatınız olan ibadımın rızkını ben veriyorum. Siz bunu bahane edip ubûdiyeti terketmeyiniz!" Eğer bu mânâ olmazsa Cenab-ı Hakk'a rızık vermek ve it'am etmek muhaliyeti bedihî ve malûm olduğundan, i'lam-ı malûm kabilinden olur. İlm-i Belâgat'ta bir kaide-i mukarreredir ki: Bir kelâmın mânâsı malûm ve bedihî ise, o mânâ murad değil, onun bir lâzımı, bir tâbii muraddır. Meselâ, sen birisine desen: "Sen hâfızsın." O, malûmunu i'lam kabilinden olur. Demek maksud mânâsı budur ki: "Ben senin hâfız olduğunu biliyorum." Bildiğimi bilmediği için ona bildiriyorum.

İşte bu kaideye binaen, âyet Cenab-ı Hakk'a rızık vermeyi ve it'am etmeyi nefyetmekten kinaye olan mânâ şudur: "Bana ait olup ve rızıklarını taahhüd ettiğim mahlûkatıma rızık yetiştirmek için halkolunmamışsınız. Belki asıl vazifeniz ubûdiyettir. Evamirime göre rızka çabalamak da bir nevi ibadettir."

Üçüncü Vecih: Sure-i İhlas'ta nasılki لَمْ يَلِدْ وَ لَمْ يُولَدْ zâhir mânâsı malûm ve bedihî olduğundan, o mânânın bir lâzımı muraddır. Yâni: "Valide ve veledi bulunanlar, ilah olamazlar." mânâsında ve Hazret-i İsa (A.S.) ve Üzeyr (A.S.) ve melaike ve nücumların ve gayr-ı hak mabudların uluhiyetlerini nefyetmek kasdıyla ezelî ve ebedî mânâsında Cenab-ı Hakk'ın لَمْ يَلِدْ وَ لَمْ يُولَدْ gâyet bedihî ve malûm hükmettiği gibi, aynen onun gibi, bu misalimizde de "rızk ve it'am kabiliyeti olan eşya, ilah ve mabud olamazlar" mânâsında Mabudunuz olan Rezzak-ı Zülcelâl sizden kendine rızık istemez ve siz onu it'am için yaratılmamışsınız mealindeki âyet; rızka muhtaç ve it'am edilen mevcudat, mabudiyete lâyık değiller, demektir.

Said Nursî

* * *

sh: » (L: 256)

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

اَوْ هُمْ قَائِلُونَ

Re'fet, اَوْ هُمْ قَائِلُونَ âyet-i celilesindeki قَائِلُونَ kelimesinin mânâsını merak edip sorması münasebetiyle ve hapiste sabah namazından sonra sairler gibi yatmasından gelen rehavet dolayısıyla, elmas gibi kalemini atalete uğratmamak için yazılmıştır. Uyku üç nevidir:

Birincisi: Gayluledir ki, fecirden sonra tâ vakt-i kerahet bitinceye kadardır. Bu uyku, rızkın noksaniyetine ve bereketsizliğine Hadîsçe sebebiyet verdiği için, hilaf-ı sünnettir. Çünki rızık için sa'yetmenin mukaddematını ihzar etmenin en münasib zamanı, serinlik vaktidir. Bu vakit geçtikten sonra bir rehavet ârız olur. O günkü sa'ye ve dolayısıyla da rızka zarar verdiği gibi, bereketsizliğe de sebebiyet verdiği, çok tecrübelerle sabit olmuştur.

İkincisi: Feyluledir ki, ikindi namazından sonra mağribe kadardır. Bu uyku ömrün noksaniyetine, yâni uykudan gelen sersemlik cihetiyle o günkü ömrü nevm-âlûd, yarı uyku, kısacık bir şekil aldığından maddî bir noksaniyet gösterdiği gibi, mânevî cihetiyle de o gün hayatının maddî ve mânevî neticesi ekseriya ikindiden sonra tezahür ettiğinden, o vakti uyku ile geçirmek, o neticeyi görmemek hükmüne geçtiğinden, güya o günü yaşamamış gibi oluyor.

Üçüncüsü: Kayluledir ki, bu uyku sünnet-i Seniyyedir. Duha vaktinden, öğleden biraz sonraya kadardır. Bu uyku, gece kıyamına sebebiyet verdiği için sünnet olmakla beraber, Ceziret-ül Arab'da vakt-üz zuhr denilen şiddet-i hararet zamanında bir ta'til-i eşgal, âdet-i kavmiye ve muhitiye olduğundan, o sünnet-i Seniyyeyi daha ziyade kuvvetlendirmiştir. Bu uyku, hem ömrü, hem rızkı tezyide medârdır. Çünki yarım saat kaylule, iki saat gece uykusuna muadil gelir. Demek ömrüne hergün bir buçuk saat ilâve ediyor. Rızık için çalışmak müddetine, yine bir buçuk saati ölümün kardeşi olan uykunun elinden kurtarıp yaşatıyor ve çalışmak zamanına ilâve ediyor.

Said Nursî

* * *

sh: » (L: 257)

"Bu da güzeldir"

اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّهِ

cümlesi, namaz tesbihatında okunurken inkişaf eden lâtif bir nükteyi uzaktan uzağa gördüm. Tamamını tutamadım, fakat işaret nev'inden bir iki cümlesini söyleyeceğim. Gördüm ki: Gece âlemi, dünyanın yeni açılmış bir menzili gibidir. Yatsı namazında o âleme girdim. Hayalin fevkalâde inbisatından ve mahiyet-i insaniyenin bütün dünya ile alâkadarlığından, koca dünyayı o gecede bir menzil gibi gördüm. Zîhayatlar ve insanlar o derece küçüldüler, görünmeyecek derecede küçüldüler. Yalnız o menzili şenlendiren ve ünsiyetlendiren ve nurlandıran tek şahsiyet-i maneviye-i Muhammediyeyi (A.S.M.) hayalen müşahede ettim. Bir adam yeni bir menzile girdiği zaman, menzildeki zatlara selâm ettiği gibi, "Binler selâm (Haşiye) sana Ya Resulallah!" demeye bir arzuyu içimde coşar buldum. Güya bütün ins ve cinin adedince selâm ediyorum, yâni sana tecdid-i biat, memuriyetini kabul ve getirdiğin kanunlarına itaat ve evamirine teslim ve taarruzumuzdan selâmet bulacağını selâm ile ifade edip, benim dünyamın eczaları, zîşuur mahlukları olan umum cin ve insi konuşturup, herbirerlerinin namına bir selâmı, mezkûr mânâlarla takdim ettim. Hem o getirdiği nur ve hediye ile, benim bu dünyamı tenvir ettiği gibi, herkesin bu dünyadaki dünyalarını tenvir ediyor, nimetlendiriyor diye, o hediyesine şâkirane bir mukabele nev'inden "Binler salavat sana insin!" dedim. Yâni senin bu iyiliğine karşı biz mukabele edemiyoruz, belki Hâlıkımızın hazine-i Rahmetinden gelen ve semavat ehlinin adedince Rahmetler sana gelmesini niyaz ile şükranımızı izhar ediyoruz, mânâsını hayalen hissettim.

O Zat-ı Ahmediye (A.S.M.) ubûdiyeti cihetiyle -halktan Hakk'a teveccühü hasebiyle- Rahmet mânâsındaki salâtı ister. Risaleti cihetiyle -Hak'tan halka elçiliği haysiyetiyle- selâm ister. Nasılki cin ve ins adedince selâ

_______________________________

(Haşiye): Zat-ı Ahmediyeye (A.S.M.) gelen Rahmet, umum ümmetin ebedî zamandaki ihtiyacatına bakıyor. Onun için gayr-ı mütenahî salât yerindedir. Acaba, dünya gibi koca büyük ve gafletle karanlıklı, vahşetli ve hâlî bir haneye birisi girse; ne kadar tedehhüş, tevahhuş, telaş eder; ve birden o haneyi tenvir ederek enis, munis, habib, mahbub bir Yaver-i Ekrem sadırda görünüp, o hanenin Mâlik-i Rahîm-i Kerimini o hanenin her eşyasıyla tarif edip tanıttırsa ne kadar sevinç, ünsiyet, sürur, ışık, ferah verdiğini kıyas ediniz. Zat-ı Risaletteki salavatın kıymetini ve lezzetini takdir ediniz!

sh: » (L:258)

ma lâyık ve cin ve ins adedince umumî tecdid-i biatı takdim ediyoruz. Öyle de, semavat ehli adedince, hazine-i Rahmetten herbirinin namına bir salâta lâyıktır. Çünki getirdiği nur ile herbir şeyin kemali görünür ve herbir mevcudun kıymeti tezahür eder ve herbir mahlukun vazife-i Rabbaniyesi müşahede olunur ve herbir masnu'daki makasıd-ı İlahiye tecelli eder. Onun için herbir şey, lisan-ı hal ile olduğu gibi, lisan-ı kali de olsaydı, "

الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلَيْكَ يَارَسُولَ اللَّهْ diyecekleri kat'î olduğundan biz umum onların namına اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَالْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ عَلَيْكَ يَارَسُولَ اللَّهْ بِعَدَدِ الْجِنِّ وَالاِنْسِ وَبِعَدَدِ الْمَلَكِ وَالنُّجُومِ manen deriz.

فَيَكْفِيكَ اَنَّ اللّهَ صَلَّى بِنَفْسِهِ وَ اَمْلاَكَهُ صَلَّتْ عَلَيْهِ وَ سَلَّمَتْ

Said Nursî

* * *

Aziz kardeşim!

Vahdet-ül vücuda dair bir parça izahat istiyorsunuz. Bu mes'eleye dair Otuzbirinci Mektub'un bir Lem'asında, Hazret-i Muhyiddin'in bu mes'eledeki fikrine karşı gâyet kuvvetli ve izahlı bir cevap vardır. Şimdilik bu kadar deriz ki:

Bu mes'ele-i vahdet-ül vücudu şimdiki insanlara telkin etmek, ciddî zarar verir. Nasılki teşbihat ve temsiller, havassın elinden avamın eline ve ilmin elinden cehlin eline girse, hakikat telakki edilir. (Haşiye) Öyle de vahdet-ül vücud mes'elesi gibi hakaik-i ulviye, ehl-i gaflet ve esbab içine dalan avamlara girse, tabîat telakki edilir ve üç mühim zarar verir:

Birincisi: Vahdet-ül vücudun meşrebi, Cenab-ı Hak hesabına kâinatı âdeta inkâr etmek iken, avama girdikçe, gafil avamlara, hususan maddiyyun fikirleriyle âlûde olan fikirlere girdikçe, kâinat ve maddiyat hesabına uluhiyeti inkâr yoluna gider.

İkincisi: Vahdet-ül vücud meşrebi, masiva-yı İlahînin Rubûbiyetini

__________________________________

(Haşiye): Nasılki iki melaike, teşbihin sırrı münasebetiyle Sevr ve Hût tesmiye edilen, avamca koca bir öküz ve koca bir balık telakki edilmiştir.

 

 

 

 

sh: » (L:259)

 

İkincisi:Vahdet-ül vücud mertebesi meşrebi, mâsivâ-yı İlâhinin rubûbiyetini o derece şiddetle reddeder ki, masivayı inkâr ve ikiliği ref'ediyor. Değil nüfus-u emmarenin, belki herbir şeyin müstakil vücudunu görmemek iken, bu zamanda fikr-i tabîatın istilâsıyla ve gurur ve enaniyetin nefs-i emmareyi şişirmesiyle ve âhireti ve Hâlıkı bir derece unutmak cihetiyle bazı nüfus-u emmare küçük birer firavun, âdeta nefsini mabud ittihaz etmek istidadında bulunan insanlara vahdet-ül vücudu telkin etmek, nefs-i emmareyi "el'iyazübillah" öyle şımartır ki, ele avuca sığmaz.

Üçüncüsü: Tegayyür, tebeddül, tecezzi, tahayyüzden mukaddes, münezzeh, müberra, muallâ olan Zat-ı Zülcelâl'in vücub-u vücuduna ve tekaddüs ve tenezzühüne muvafık düşmeyen tasavvurata sebebiyet verir ve telkinat-ı bâtılaya medâr olur. Evet vahdet-ül vücuddan bahseden; fikren seradan süreyyaya çıkarak, kâinatı arkasında bırakıp nazarını Arş-ı A'lâ'ya diken, istiğrakî bir surette kâinatı madum sayıp herşeyi doğrudan doğruya kuvvet-i îman ile Vâhid-i Ehad'dan görebilir. Yoksa kâinatın arkasında durup kâinata bakan ve önünde esbabı gören ve ferşten nazar eden, elbette esbab içinde boğulup, tabîat bataklığına düşmek ihtimali var. Fikren Arş'a çıkan, Celaleddin-i Rûmî gibi diyebilir: "Kulağını aç! Herkesten işittiğin sözleri, fıtrî fonoğraflar gibi Cenab-ı Hak'tan işitebilirsin." Yoksa, Celaleddin gibi bu derece yükseğe çıkamayan ve Ferş'ten Arş'a kadar mevcudatı âyine şeklinde görmeyen adama, "Kulak ver, herkesten Kelâmullah'ı işitirsin" desen, manen Arş'tan Ferş'e sukut eder gibi, hilaf-ı hakikat tasavvurat-ı bâtılaya giriftar olur!..

 

قُلِ اللّهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فِى خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ * مَا للِتُّرَابِ وَ لِرَبِّ اْلاَرْبَابِ

 

سُبْحَانَ مَنْ تَقَدَّسَ عَنِ اْلاَشْبَاهِ ذَاتُهُ وَتَنَزَّهَتْ عَنْ مُشَابَهَةِ اْلاَمْثَالِ صِفَاتُهُ وَشَهِدَ عَلَى رُبُوبِيَّتِهِ آيَاتُهُ جَلَّ جَلاَلُهُ وَلاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ

Said Nursî

Bir Suale Cevap

Mustafa Sabri ile Musa Bekuf'un efkârlarını müvazene etmek için vaktim müsaid değildir. Yalnız bu kadar derim ki: "Birisi ifrat etmiş, diğeri tefrit ediyor." Mustafa Sabri gerçi müdafaatında Musa Bekuf'e nisbeten haklıdır, fakat Muhyiddin gibi ulûm-u İslâmiyenin bir mu'cizesi bulunan bir zatı tezyifte haksızdır. Evet Muhyiddin, kendisi hâdî ve makbuldür. Fakat her kitabında mühdî ve mürşid olamıyor. Hakaikte çok

sh: » (L:260)

zaman mizansız gittiğinden, kavaid-i Ehl-i Sünnete muhâlefet ediyor. Ve bazı kelâmları, zâhiri dalâlet ifade ediyor fakat kendisi dalâletten müberrâdır. Bazen kelâm küfür görünür, fakat sahibi kâfir olamaz. Mustafa Sabri bu noktaları nazara almamış. Kavaid-i Ehl-i Sünnete taassub cihetiyle bazı noktalarda tefrit etmiş. Musa Bekuf ise, ziyade teceddüde taraftar ve asrîliğe mümaşatkâr efkârıyla çok yanlış gidiyor. Bazı hakaik-i İslâmiyeyi yanlış teviller ile tahrif ediyor. Ebu-l Alâ-i Maarrî gibi merdud bir adamı, muhakkikînlerin fevkinde tuttuğundan ve kendi efkârına uygun gelen Muhyiddin'in Ehl-i Sünnete muhâlefet eden mes'elelerine ziyade tarafdarlığından, ziyade ifrat ediyor. قَالَ مُحْيِى الدِّينْ : تَحْرُمُ مُطَالَعَةُ كُتُبِنَا عَلَى مَنْ لَيْسَ مِنَّا yâni: "Bizden olmayan ve makamımızı bilmeyen, kitablarımızı okumasın, zarar görür." Evet bu zamanda Muhyiddin'in kitabları, hususan vahdet-ül vücuda dair mes'elelerini okumak, zararlıdır.

Said Nursî

* * *

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

Nev-i beşerin ağlanacak gülmelerine, endişe-i istikbal ve akibet-bînlik adesesiyle, gâyet şaşaalı bir gece bayramında, hapishane penceresinden bakarken, nazar-ı hayalime inkişaf eden bir vaziyeti beyan ediyorum. Sinemada, eski zamanda mezaristanda yatanların vaziyet-i hayatiyeleri göründüğü gibi, yakın bir istikbalde mezaristan ehli olanların, müteharrik cenazelerini görmüş gibi oldum. O gülenlere ağladım. Birden bir tevahhuş, bir acımak hissi geldi. Aklıma döndüm, hakikattan sordum: "Bu hayal nedir?" Hakikat dedi ki: "Elli sene sonra, bu kemal-i neş'e ile gülen ve eğlenen zavallılardan, elliden beşi, beli bükülmüş yetmiş yaşlı ihtiyarlar gibi; kırkbeşi, mezaristanda çürümüş bulunacaklar. O güzel sîmâlar, o neş'eli gülmeler, zıdlarına inkılab etmiş olacaklar. كُلُّ آتٍ قَرِيبٌ kaidesiyle; madem yakında gelecek şeylerin gelmiş gibi görülmesi bir derece hakikattır; elbette gördüğün hayal değildir. Madem dünyanın gafletkârane gülmeleri, böyle ağlanacak acı hallerin perdesidir ve muvakkat ve zevale maruzdur; elbette bîçare insanların ebedperest kalbini ve aşk-ı bekaya meftun olan ruhunu güldürecek, sevindirecek, meşru dairesinde ve müteşekkirane, huzurkârane, gafletsiz, masumane eğlence

sh: » (L:261)

lerdir ve sevab cihetiyle bâki kalan sevinçlerdir. Bunun içindir ki, bayramlarda gaflet istilâ edip, gayr-ı meşru daireye sapmamak için, rivayetlerde zikrullaha ve şükre çok azîm tergibat vardır. Tâ ki; bayramlarda o sevinç ve sürur nimetlerini şükre çevirip, o nimeti idame ve ziyadeleştirsin. Çünki şükür, nimeti ziyadeleştirir, gafleti kaçırır.

Said Nursî

* * *

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

 

اِنَّ النَّفْسَ َلاَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ


Meali: (Haşiye) "Nefis daima kötü şeylere sevkeder." âyetinin, hem de اَعْدَى عَدُوِّكَ نَفْسُكَالَّتِى بَيْنَ جَنْبَيْكَ mânâ-yı şerifi: "Senin en zararlı düşmanın nefsindir." Hadîsinin bir nüktesidir.

 

Tezkiyesiz nefs-i emmaresi bulunmak şartıyla kendi nefsini beğenen ve seven adam, başkasını sevmez. Eğer zâhirî sevse de samimî sevemez, belki ondaki menfaatini ve lezzetini sever. Daima kendini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır ve kusuru nefsine almaz; belki avukat gibi kendini müdafaa ve tebrie eyler. Mübalağalar ile, belki yalanlarla nefsini medh ü tenzih ederek âdeta takdis eder ve derecesine göre مَنِ اتَّخَذَ اِلهَهُ هَوَيهُ âyetinin bir tokadını yer. Temeddühü ve sevdirmesi ise, aks-ül amel ile istiskali celbeder, soğuk düşürtür. Hem amel-i uhrevîde ihlâsı kaybeder, riyayı karıştırır. Akibeti görmeyen ve neticeleri düşünmeyen ve lezzet-i hazıraya mübtela olan hisse ve heva-yı nefse mağlub olup, yolunu şaşırmış hissin fetvasıyla, bir saat lezzet için bir sene hapiste yatar. Bir dakika gurur veya intikam yüzünden on sene ceza görür. Âdeta ders aldığı Amme Cüz'ünü bir tek şekerlemeye satan hevaî bir çocuk gibi, elmas kıymetinde bulunan hasenatını, hissini okşamak için ve hevasını memnun etmek için ve hevesini tatmin etmek için, ehemmiyetsiz cam parçaları hükmündeki lezzetlere, enaniyetlere vesile edip, kârlı işlerde hasaret eder.

اَللّهُمَّ احْفَظْنَا مِنْ شَرِّ النَّفْسِ وَالشَّيْطَانِ وَمِنْ شَرِّ الْجِنِّ وَاْلاِنْسَانِ

____________________________________

(Haşiye): Bu parçanın da, herkese faidesi var.

* * *

sh: » (L:262)

SUAL: Kısa bir zamandaki küfre mukabil, hadsiz bir zaman Cehennem'de hapis nasıl adâlet olur?

ELCEVAP: Sene, üçyüz altmışbeş gün hesabıyla, bir dakikada katl, yedi milyon sekiz yüz seksen dört bin dakika hapis iktizası kanun-u adâlet iken; bir dakika küfür, bin katl hükmünde olduğundan, yirmi sene ömrünü küfürle geçiren ve küfür ile ölen bir adam, kanun-u adâletle elli yedi trilyon ikiyüz bir milyar iki yüz milyon sene beşerin kanun-u adâletiyle hapse müstehak olur. Elbette خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا adâlet-i İlahî ile vech-i muvafakatı bundan anlaşılıyor.

Birbirinden gâyet uzak iki adedin sırr-ı münasebeti şudur ki: Katl ve küfür, tahrib ve tecavüz olduğu için, gayre tesirat yapar. Bir dakikada katl, lâakal zâhirî âdete göre onbeş sene maktulün hayatını selbeder, onun yerine hapse girer. Bir dakika küfür, binbir Esmâ-i İlahîyi inkâr ve nukuşlarını tezyif ve kâinatın hukukuna tecavüz ve kemalâtını inkâr ve hadsiz delail-i vahdaniyeti tekzib ve şEhadetlerini reddetmek olduğundan.. kâfiri, binler seneden ziyade esfel-i safilîne atar, خَالِدِينَ de hapseder.

Said Nursî

* * *

Manidar bir tevâfuk-u lâtife

Risale-i Nur şakirdlerini ittiham ettikleri ve cezalarını istedikleri 163. maddesine, Risale-i Nur müellifinin medresesine, yüzelli bin lira verilmesine dair lâyihanın, 200 meb'ustan 163 meb'usun adedine tevâfuk edip, manen o tevâfuk diyor ki: Hükûmet-i Cumhuriyenin 163 meb'usun takdirkârane imzaları, 163. madde-i kanuniyenin hükmünü, onun hakkında ibtal ediyor.

Hem yine manidar bir tevâfukat-ı lâtifedendir ki, Risale-i Nur'un 128 parçası, 115 parça kitab ediyor. Risale-i Nur'un şakirdlerinin ve müellifinin mebde-i tevkifi olan 27/Nisan/1935 tarihi ile, mahkemenin karar ve hüküm tarihi olan 19/Ağustos/1935 tarihi olmasına nazaran, 115 gün olup, Risale-i Nur kitabları adedine tevâfuk etmekle beraber, istintak edilen, 115 suçlu gösterilen eşhasın da

sh: » (L:263)

adedine tam tamına tevâfuk ettiği gibi.. gösteriyor ki: Risale-i Nur müellifinin ve şakirdlerinin başına gelen musîbet, bir dest-i inayetle tanzim ediliyor. (Haşiye)

* * *

Bu Lem'anın başında İmam-ı Ali (R.A.), Risale-i Nur'a işaret ettiğinden, bir kardeşimiz heyecanlı bir iştiyakla Risale-i Nur'a, Elmas, Cevher, Nur ismini takıp tekrar ederek yazmıştı. Bu Lem'anın âhirinde derci münasib görüldü:

Takva dairesinde bulunan talebe deli de olsa, acaba Risale-i Nur'un ve kıymetli elmasın nurundan ayrılabilir mi? Öyle tahmin ederim ki: Risale-i Nur'un bu âciz talebeniz kadar kerametini, faziletini, lezzetini yiyen, tatlı meyvesinden koparan nadirdir. Hem bu kadar âcizliğim ile beraber, Risale-i Nur'a hizmet edemediğim halde göstermiş olduğunuz teveccühe medyun-u şükranım. Binaenaleyh Risale-i Nur'dan bendeniz değil, hiç bir talebeniz o mübarek elmastan ve lezzetten ayrılamaz. Affınıza mağruren Risale-i Nur'un bu defaki taharriyatında iki kerameti meydana aynen çıkmıştır. Hapishane içerisinde polis, jandarma ve gardiyanlar müdhiş arama yaparken, o esnada hiç kimse görmeden, yedi sekiz yaşında, hemşiremin mahdumu, mekteb çantasının içerisine Risale-i Nur'un nüshalarını koyarak alıp gitmiştir. Arama, bendenizin odasında idi. Çocuk odaya geldi, odada telaş görünce, odanın bir tarafında ayrıca duran Risale-i Nur'ları çantasına koydu ve içerideki memurların hiçbirisi farkına varmadı, çocuğa da birşey demediler. Fedakâr çocuk doğruca validesine gidiyor. "Dayımın daima bize okuduğu Risale-i Nur'ları getirdim. Bunları alacaklarmış. Ben onların haberi olmadan, onlar başka mektub, kitab karıştırırlarken aldım, çantama koydum. Bunları iyice bir yere koyunuz, muhafaza ediniz. Ben bunların okunmasını çok seviyorum. Dayım bize bunları okuyordu. O okurken ben başka bir hâlet kesbediyordum." diye validesine söylüyor ve mektebine avdet ediyor. Bu sayede Elmas, Cevher, Nurlar ele geçmemiş oluyor. Bu keramet değil de nedir? Kur'anî bir mu'cize değil de nedir? Acaba bu fazilet, acaba bu lezzet, acaba bu Elmas, Cevher, hangi te'lifatta vardır ki, bu Elmas, Cevher, Nurlar, şimdiye kadar hangi zatın ağzından dökülmüştür. Ben de; hapis değil, bu Elmas, Cevher, Nurlar için her an, her dakika, her fedakârlığı memnuniyetle kabul ederim.

_______________________________

(Haşiye): Cây-ı dikkattir ki: Risale-i Nur şakirdlerinin tevkiflerinin bir kısmı 25/Nisan/1935 tarihinde başlamış olup, kararnamede suçlu gösterilen 117 kimse ise de, ikisinin ismi mükerrer olmasına nazaran bu suretle şakirdlerin adedi 117 adedine o kısmın tevkifinden hüküm tarihine kadar 117 gün olmakla tevâfuk edip, evvelki tevâfukata bir letafet daha katmıştır.

sh: » (L:264)

Benden sonra bu Elmas, Cevher, Nurlar yoluna evlâdım Emin de bütün hayatını sarfetmeye hazırdır.

İşte bu Elmas, Cevher, Nur'un ikinci kerametini isbat ile, üç yaşından sekiz yaşına kadar akrabalarım ve evlâdım, bu Elmas, Cevher, Nurlar için fedakârane ve bu yolda hayatlarını hiç düşünmeden feda edeceklerini isbat ederim. Çünki bu Elmas, Cevher, Nur'u okurken hepsi başıma toplandı. Onları sevdim ve birer çay verdim; bu Elmas, Cevher, Nur'u okumağa devam ettim. Hepsi birden "Bu nedir? Bu yazı nasıl yazıdır?" sordular. Ben de dedim: "Bu Elmas, Cevher, Nur'dur!" diye bunlara okumağa başladım. Onuncu Söz'ü okurken saatler geçmiş. Çocuklar merakından, anlayamadıkları zaman hemen bendenize soruyorlardı. Ben de bu Elmas, Cevher, Nur'u onların anlayabileceği şekilde izah ederken çocukların renkleri, renk renk oluyordu ve güzelleşiyordu. Bendeniz de çocukların yüzüne baktıkça hepsinde ayrı ayrı nurlu Said görüyordum. Suallerinde "Nur hangisi? Cevher hangisi ve Elmas hangisi?" diye sorduklarında; "Evet Nur, bunu okumaktır. Bak sizde bir güzellik meydana geldi." Onlar da birbirinin yüzüne baktılar tasdik ettiler. "Ya elmas nedir? Bu sözleri yazmaktır." O zaman, yâni yazdığınız zaman sizin yazılarınız elmas gibi kıymetli olur. Tasdik ettiler. "Ya cevher nedir? İşte o da bu kitabdan aldığınız îmandır." Hepsi birden şEhadet getirdiler. Bu sohbette üç dört saat geçmiş, bendeniz farkına varmadım.

İşte Elmas, Cevher, Nur budur dedim. Tasdik ettiler. Hepsi birden bana bakıyorlardı ve "Bunu kim yazdı?" diyorlardı.

Âciz talebeniz

Şefik

* * *

Zekâi'nin Rü'yası

Bu sabah rü'yamda, İstanbul'un Tophane sahiline benzer saf ve berrak bir deniz kenarındayım. Kuşluk zamanında olduğunu zannettiğim Güneş'in ziyası, o derya-yı azîmin üzerinde hoş parıltılar husule getiriyor. Ben deryaya müteveccihim. Denizin orta ve cenubu tarafından yüze yüze sahile gelen bir genç, omuzundaki bir sabanı sahile çıkardı. Orada bütün kardeşlerimize (tahliyeden sonra) istikbal edilmekteler iken, sahil boyunu takiben, garbdan dolu dizgin iki atlı geliyor. "Üstad geliyor!" dediler. Bu izdiham yarıldı, hiç durmaksızın bu mühib yağız atlı ve esmer çehreli iki zat, şarka doğru uzaklaştılar. Ben, o deryaya dalmak üzere iken uyandım.

Zekâi

* * *

sh: » (L:265)

Tarafgirane ve Risale-i Nur'a rakibane söylenen sözlere mukabildir.

Ger medhetmekse tefahurla kendinizi maksadın

Risale-i Nur'un en sönük yıldızının peykisiniz

Zinhar seyyare zannetme kardeşim, Risale-i Nur'un

Arz değil, Âfitab dahi peykidir onun

Pek yakında parlayacaktır âlemde Risale-i Nur

Sönmez, belki gizlenir, zira nurun alâ nur

Bir nur ki, bahr-ı hakikat ve mahz-ı hidayettir o

مَنْ اَصْحَابُ الصِّرَاطِ السَّوِىِّ وَ مَنِ اهْتَدَى yı oku.

Hak'tan olmaz şikayet, belki maksad hikâyet

Şer'in üzere giderken Hakk'a malûm

Risale-i Nur'a ki, eylemiştim hem de hizmet

Risale-i Nur ki, Aliyy-ül Murtaza ve Gavs-ı Azam

Celcelutiye'de ve bazı kasaidde etmişler işaret

Risale-i Nur ki, urvet-ül vüska, lenfisam

Temessük etmiştim zira, hem hidayet ve ayn-ı hakikat

Koydular bizleri ki, orada durmuştu Yûsuf Aleyhisselâm

Hem de beraberimizde idi Hazret-i Üstad.

Halil İbrahim

* * *

Yirmisekizinci Lem'anın Yirmisekizinci Nüktesi

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ


لاَ يَسَّمَّعُونَ اِلَى اْلَمَلاِ اْلاَعْلَى وَيُقْذَفُونَ مِنْ كُلِّ جَانِبٍ* دُحُورًا وَلَهُمْ عَذَابٌ وَاصِبٌ اِلاَّ مَنْ خَطِفَ اْلخَطْفَةَ فَاَتْبَعَهُ شِهَابٌ ثَاقِبٌ *

 

وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا ِبمَصَابِيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ

gibi âyetlerin mühim bir nüktesi, ehl-i dalâletin bir tenkidi münasebetiyle beyan edilecek. Şöyle ki:

sh: » (L:266)

Cin ve şeytanın casusları, semavat haberlerine kulak hırsızlığı yapıp, gaybî haberleri getirerek, kâhinler ve maddiyyunlar ve bazı ispirtizmacılar gibi, gaibden haber vermelerini, nüzul-ü vahyin bidayetinde vahye bir şübhe getirmemek için onların o daimî casusluğu, o zaman daha ziyade şahablarla recm ve men'edildiğine dair olan mezkûr âyetler münasebetiyle gâyet mühim üç başlı bir suale muhtasar bir cevapdır.

Sual: Şu gibi âyetlerden anlaşılıyor ki, cüz'î ve bazen şahsî bir hâdise-i gaybiyeyi de haber almak için, gâyet uzak bir mesafe olan semavat memleketine casus şeytanların sokulması ve o çok geniş memleketin her tarafında o cüz'î hâdisenin bahsi varmış gibi; hangi şeytan olsa, hangi yere sokulsa, yarım yamalak o haberi işitecek, getirecek diye bir mânâyı akıl ve hikmet kabul etmiyor. Hem nass-ı âyetle, semavatın üstünde bulunan Cennet'in meyvelerini bazı ehl-i Risalet ve ehl-i keramet, yakın bir yerden alır gibi alıyormuş. Bazen yakından Cennet'i temaşa ediyormuş diye nihayet uzaklık nihayet yakınlık içinde bir mes'eledir ki, bu asrın aklına sığmaz? Hem cüz'î bir şahsın cüz'î bir ahvali; küllî ve geniş olan semavat memleketindeki Mele-i A'lâ'nın medâr-ı bahsi olması, gâyet hakîmane olan tedvir-i kâinatın hikmetine muvafık gelmiyor? Halbuki bu üç mes'ele de hakaik-i İslâmiyeden sayılıyor?

Elcevap: Evvelâ: Onbeşinci Söz namındaki bir Risalede, "yedi basamak" namında, yedi kat'î mukaddeme ile,

وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا ِبمَصَابِيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ

âyetinin ifade ettiği, yıldızlarla şeytan casuslarının semavattan ref' ve tardı, öyle bir surette isbat edilmiş ki, en muannid maddiyyunu dahi ikna eder, susturur ve kabul ettirir.

Sâniyen: Bu uzak zannedilen o üç hakikat-ı İslâmiyeyi, kısa zihinlere yakınlaştırmak için bir temsil ile işaret edeceğiz. Meselâ: Bir hükûmetin daire-i askeriyesi memleketin şarkında ve daire-i adliyesi garbında ve daire-i maarifi şimalinde ve daire-i ilmiyesi cenubunda ve daire-i mülkiyesi ortasında bulunsa; telsiz telefon, telgrafla, gâyet muntazam bir surette her daire alâkadar olduğu vaziyetleri görse, haber alsa; âdeta umum o memleket, adliye dairesi olduğu halde, askerî dairesidir ve mülkiye dairesi olduğu gibi, ilmiye dairesi oluyor.

 

 

sh: » (L:267)

Hem meselâ: Müteaddid devletler ve ayrı ayrı payitahtları bulunan hükûmetlerin bazen oluyor ki, müstemlekât cihetiyle veya imtiyazat haysiyetiyle veya ticaretler münasebetiyle bir tek memlekette ayrı ayrı hâkimiyetlikleri bulunur. Raiyet ve millet bir olduğu halde, herbir hükûmet, kendi imtiyazı cihetiyle, o raiyetle münasebetdardır. Birbirinden çok uzak o hükûmetlerin muamelatı, birbirine temas ediyor. Her hanede birbirine yakınlaşıyor ve her adamda iştirakleri oluyor. Cüz'î mes'eleleri, temas noktalarındaki cüz'î bir dairede görülür. Yoksa her cüz'î bir mes'ele, daire-i külliyeden alınmıyor, fakat o cüz'î mes'elelerden bahsedildiği zaman, doğrudan doğruya daire-i külliyenin kanunuyla olduğu cihetiyle daire-i külliyeden alınıyor gibi ve o dairede medâr-ı bahsolunmuş bir mes'ele şekli verilir tarzda ifade edilir.

İşte bu iki temsil gibi, semavat memleketi, payitaht ve merkez itibariyle gâyet uzak olduğu halde, Arz memleketinde insanların kalblerine uzanmış mânevî telefonları olduğu gibi, semavat âlemi, yalnız âlem-i cismanîye bakmıyor; belki âlem-i ervâhı ve âlem-i melekûtu tazammun ettiğinden, bir cihette perde altında âlem-i şEhadeti ihata etmiştir. Hem âlem-i bâkiden ve dâr-ı bekadan olan Cennet dahi, hadsiz uzaklığıyla beraber, yine o daire-i tasarrufatı, perde-i şEhadet altında, her tarafta nuranî bir surette uzanmış, yayılmış. Sâni-i Hakîm-i Zülcelâl'in hikmetiyle, kudretiyle, nasılki insanın başında yerleştirdiği duygularının merkezleri ayrı ayrı olduğu halde, herbiri umum o vücuda, o cisme hükmediyor ve daire-i tasarrufuna alabiliyor. Öyle de; bu insan-ı ekber olan kâinat dahi, mütedâhil ve birbiri içinde bulunan daireler gibi, binler âlemleri ihtiva ediyor. Onlarda cereyan eden ahvalin ve hâdiselerin küllî ve cüz'iyeti ve hususiyeti ve azameti cihetiyle medâr-ı nazar olur, yâni o cüz'ler, cüz'î ve yakın yerlerde ve küllî ve azametliler küllî ve büyük makamlarda görülür. Fakat bazen cüz'î ve hususî bir hâdise, büyük bir âlemi istila eder. Hangi köşede dinlenilse, o hâdise işitilir. Ve bazen da büyük tahşidat, düşmanın kuvvetine karşı değil, belki izhar-ı haşmet için yapılır. Meselâ: Hâdise-i Muhammediye (A.S.M.) ve vahy-i Kur'anın hâdise-i kudsiyesi, umum semavat memleketinde, hatta o memleketin her köşesinde en mühim bir hâdise olduğundan, doğrudan doğruya çok uzak ve çok yüksek olan koca semavatın burçlarına nöbetdarlar dizilip, yıldızlardan mancınıkları atarak, casus şeytanları tard ve def'ediyorlar vaziyetinde göstermek ve ifade etmekle, vahy-i Kur'anînin derece-i haşmetini ve şaşaa-i saltanatını ve hiçbir cihette şübhe girmeyen derece-i hakkaniyetini ilâna bir işaret-i Rabbaniye olarak, o vakitte ve o asırda daha ziyade yıldızlar düşürülüyormuş ve atılıyormuş. Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan dahi, o ilân-ı tekvinîyi tercüme edip ilân ediyor ve o işaret-i semaviyeye

sh: » (L:268)

işaret eder. Evet bir melaikenin üfürmesiyle uçurulabilir olan casus şeytanları, böyle bir işaret-i azîme-i semaviye ile, melaikelerle mübareze ettirmek, elbette o vahy-i Kur'anînin haşmet-i saltanatını göstermek içindir. Hem bu haşmetli olan beyan-ı Kur'anî ve azametli tahşidat-ı semaviye ise; cinîlerin, şeytanların, semavat ehlini mübarezeye ve müdafaaya sevkedecek bir iktidarları, bir müdafaaları bulunduğunu ifade için değil, belki kalb-i Muhammedîden (A.S.M.) tâ semavat âlemine, tâ Arş-ı Azam'a kadar olan uzun yolda, hiçbir yerde cin ve şeytanın müdahâleleri olmamasına işaret için, vahy-i Kur'anî, koca semavatta, umum melaikece medâr-ı bahsolan bir hakikattır ki, bir derece ona temas etmek için, şeytanlar tâ semavata kadar çıkmaya mecbur olup, hiçbir şeye muvaffak olamayarak recmedilmesiyle işaret ediyor ki; kalb-i Muhammedîye (A.S.M.) gelen vahy ve huzur-u Muhammediyeye (A.S.M.) gelen Cebrail ve nazar-ı Muhammedîye (A.S.M.) görünen hakaik-i gaybiye, sağlam ve müstakimdir, hiçbir cihetle şüphe girmez diye Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan mu'cizane haber veriyor.

Amma Cennet'in uzaklığıyla beraber âlem-i bekadan olduğu halde en yakın yerlerde görülmesi ve bazen ondan meyve alınması ise; evvelki iki temsil sırrıyla anlaşıldığı gibi, bu âlem-i fâni ve âlem-i şEhadet ise âlem-i gayba ve dâr-ı bekaya bir perdedir. Cennet'in merkez-i kübrası uzakta olmakla beraber, âlem-i misal âyinesi vasıtasıyla her tarafta görünmesi mümkün olduğu gibi, hakkalyakîn derecesindeki îmanlar vasıtasıyla, Cennet'in bu âlem-i fânide -temsilde hata olmasın- bir nevi müstemlekeleri ve daireleri bulunabilir ve kalb telefonuyla yüksek ruhlar ile muhabereleri olabilir, hediyeleri gelebilir.

Amma bir daire-i külliyenin cüz'î bir hâdise-i şahsiye ile meşgul olması, yâni kâhinlere gaybî haberleri getirmek için şeytanlar, tâ semavata çıkıp kulak veriyorlar, yarım yamalak yanlış haberler getiriyorlar diye tefsirlerdeki ifadelerin bir hakikatı şu olmak gerektir ki: Semavat memleketinin payitahtına kadar gidip o cüz'î haberi almak değildir. Belki cevv-i havaya dahi şümulü bulunan semavat memleketinin -teşbihte hata yok- karakol haneleri hükmünde bazı mevkileri var ki, o mevkilerde Arz memleketi ile münasebetdarlık oluyor; cüz'î hâdiseler için, o cüz'î makamlardan kulak hırsızlığı yapıyorlar. Hatta kalb-i insanî dahi o makamlardan birisidir ki, melek-i ilham ile şeytan-ı hususî o mevkide mübareze ediyorlar. Ve hakaik-i îmaniye ve Kur'aniye ve hâdisat-ı Muhammediye (A.S.M.) ise, ne kadar cüz'î de olsa, en büyük, en küllî bir hâdise-i mühimme hükmünde en küllî bir daire olan Arş-ı Azam'da ve daire-i

 

sh: » (L:269)

semavatta -(temsilde hata olmasın)- mukadderat-ı kâinatın mânevî ceridelerinde neşrolunuyor gibi her köşede medâr-ı bahsoluyor, diye beyan ile beraber, kalb-i Muhammedî'den (A.S.M.) tâ daire-i Arş'a varıncaya kadar ise, hiçbir cihetle müdahâle imkânı olmadığından, semavatı dinlemekten başka, şeytanların çaresi kalmadığını ifade ile, vahy-i Kur'anî ve Nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) ne derece yüksek bir derece-i hakkaniyette olduğunu ve hiçbir cihetle hilaf ve yanlış ve hile ona yanaşmak mümkün olmadığını, gâyet belîgane belki mu'cizane ilân etmek ve göstermektir.

Said Nursî

 

 

REKLAMLAR

Web Site Tasarımı

Yönetim Panelli Website Tasarımlarınız için

0532 307 60 09

 

 

İSTATİSTİKLER

OS : Linux c
PHP : 5.3.29
MySQL : 5.7.43
Zaman : 22:40
Ön bellekleme : Etkisizleştirildi
GZIP : Etkisizleştirildi
Üyeler : 31076
İçerik : 1250
Web Bağlantıları : 2
İçerik Tıklama Görünümü : 2232915

Haberler

Mevlana Derki...!

 

"İnsanda Güzel olan yüzdür, Yüzde Güzel olan gözdür, ama insanı insan yapan;

Ağzından çıkan sözdür"