ahmetturkan.gen.tr

HAYATTAN DERSLER

  • Yazıtipi boyutunu arttır
  • Varsayılan yazıtipi boyutu
  • Yazıtipi boyutunu azaltır

32. SÖZ

e-Posta Yazdır PDF

 

Otuzikinci Söz

Şu söz üç mevkıftır.

[Yirmiikinci Söz'ün Sekizinci Lem'asını izah eden bir zeyildir. Mevcûdât-ı âlem, vahdâniyete şehadet ettikleri ellibeş lisandan (ki Katre Risalesi'nde onlara işaret edilmiş) birinci lisanına bir tefsirdir. Ve لَوْ كَانَ فِيهِمَآ اَلِهَةٌ اِلاَّ اللَّهُ لَفَسَدَتَا âyetinin pek çok hakaikından, temsil libası giydirilmiş bir hakikattır.]

Birinci Mevkıf

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

لَوْ كَانَ فِيهِمَآ اَلِهَةٌ اِلاَّ اللَّهُ لَفَسَدَتَا لآَ اِلهَ اِلاَّ اللَّهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ يُحْيِى وَ يُمِيتُ وَ

 

هُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ

Bir Ramazan gecesinde, şu kelâm-ı tevhidînin onbir cümlesinin herbirinde birer tevhid mertebesi ve birer müjde bulunduğunu ve o mertebelerden yalnız لاَ شَرِيكَ لَهُ deki mânâyı, basit avâmın fehmine gelecek bir muhavere-i temsiliye ve bir münazara-i faraziye tarzında ve lisan-ı hali, lisan-ı kal Sûretinde söylemiştim. Bana hizmet eden kıymetdar kardeşlerimin ve mescid arkadaşlarımın arzuları ve istemeleri üzerine o muhavereyi yazıyorum. Şöyle ki:

sh: » (S: 628) Bütün tabiatperest, esbabperest ve müşrik gibi umum enva'-ı ehl-i şirkin ve küfrün ve dalaletin tevehhüm ettikleri şeriklerin namına bir şahıs farzediyoruz ki: O şahs-ı farazî, mevcûdât-ı âlemden bir şeye Rab olmak istiyor ve hakikî mâlik olmak dâva etmektedir.

İşte o müddeî, evvelâ mevcûdâtın en küçüğü olan bir zerreye rast gelir. Ona Rab ve hakikî mâlik olmakta olduğunu; zerreye, tabiat lisanıyla, felsefe diliyle söyler. O zerre dahi, hakikat lisanıyla ve hikmet-i Rabbanî diliyle der ki: "Ben hadsiz vazifeleri görüyorum. Ayrı ayrı her masnua girip işliyorum, bütün o vezaifi bana gördürecek, sende ilim ve kudret varsa.. hem, benim gibi hadd ü hesaba gelmeyen zerrat içinde beraber gezip (Haşiye) iş görüyoruz. Eğer bütün emsalim o zerreleri de istihdam edip emir tahtına alacak bir hüküm ve iktidar sende varsa.. hem Kemâl-i intizâm ile cüz olduğum mevcûdlara, meselâ kandaki küreyvat-ı hamraya hakikî mâlik ve mutasarrıf olabilirsen, bana Rab olmak dâva et; beni, Cenâb-ı Hak'tan başkasına isnad et. Yoksa sus! Hem bana Rab olamadığın gibi, müdahale dahi edemezsin. Çünki vezaifimizde ve harekâtımızda o kadar mükemmel bir intizâm var ki; nihayetsiz bir hikmet ve muhit bir ilim sahibi olmayan bize parmak karıştıramaz. Eğer karışsa, karıştıracak. Halbuki senin gibi câmid, âciz ve kör ve iki eli tesadüf ve tabiat gibi iki körün elinde olan bir şahıs, hiçbir cihette parmak uzatamaz."

O müddeî, Maddiyyunların dedikleri gibi dedi ki: "Öyle ise sen kendi kendine mâlik ol. Neden başkasının hesabına çalışmasını söylüyorsun?" Zerre ona cevaben der: "Eğer, güneş gibi bir dimağım ve ziyası gibi ihâtalı bir ilmim ve harareti gibi şümûllü bir kudretim ve ziyasındaki yedi renk gibi muhit duygularım ve gez-

_____________________________

(Haşiye): Evet müteharrik herbir şey, zerrattan seyyarata kadar, kendilerinde olan sikke-i Samediyet ile vahdeti gösterdikleri gibi, harekâtlarıyla dahi, gezdikleri bütün yerleri vahdet namına zabtederler. Kendi mâlikinin mülküne idhal ederler. Hareket etmeyen masnuat ise, nebâtattan nücum-u sevabite kadar, birer mühr-ü vahdâniyet hükmündedirler ki; bulunduğu mekânı, kendi Sâniinin mektubu olduğunu gösterirler.

- Demek herbir nebat, herbir meyve, birer mühr-ü vahdâniyet, birer sikke-i vahdettirler ki; mekânlarını ve vatanlarını, vahdet namına Sâni'lerinin mektubu olduğunu gösterirler.

Elhasıl: Her bir şey, hareketiyle bütün eşyayı vahdet namına zabteder. Demek bütün yıldızları elinde tutmayan, birtek zerreye Rab olamaz.

sh: » (S: 629)

diğim her yere ve işlediğim her mevcûda müteveccih birer yüzüm ve bakar birer gözüm ve geçer birer sözüm bulunsa idi, belki senin gibi ahmaklık edip kendi kendime mâlik olduğumu dâva ederdim. Haydi def'ol git, sen benden iş bulamazsın!"

İşte şeriklerin vekili, zerreden me'yus olunca, küreyvat-ı hamradan iş bulacağım diye, kandaki bir küreyvat-ı hamraya rast gelir. Ona esbab namına ve tabiat ve felsefe lisanıyla der ki: "Ben sana Rab ve mâlikim." O küreyvat-ı hamra, yâni yuvarlak kırmızı mevcûd, ona hakikat lisanıyla ve hikmet-i İlahiye dili ile der: "Ben yalnız değilim. Eğer sikkemiz ve memuriyetimiz ve nizâmatımız bir olan kan ordusundaki bütün emsalime mâlik olabilirsen, hem gezdiğimiz ve Kemâl-i hikmetle istihdam olunduğumuz bütün hüceyrat-ı bedene mâlik olacak bir dakik hikmet ve azîm kudret, sende varsa göster ve gösterebilirsen belki senin dâvanda bir mânâ bulunabilir. Halbuki senin gibi sersem ve senin elindeki sağır tabiat ve kör kuvvetle, değil mâlik olmak belki zerre miktar karışamazsın. Çünki bizdeki intizâm o kadar mükemmeldir ki, ancak herşeyi görür ve işitir ve bilir ve yapar bir zât bize hükmedebilir. Öyle ise sus! Vazifem o kadar mühim ve intizâm o kadar mükemmeldir ki; senin ile, senin böyle karmakarışık sözlerine cevab vermeğe vaktim yok" der, onu tardeder.

Sonra onu kandıramadığı için o müddeî gider, bedendeki hüceyre tâbir ettikleri menzilciğe rast gelir. Felsefe ve tabiat lisanıyla der: "Zerreye ve küreyvat-ı hamraya söz anlattıramadım; belki sen sözümü anlarsın. Çünki sen, gâyet küçük bir menzil gibi birkaç şeyden yapılmışsın. Öyle ise ben seni yapabilirim. Sen benim masnuum ve hakikî mülküm ol." der. O hüceyre ona cevaben, hikmet ve hakikat lisanıyla der ki:

"Ben çendan küçücük bir şeyim. Fakat pek büyük vazifelerim, pek ince münasebetlerim ve bedenin bütün hüceyratına ve heyet-i mecmuasına bağlı alâkalarım var. Ezcümle: Evride ve şerayin damarlarına ve hassase ve muharrike asablarına ve cazibe, dafia, müvellide, Mûsavvire gibi kuvvelere karşı derin ve mükemmel vazifelerim var. Eğer bütün bedeni, bütün damar ve asab ve kuvveleri teşkil ve tanzim ve istihdam edecek bir kudret ve ilim sende varsa ve benim emsalim ve san'atça ve keyfiyetçe birbirimizin kardeşi olan bütün hüceyrat-ı bedeniyeye tasarruf edecek nafiz bir kudret, şamil bir hikmet, sende varsa göster, sonra ben se-

sh: » (S: 630)

ni yapabilirim diye dâva et. Yoksa haydi git! Küreyvat-ı hamra, bana erzak getiriyorlar. Küreyvat-ı beyza da, bana hücum eden hastalıklara mukabele ediyorlar. İşim var, beni meşgul etme. Hem senin gibi âciz, câmid, sağır, kör bir şey, bize hiçbir cihetle karışamaz. Çünki bizde o derece ince ve nazik ve mükemmel bir intizâm (Haşiye) var ki; eğer bize hükmeden bir Hakîm-i Mutlak ve Ka

_______________________________

(Haşiye): Sâni'-i Hakîm, beden-i insanı gâyet muntâzam bir şehir hükmünde halketmiştir. Damarların bir kısmı, telgraf ve telefon vazifesini görür. Bir kısmı da çeşmelerin boruları hükmünde, âb-ı hayat olan kanın cevelanına medârdırlar. Kan ise içinde iki kısım küreyvat halkedilmiş. Bir kısmı küreyvat-ı hamra tâbir edilir ki, bedenin hüceyrelerine erzak dağıtıyor ve bir kanun-u İlahî ile hüceyrelere erzak yetiştiriyor (tüccar ve erzak memurları gibi). Diğer kısmı küreyvat-ı beyzadırlar ki; ötekilere nisbeten ekalliyettedirler. Vazifeleri, hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdafaadır ki, ne vakit müdafaaya girseler Mevlevî gibi iki hareket-i devriye ile süratli bir vaziyet-i acibe alırlar. Kanın heyet-i mecmuası ise; iki vazife-i umumiyesi var: Biri: Bedendeki hüceyratın tahribatını tamir etmek. Diğeri: Hüceyratın enkazlarını toplayıp, bedeni temizlemektir. Evride ve şerayin namında iki kısım damarlar var ki: Biri safi kanı getirir, dağıtır, safi kanın mecralarıdır. Diğer kısmı; enkazı toplayan bulanık kanın mecrasıdır ki, şu ikinci ise kanı "Ree" denilen nefesin geldiği yere getirirler.

Sâni'-i Hakîm, havada iki unsur halketmiştir. Biri azot, biri müvellid-ül humuza. Müvellid-ül humuza ise nefes içinde kana temas ettiği vakit, kanı telvis eden karbon unsur-u kesifini kehribar gibi kendine çeker. İkisi imtizac eder. Buharî hâmız-ı karbon denilen (semli havaî) bir maddeye inkılab ettirir. Hem hararet-i gariziyeyi temin eder, hem kanı tasfiye eder. Çünki Sâni'-i Hakîm, fenn-i Kimya'da aşk-ı kimyevî tâbir edilen bir münasebet-i şedideyi müvellid-ül humuza ile karbona vermiş ki; o iki unsur birbirine yakın olduğu vakit, o kanun-u İlahî ile o iki unsur imtizac ederler. Fennen sabittir ki; imtizacdan hararet hasıl olur. Çünki imtizac, bir nevi ihtiraktır. Şu sırrın hikmeti şudur ki: O iki unsurun herbirisinin zerrelerinin ayrı ayrı hareketleri var. İmtizac vaktinde her iki zerre, yâni onun zerresi bunun zerresiyle imtizac eder, birtek hareketle hareket eder. Bir hareket muallak kalır. Çünki imtizacdan evvel iki hareket idi; şimdi iki zerre bir oldu, her iki zerre bir zerre hükmünde bir hareket aldı. Diğer hareket, Sâni'-i Hakîm'in bir kanunu ile hararete inkılab eder. Zâten "hareket, harareti tevlid eder" bir kanun-u mukarreredir. İşte bu sırra binaen beden-i insanîdeki hararet-i gariziye, bu imtizac-ı kimyeviye ile temin edildiği gibi, kandaki karbon alındığı için kan dahi safi olur. İşte nefes dâhile girdiği vakit, vücudun hem âb-ı hayatını temizliyor, hem nâr-ı hayatı iş'al ediyor. Çıktığı vakit ağızda mu'cizât-ı kudret-i İlahiye olan kelime meyvelerini veriyor.

فَسُبْحَانَ مَنْ تَحَيَّرَ فِى صُنْعِهِ الْعُقُولُ

sh: » (S: 631)

dîr-i Mutlak ve Alîm-i Mutlak olmazsa, intizâmımız bozulur, nizâmımız karışır.

"Sonra o müddeî, onda da me'yus oldu. Bir insanın bedenine rast gelir. Yine kör tabiat ve serseri felsefe lisanı ile Tabiiyyunun dedikleri gibi der ki: "Sen benimsin? Seni yapan benim. Veya sende hissem var." Cevaben o beden-i insanî, hakikat ve hikmet diliyle ve intizâmının lisan-ı haliyle der ki: "Eğer bütün emsalim ve yüzümüzdeki sikke-i kudret ve turra-i fıtrat bir olan bütün insanların bedenlerine hakikî mutasarrıf olacak bir kudret ve ilim sende varsa, hem sudan ve havadan tut, tâ nebâtat ve hayvanata kadar benim erzakımın mahzenlerine mâlik olacak bir servetin ve bir hâkimiyetin varsa, hem ben kılıf olduğum gâyet geniş ve yüksek olan ruh, kalb, akıl gibi letâif-i mâneviyeyi benim gibi dar, süflî bir zarfta yerleştirerek, Kemâl-i hikmet ile istihdam edip ibâdet ettirecek sende nihayetsiz bir kudret, hadsiz bir hikmet varsa göster, sonra "Ben seni yaptım" de. Yoksa sus! Hem bendeki intizâm-ı ekmelin şehadetiyle ve yüzümdeki sikke-i vahdetin delaletiyle, benim Sâniim herşeye Kadîr, herşeye Alîm, herşeyi görür ve herşeyi işitir bir zâttır. Senin gibi sersem, âcizin parmağı, onun san'atına karışamaz. Zerre miktar müdahale edemez."

O şeriklerin vekili, bedende dahi parmak karıştıracak yer bulamaz, gider, insanın nev'ine rast gelir. Kalbinden der ki: "Belki bu dağınık, karmakarışık olan Cemâat içinde; şeytan, onların ef'al-i ihtiyariye ve içtimaiyelerine karıştığı gibi, belki ben de ahvâl-i vücudiye ve fıtriyelerine karışabileceğim ve parmak karıştıracak bir yer bulacağım. Ve onda bir yer bulup beni tardeden bedene ve beden hüceyresine hükmümü icra ederim." Onun için beşerin nev'ine, yine sağır tabiat ve sersem felsefe lisanıyla der ki: "Siz çok karışık birşey görünüyorsunuz. Ben size Rab ve mâlikim veyahut hissedârım." der. O vakit nev'-i insan, hak ve hakikat lisanıyla, hikmet ve intizâmın diliyle der ki: "Eğer bütün küre-i arza giydirilen ve nev'imiz gibi bütün hayvanat ve nebâtatın yüzler bin enva'ından, rengârenk atkı ve iplerden Kemâl-i hikmetle dokunan ve dikilen gömleği ve yeryüzüne serilen ve yüzbinler zîhayat enva'ından nescolunan ve gâyet nakışlı bir Sûrette icad edilen haliçeyi yapacak ve her vakit Kemâl-i hikmetle tecdid edip tazelendirecek bir kudret ve hikmet sende varsa, hem eğer biz meyve olduğumuz küre-i arza ve çekirdek olduğumuz âleme tasarruf ede-

sh: » (S: 632)

cek ve hayatımıza lâzım maddeleri mizan-ı hikmetle aktar-ı âlemden bize gönderecek bir muhit kudret ve şamil bir hikmet sende varsa, ve yüzümüzdeki sikke-i kudret bir olan bütün gitmiş ve gelecek emsalimizi icad edecek bir iktidar sende varsa; belki bana rubûbiyet dâva edebilirsin. Yoksa haydi sus! Benim nev'imdeki karmakarışıklığa bakıp parmak karıştırabilirim deme. Çünki intizâm mükemmeldir. O karmakarışık zannettiğin vaziyetler, kudretin kader kitabına göre Kemâl-i intizâm ile bir istinsahtır. Çünki bizden çok aşağı olan ve bizim taht-ı nezaretimizde bulunan hayvanat ve nebâtatın Kemâl-i intizâmları gösteriyor ki, bizdeki karışıklıklar bir nevi kitabettir.

Hiç mümkün müdür ki: Bir haliçenin her tarafına yayılan bir atkı ipini san'atkârane yerleştiren, haliçenin ustasından başkası olsun. Hem bir meyvenin mûcidi, ağacının mûcidinden başkası olsun. Hem çekirdeği icad eden, çekirdekli cismin sâniinden başkası olsun. Hem gözün kördür. Yüzümdeki mu'cizât-ı kudreti, mahiyetimizdeki havarik-ı fıtratı görmüyorsun. Eğer görsen, anlarsın ki: Benim Sâniim öyle bir zâttır ki, hiçbir şey ondan gizlenemez, hiçbir şey ona nazlanıp ağır gelemez. Yıldızlar, zerreler kadar ona kolay gelir. Bir baharı bir çiçek kadar sühuletle icad eder. Koca kâinatın fihristesini, Kemâl-i intizâmla benim mahiyetimde derceden bir zâttır. Böyle bir zâtın san'atına senin gibi câmid, âciz ve kör, sağır parmak karıştırabilir mi? Öyle ise, sus! Def'ol git!" der onu tardeder.

Sonra o müddeî gider zeminin yüzüne serilen geniş haliçeye ve zemine giydirilen gâyet müzeyyen ve münakkaş gömleğe esbab namına ve tabiat lisanıyla ve felsefe diliyle der ki: "Sende tasarruf edebilirim ve sana mâlikim veya sende hissem var" diye dâva eder. O vakit o gömlek, (Haşiye) o haliçe, hak ve hakikat namına, lisan-ı hikmetle o müddeîye der ki: "Eğer seneler, karnlar adedince yere giydirilip sonra intizâm ile çıkarılıp geçmiş zamanın ipine asılan ve yeniden giydirilecek ve Kemâl-i intizâm ile kader dairesinde proğramları ve biçimleri çizilen ve tâyin olunan ve gelecek zamanın şeridine takılan ve intizâmlı ve hikmetli, ayrı ayrı nakışları bulunan bütün gömlekleri, haliçeleri dokuyacak, icad ede-

_________________________
(Haşiye): Fakat şu haliçe hem hayattardır, hem intizâmlı bir ihtizazdadır. Her vakit nakışları Kemâl-i hikmet ve intizâm ile tebeddül eder. Tâ ki nessacının muhtelif cilve-i Esmâsını ayrı ayrı göstersin.

sh: » (S: 633)

cek kudret ve san'at sende varsa, hem hilkat-i arzdan tâ harab-ı arza kadar, belki ezelden ebede kadar ulaşacak, hikmetli, kudretli iki mânevî elin varsa ve bütün atkılarımdaki bütün ferdleri icad edecek Kemâl-i intizâm ve hikmetle tamir ve tecdid edecek sende bir iktidar ve hikmet varsa, hem bizim modelimiz ve bizi giyen ve bizi kendine peçe ve çarşaf yapan küre-i arzı elinde tutup mûcid olabilirsen, bana rubûbiyet dâva et. Yoksa haydi dışarıya! Bu yerde yer bulamazsın. Hem bizde öyle bir sikke-i vahdet ve öyle bir turra-i ehadiyet vardır ki, bütün kâinat kabza-i tasarrufunda olmayan ve bütün eşyayı, bütün şuunatıyla birden görmeyen ve nihayetsiz işleri beraber yapamayan ve her yerde hâzır ve nâzır bulunmayan ve mekândan münezzeh olmayan ve nihayetsiz hikmet ve ilim ve kudrete mâlik olmayan bize sahib olamaz ve müdahale edemez."

Sonra o müddeî gider. "Belki küre-i arzı kandırıp orada bir yer bulurum" der. Gider, küre-i arza (Haşiye-1) yine esbab namına ve tabiat lisanıyla der ki: "Böyle serseri gezdiğinden, sahipsiz olduğunu gösteriyorsun. Öyle ise, sen benim olabilirsin." O vakit küre-i arz, hak namına ve hakikat diliyle, gök gürültüsü gibi bir sada ile ona der ki: "Haltetme... Ben, nasıl serseri, sahipsiz olabilirim? Benim elbisemi ve elbisemin içindeki en küçük bir noktayı, bir ipi intizâmsız bulmuş musun ve hikmetsiz ve san'atsız görmüş müsün ki, bana sahipsiz, serseri dersin. Eğer hareket-i seneviyem ile takriben yirmibeş bin senelik (Haşiye-2) bir mesâfede, bir senede gezdiğim ve Kemâl-i mizan ve hikmetle vazife-i hizmetimi gördüğüm o daire-i azîmeye hakikî mâlik olabilirsen ve kardeşlerim ve benim gibi vazifedâr olan on seyyareye ve gezdikleri bütün dairelere ve bizim imamımız ve biz onunla bağlı ve cazibe-i rahmetle ona ta

_________________________

(Haşiye-1): Elhasıl: Zerre, o müddeîyi küreyvat-ı hamraya havale eder. Küreyvat-ı hamra onu hüceyreye, hüceyre dahi beden-i insana, beden-i insan ise nev-i insana, nev-i insan onu zîhayat enva'ından dokunan arzın gömleğine, arzın gömleği dahi küre-i arza, küre-i arz onu güneşe, güneş ise bütün yıldızlara havale eder. Herbiri der: "Git, benden yukarıdakini zabtedebilirsen sonra gel benim zabtıma çalış. Eğer onu mağlub etmezsen, beni ele geçiremezsin."

Demek, bütün yıldızlara sözünü geçiremiyen, birtek zerreye rubûbiyetini dinletemez.

(Haşiye-2): Bir dairenin takriben nısf-ı kutru, yüzseksen milyon kilometre olsa; o daire (kendisi) takriben yirmibeş bin senelik mesâfe olur

sh: » (S: 634)

kılı olduğumuz güneşi icad edip, yerleştirecek ve sapan taşı gibi beni ve seyyarat yıldızları ona bağlayacak ve Kemâl-i intizâm ve hikmetle döndürüp istihdam edecek bir nihayetsiz hikmet ve nihayetsiz kudret sende varsa, bana rubûbiyet dâva et, yoksa haydi cehennem ol, git! Benim işim var. Vazifeme gidiyorum. Hem bizlerdeki haşmetli intizâmat ve dehşetli harekât ve hikmetli teshirat gösteriyor ki, bizim ustamız öyle bir zâttır ki; bütün mevcûdât, zerrelerden yıldızlara ve güneşlere kadar emirber nefer hükmünde ona muti' ve müsahhardırlar. Bir ağacı, meyveleriyle tanzim ve tezyin ettiği gibi, kolayca güneşi, seyyaratla tanzim eder bir Hakîm-i Zülcelâl ve Hâkim-i Mutlak'tır."

Sonra o müddeî, yerde yer bulamadığı için gider güneşe. Kalbinden der ki: "Bu çok büyük bir şeydir, belki içinde bir delik bulup, bir yol açarım. Yeri de müsahhar ederim." Güneşe şirk namına ve şeytanlaşmış felsefe lisanıyla, mecusîlerin dedikleri gibi der ki: "Sen bir sultansın, kendi kendine mâliksin, istediğin gibi tasarruf edersin." Güneş ise, Hak namına ve hakikat lisanıyla ve hikmet-i İlahiye diliyle ona der: "Hâşâ yüzbin defa hâşâ ve kellâ!.. Ben müsahhar bir memurum. Seyyidimin misafirhanesinde bir mumdarım. Bir sineğe, belki bir sineğin kanadına dahi hakikî mâlik olamam. Çünki sineğin vücudunda öyle mânevî cevherler ve göz, kulak gibi antika san'atlar var ki; benim dükkânımda yok. Daire-i iktidarımın haricindedir." der, müddeîyi tekdir eder.

Sonra o müddeî döner, firavunlaşmış felsefe lisanıyla der ki: "Mâdem kendine mâlik ve sahib değilsin, bir hizmetkârsın; esbab namına benimsin." der. O vakit güneş, hak ve hakikat namına ve ubûdiyet lisanıyla der ki: "Ben öyle birinin olabilirim ki; bütün emsalim olan ulvî yıldızları icad eden ve semâvatında Kemâl-i hikmetle yerleştiren ve Kemâl-i haşmetle döndüren ve Kemâl-i zînetle süslendiren bir zât olabilir."

Sonra o müddeî, kalbinden der ki: "Yıldızlar çok kalabalıktırlar. Hem dağınık, karmakarışık görünüyorlar. Belki onların içinde, müekkillerim namına birşey kazanırım." der. Onların içine girer. Onlara esbab namına, şerikleri hesabına ve tuğyan etmiş felsefe lisanıyla, nücumperest olan sabiiyyunların dedikleri gibi der ki: "Sizler, pekçok dağınık olduğunuzdan, ayrı ayrı hâkimlerin taht-ı hükmünde bulunuyorsunuz." O vakit yıldızlar namına bir yıl

sh: » (S: 635)

dız der ki: "Ne kadar sersem, akılsız ve ahmak ve gözsüzsün ki; bizim yüzümüzdeki sikke-i vahdeti ve turra-i ehadiyeti görmüyorsun, anlamıyorsun. Ve bizim nizâmat-ı âliyemizi ve kavanin-i ubûdiyetimizi bilmiyorsun. Bizi intizâmsız zannediyorsun. Bizler öyle bir zâtın san'atıyız ve hizmetkârlarıyız ki, bizim denizimiz olan semâvatı ve şeceremiz olan kâinatı ve mesiregâhımız olan nihayetsiz fezâ-yı âlemi kabza-i tasarrufunda tutan bir Vâhid-i Ehad'dir. Bizler donanma elektrik lâmbaları gibi, onun Kemâl-i rubûbiyetini gösteren nurani şahidleriz ve saltanat-ı rubûbiyetini ilân eden ışıklı bürhânlarız. Herbir taifemiz onun daire-i saltanatında ulvî, süflî, dünyevî, berzahî, uhrevî menzillerde haşmet-i saltanatını gösteren ve ziya veren nurani hizmetkârlarız.

Evet herbirimiz kudret-i Vâhid-i Ehad'in birer mu'cizesi ve şecere-i hilkatin birer muntâzam meyvesi ve vahdâniyetin birer münevver bürhânı ve Melâikelerin birer menzili, birer tayyaresi, birer mescidi ve avalim-i ulviyenin birer lâmbası, birer güneşi ve saltanat-ı rubûbiyetin birer şahidi ve fezâ-yı âlemin birer zîneti, birer kasrı, birer çiçeği ve semâ denizinin birer nurani balığı ve gökyüzünün birer güzel gözü (Haşiye) olduğumuz gibi, heyet-i mecmuamızda sükûnet içinde bir sükût ve hikmet içinde bir hareket ve haşmet içinde bir zînet ve intizâm içinde bir hüsn-ü hilkat ve mevzuniyet içinde bir Kemâl-i san'at bulunduğundan Sâni'-i Zülcelâlimizi, nihayetsiz diller ile vahdetini, ehadiyetini, samediyetini ve evsaf-ı cemâl ve celal ve Kemâlini bütün kâinata ilân ettiğimiz halde, bizim gibi nihayet derecede safi, temiz, muti', müsahhar hizmetkârları, karmakarışıklık ve intizâmsızlık ve vazifesizlik hattâ sahibsizlik ile ittiham ettiğinden tokata müstehaksın." der. O müddeînin yüzüne recm-i şeytan gibi, bir yıldız öyle bir tokat vurur ki, yıldızlardan tâ cehennemin dibine onu atar. Ve beraberinde

_______________________________

(Haşiye): Cenâb-ı Hakk'ın acaib-i masnuatına bakıp, temaşa edip ve ettiren işaretleriz. Yâni: Semâvat, hadsiz gözlerle zemindeki acaib-i san'at-ı İlahiyeyi temaşa eder gibi görünüyor. Semânın Melâikeleri gibi, yıldızlar dahi mahşer-i acaib ve garâib olan arza bakıyorlar ve zîşuurları dikkatle baktırıyorlar, demektir.

sh: » (S: 636)

olan tabiatı (Haşiye) evham derelerine ve tesadüfü adem kuyusuna ve şerikleri, imtina' ve muhaliyet zulümatına ve din aleyhindeki felsefeyi, esfel-i safilînin dibine atar. Bütün yıldızlarla beraber o yıldız لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ اِلاَّ اللّهُ لَفَسَدَتَا ferman-ı kudsîsini okuyorlar. Ve "Sinek kanadından tut, tâ semâvat kandillerine kadar, bir sinek kanadı kadar şerike yer yoktur ki, parmak karıştırsın" diye ilân ederler.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ سِرَاجِ وَحْدَتِكَ فِى كَثْرَةِ مَخْلُوقَاتِكَ وَ دَلاَّلِ وَحْدَانِيَّتِكَ فِى مَشْهَرِ كَائِنَاتِكَ وَ

 

عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

* * *

__________________________

(Haşiye): Fakat sukuttan sonra tabiat tövbe etti. Hakikî vazifesi, tesir ve fiil olmadığını, belki kabûl ve infial olduğunu anladı. Ve kendisi kader-i İlahînin bir nevi defteri -fakat tebeddül ve tegayyüre kabil bir defteri- ve kudret-i Rabbâniyenin bir nevi proğramı ve Kadîr-i Zülcelâl'in bir nevi fıtrî şeriatı ve bir nevi mecmua-i kavanini olduğunu bildi. Kemâl-i acz ve inkıyad ile vazife-i ubûdiyetini takındı. Ve fıtrat-ı İlahiye ve san'at-ı Rabbâniye ismini aldı.

sh: » (S: 637)

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

فَانْظُرْ اِلَى اَثَارِ رَحْمَةِ اللَّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا

âyetinin ezelî bağından, bir çiçeğine işaret eden Arabî fıkralardır.

حَتَّى كَاَنَّ الشَّجَرَ الْمُزَهَّرَةَ قَصِيدَةٌ مَنْظُومَةٌ مُحَرَّرَةٌ ..

 

وَ تُنْشِدُ لِلْفَاطِرِ الْمَدَائِحَ الْمُبَهَّرَةَ اَوْ فَتَحَتْ بِكَثْرَةٍ عُيُونُهَا الْمُبَصَّرَةَ .. لِتُنْظِرَ للِصَّانِعِ الْعَجَائِبَ

 

الْمُنَشَّرَةَ اَوْ زَيَّنَتْ لِعِيدِِهَا اَعْضَائَهَا الْمُخَضَّرَةِ..

 

لِيَشْهَدَ سُلْطَانُهَا آثَارَهُ الْمُنَوَّرَةَ وَ تُشْهِرَ فِى الْمَحْضَرَةِ مُرَصَّعَاتِ الْجَوْهَرِ

 

وَ تُعْلِنَ لِلْبَشَرِ حِكْمَةَ خَلْقِ الشَّجَرِ بِكَنْزِهَا الْمُدَخَّرِ مِنْ جُودِ رَبِّ الثَّمَرِ..

 

سُبْحَانَهُ مَا اَحْسَنَ اِحْسَانَهُ مَا اَزْيَنَ بُرْهَانَهُ مَا اَبْيَنَ تِبْيَانَهُ..

 

خَيَالْ بِينَدْ اَزِينْ اَشْجَارْ مَلاَئِكْ رَا جَسَدْ آمَدْ سَمَاوِى بَا هَزَارَانْ نَىْ .. اَزِينْ نَيْهَا شُنِيدَتْ هُوشْ سِتَايِشْهَاىِ ذَاتِ حَىْ ..

 

وَرَقْهَا رَازَبَانْ دَارَنْد هَمَه هُو هُوذِكْرْ آرَنْدْ بَدَرْ مَعْنَاىِ حَىُّ حَىْ .. ُو

 

لاَ اِلهَ اِلاَّ هُو بَرَابَرْ مِيزَنْدْ هَرْشَىْ

 

..دَمَا دَمْ جُويَدَنْدْ يَا حَقْ سَرَاسَرْ كُويَدَنْدْ يَا حَىْ بَرَابَرْ مِيزَانَنْدْ اَللّهْ

sh: » (S: 638)

وَ نَزّلْنَا مِنَ السّمَاءِ مَاءً مُبَارَكًا

Arabî fıkranın tercümesi :

Yâni: Güya çiçek açmış herbir ağaç, güzel yazılmış manzum bir kasidedir ki; o kaside Fâtır-ı Zülcelâl'in medâyih-i bâhiresini inşad edip, şâirane lisan-ı hal ile söylüyor. Veyahut o çiçek açmış herbir ağaç, binler bakar ve baktırır gözlerini açmış, tâ Sâni'-i Zücelal'in neşir ve teşhir olunan acaib-i san'atını bir-iki gözle değil, belki binler gözlerle baksın; tâ ehl-i dikkati öyle baktırsın. Veyahut o çiçek açan herbir ağaç, umumî bayram olan baharın içindeki hususî bayramında ve resm-i geçit-misâl bir anda yeşillenmiş a'zalarını en süslü müzeyyenatla süslemiş. Tâ ki, onun Sultan-ı Zülcelâl'i, ona ihsan ettiği hedâyayı ve letâifi ve âsâr-ı nuraniyesini müşahede etsin. Hem meşher-i san'at-ı İlahiye olan zeminin yüzünde ve bahar mevsiminde, murassaat-ı rahmetini enzar-ı halka teşhir etsin. Ve şecerin hikmet-i hilkatini beşere ilân etsin. İncecik dallarında ne kadar mühim hazineler bulunduğunu ve ihsanat-ı Rahmâniyenin meyvelerinde ne derece mühim defineler var olduğunu göstermekle Kemâl-i kudret-i İlahiyeyi göstersin.

* * *

sh: » (S: 639)

BİRİNCİ MEVKIF'IN KÜÇÜK BİR ZEYLİ

فَاسْتَمِعْ آيَةَ :

 

اَفَلَمْ يَنْظُرُوا اِلَى السَّمَاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَ زَيَّنَّاهَا...الخ.

 

ثُمَّ انْظُرْ اِلَى وَجْهِ السَّمَاءِ كَيْفَ تَرَى سُكُوتًا فِى سُكُونَةٍ

 

حَرَكَةً فِى حِكْمَةٍ

 

تَلَئْلاُءً فِى حِشْمَةٍ تَبَسُّمًا فِى زِينَةٍ

 

مَعَ اِنْتظَامِ الْخِلْقَةِ مَعَ اِتِّزَانِ الصَّنْعَةِ

 

تَشَعْشُعُ سِرَاجِهَا تَهَلْهُلُ مِصْبَاحِهَا تَلئْلُؤُ نُجُومِهَا تُعْلِنُ ِلاَهْلِ النُّهَا سَلْطَنَةً بِلاَ اِنْتِهَاءٍ

 

اَفَلَمْ يَنْظُرُوا اِلَى السَّمَاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَ زَيَّنَّاهَا...الخ.Bu âyetin bir nevi tercümesi olan ثُمَّ انْظُرْ اِلَى وَجْهِ السَّمَاءِ كَيْفَ تَرَى سُكُوتًا فِى سُكُونَةٍ tercümesidir. Yâni âyet-i kerime nazar-ı dikkati semânın zînetli ve güzel yüzüne çeviriyor. Tâ dikkat-i nazar ile, semânın yüzünde fevkalâde sükûnet içinde bir sükûtu görüp, bir Kadîr-i Mutlak'ın emir ve teshiriyle o vaziyeti aldığını anlasın. Yoksa eğer başıboş olsa idiler, birbiri içinde o dehşetli hadsiz ecram, o gâyet büyük küreler ve gâyet sür'atli hareketleriyle öyle bir velveleyi çıkarmak lâzım idi ki, kâinatın kulağını sağır edecekti. Hem öyle bir zelzele-i herc ü merc içinde karışıklık olacaktı ki, kâinatı dağıtacaktı. Yirmi

sh: » (S: 640)

camus, birbiri içinde hareket etse ne kadar velveleli bir herc ü merce sebebiyet verdiği mâlûm. Halbuki Küre-i Arz'dan bin defa büyük ve top güllesinden yetmiş defa sür'atli hareket edenler, yıldızlar içerisinde var olduğunu kozmoğrafya söylüyor. İşte sükûnet içindeki sükût-u ecramdan Sâni'-i Zülcelâl'in ve Kadîr-i ZülKemâl'in derece-i kudret ve teshirini ve nücumun ona derece-i inkıyad ve itaatini anla.

حَرَكَةً فِى حِكْمَةٍ Hem semânın yüzünde, hikmet içinde bir hareketi görmeyi âyet emrediyor. Evet gâyet acib ve azîm o harekât, gâyet dakik ve geniş hikmet içindedir. Nasılki bir fabrikanın çarklarını ve dolaplarını bir hikmet içinde çeviren bir san'atkâr, fabrikanın âzamet ve intizâmı derecesinde derece-i san'at ve meharetini gösterir. Öyle de: Koca Güneşe, seyyarat ile beraber fabrika vaziyetini veren ve o müdhiş azîm küreleri sapan taşları misillü ve fabrika çarkları gibi etrafında döndüren bir Kadîr-i Zülcelâl'in derece-i kudret ve hikmeti, o nisbette nazara tezahür eder.

تََلََئْلاُءً فِى حِشْمَةٍ تَبَسُّمًا فِى زِينَةٍ Yâni: Hem semâvat yüzünde, öyle bir haşmet içinde bir parlamak ve bir zînet içinde bir tebessüm var ki; Sâni'-i Zülcelâl'in ne kadar muazzam bir saltanatı, ne kadar güzel bir san'atı olduğunu gösterir. Donanma günlerinde kesretli elektrik lâmbaları, sultanın derece-i haşmetini ve terakkiyat-ı medeniyede derece-i Kemâlini gösterdiği gibi; koca semâvat o haşmetli, zînetli yıldızlarıyla Sâni'-i Zülcelâl'in Kemâl-i sanltanatını ve cemâl-i san'atını, öylece nazar-ı dikkate gösteriyorlar.

مَعَ اِنْتظَامِ الْخِلْقَةِ مَعَ اِتِّزَانِ الصَّنْعَةِ Hem diyor ki: Semânın yüzündeki mahlukatın intizâmını, dakik mizanlar içinde masnuatın mevzuniyetini gör ve anla ki: Onların Sânii ne kadar Kadîr ve ne kadar Hakîm olduğunu bil. Evet muhtelif ve küçük cirimleri veyahut hayvanları döndüren ve bir vazife için çeviren ve bir mizan-ı mahsus ile, herbirini muayyen bir yolda sevkeden bir zâtın derece-i iktidar ve hikmetini ve hareket eden cirimlerin ona derece-i itaat ve müsahhariyetlerini gösterdikleri gibi, koca semâvat o dehşetli âzametiyle hadsiz yıldızlarıyla ve o yıldızlar da dehşetli

sh: » (S: 641)

büyüklükleriyle ve gâyet şiddetli hareketleriyle beraber, zerre miktar ve bir saniyecik kadar hududlarından tecavüz etmemeleri, bir âşire-i dakika kadar vazifelerinden geri kalmamaları, Sâni'-i Zülcelâllerinin ne kadar dakik bir mizan-ı mahsus ile rubûbiyetini icra ettiğini nazar-ı dikkate gösterirler. Hem de şu âyet gibi Sûre-i Amme'de ve sâir âyetlerde Beyân olunan teshir-i Şems ve Kamer ve nücumla işaret ettiği gibi:

تَشَعْشُعُ سِرَاجِهَا تَهَلْهُلُ مِصْبَاحِهَا تَلئْلُؤُ نُجُومِهَا تُعْلِنُ ِلاَهْلِ النُّهَا سَلْطَنَةً بِلاَ اِنْتِهَاءٍ Yâni: Semânın müzeyyen tavanına, güneş gibi ışık verici, ısındırıcı bir lâmbayı takmak; gece gündüz hatlarıyla, kış yaz sahifelerinde mektûbât-ı Samedâniyeyi yazmasına bir nur hokkası hükmüne getirmek ve yüksek minare ve kulelerdeki büyük saatların parlayan akrebleri misillü, kubbe-i semâda Kameri, zamanın saat-ı kübrâsına bir akreb yapmak; mütefavit çok hilâller Sûretinde her geceye güya ayrı bir hilâl bırakıp, sonra dönüp kendine toplamak, menzillerinde Kemâl-i mizanla, dakik hesabla hareket ettirmek ve kubbe-i semâda parlayan, tebessüm eden yıldızlarla, göğün güzel yüzünü yaldızlamak, elbette nihayetsiz bir saltanat-ı rubûbiyetin şeairidir. Zîşuura, onu iş'ar eden muhteşem bir ulûhiyetin işaratıdır. Ehl-i fikri, imânâ ve tevhide davet eder.

Bak kitab-ı kâinatın safha-i rengînine

Hâme-i zerrîn-i kudret, gör ne tasvir eylemiş.

Kalmamış bir nokta-i muzlim, çeşm-i dil erbabına

Sanki âyâtın Huda, nur ile tahrir eylemiş.

Bak, ne mu'ciz-i hikmet, iz'anrubâ-yı kâinat;

Bak, ne âlî bir temaşadır fezâ-yı kâinat;

Dinle de yıldızları, şu hutbe-i şirinine,

Name-i nurîn-i hikmet, bak ne takrir eylemiş.

Hep beraber nutka gelmiş, hak lisanıyla derler:

Bir Kadîr-i Zülcelâl'in haşmet-i sultanına

Birer bürhân-ı nur-efşanız vücub-u Sânia, hem vahdete, hem kudrete şahidleriz biz.

Şu zeminin yüzünü yaldızlayan nazenin mu'cizâtı çün melek seyranına

sh: » (S: 642)

Bu semânın arza bakan, Cennet'e dikkat eden, binler müdakkik gözleriz biz.

Tûbâ-yı hilkatten semâvat şıkkına, hep kehkeşan ağsanına

Bir Cemil-i Zülcelâl'in dest-i hikmetiyle takılmış, binler güzel meyveleriz biz.

Şu semâvat ehline birer mescid-i seyyar, birer hâne-i devvar, birer ulvî aşiyane,

Birer misbah-ı nevvar, birer gemi-i cebbar, birer tayyareyiz biz.

Bir Kadîr-i ZülKemâl'in, bir Hakîm-i Zülcelâl'in, birer mu'cize-i kudret, birer hârika-i san'at-ı Hâlıkane,

Birer nadire-i hikmet, birer dâhiye-i hilkat, birer nur âlemiyiz biz.

Böyle yüzbin dil ile, yüzbin bürhân gösteririz, işittiririz insan olan insana,

Kör olası dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü. Hem işitmez sözümüzü. Hak söyleyen âyetleriz biz.

Sikkemiz bir, turramız bir, Rabbimize müsahharız, müsebbihiz abîdane

Zikrederiz, kehkeşanın halka-i kübrâsına mensub birer meczublarız biz...

* * *

sh: » (S: 643)

İKİNCİ MEVKIF

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

قُلْ هُوَ اللّهُ اَحَدٌ اَللّهُ الصَّمَدُ

Şu mevkıfın üç maksadı var:

BİRİNCİ MAKSAD

(Bir yıldızın tokatıyla yere sukut eden ehl-i şirk ve dalaletin vekili, zerrelerden yıldızlara kadar hiçbir yerde zerre miktar şirke yer bulamadığından, o tarzdaki dâvadan vazgeçip, fakat şeytan gibi, vahdete dair teşkikat yapmak için üç mühim sual ile, ehadiyete ve vahdete dair ehl-i tevhide vesvese yapmak istedi.)

BİRİNCİ SUAL: Zındıka lisanıyla diyor ki: "Ey ehl-i Tevhid! Ben, kendi müekkillerim namına bir şey bulamadım, mevcûdâtta bir hisse çıkaramadım, mesleğimi isbat edemedim. Fakat siz ne ile nihayetsiz bir kudret sahibi bir Vâhid-i Ehad'i isbat ediyorsunuz? Neden onun kudretiyle beraber başka eller karışmasını kabil görmüyorsunuz?"

ELCEVAB: Yirmiikinci Söz'de kat'î isbat edilmiş ki; bütün mevcûdât, bütün zerrat, bütün yıldızlar, herbiri Vâcib-ül Vücud'un ve Kadîr-i Mutlak'ın vücub-u vücuduna birer bürhân-ı neyyirdir. Bütün kâinattaki silsilelerin herbiri, onun vahdâniyetine birer delil-i kat'îdir. Kur'an-ı Hakîm hadsiz bürhânlarında isbat ettiği gibi, umumun nazarına en zâhir bürhânları daha ziyade zikreder. Ezcümle:

وَلَئِنْ سَاََلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ لَيَقُولُنَّ اللّهُ { وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ

gibi pekçok âyâtla, Kur'an-ı Hakîm; hilkat-ı arz ve semâvatı, vah-

sh: » (S: 644)

daniyete bedâhet derecesinde bir bürhân gösteriyor ki, ister istemez zîşuur olan her adam, hilkat-ı arz ve semâvatta bizzarure Hâlık-ı Zülcelâlini tasdik etmeğe mecburdur ki, لَيَقُولُنَّ اللّهُ der.

Birinci Mevkıf'ta nasıl bir zerreden başladık, tâ yıldızlara ve semâvata kadar sikke-i tevhidi gösterdik. Kur'an-ı Hakîm şu nevi âyâtla, yıldızlardan ve semâvattan tutup, tâ zerrelere kadar, şirki tard eder. Şöyle işaret eder ve mânen der:

Semâvat ve arzı böyle muntâzam halkeden bir Kadîr-i Mutlak'ın, elbette devair-i masnuatından olan manzume-i şemsiye bilbedâhe onun kabza-i tasarrufundadır. Mâdem o Kadîr-i Mutlak, şemsi seyyaratıyla kabza-i tasarrufunda tutuyor ve tanzim ve teshir ve tedvir ediyor. Elbette o manzume-i şemsiyenin bir cüz'ü ve şems ile bağlanan küre-i arz dahi kabza-i tasarrufunda ve tedbir ve tedvirindedir. Mâdem küre-i arz, kabza-i tasarrufunda ve tedbir ve tedvirindedir; bilbedâhe arzın yüzünde yazılan ve icad edilen ve yerin meyveleri ve gayâtı hükmünde olan masnuat dahi, onun kabza-i rubûbiyetinde ve terbiyesindedir. Mâdem bütün zeminin yüzüne serilen ve serpilen ve yüzünü yaldızlayan ve zînetlendiren ve her zaman tazelenen, gelip giden ve zemin onlarla dolup boşalan umum masnuat, kabza-i kudret ve ilmindedir ve adl ü hikmetinin mizanıyla ölçülüp ve tanzim edilir. Mâdem bütün enva', onun kabza-i kudretindedir. Elbette o enva'ın muntâzam ve mükemmel ferdleri ve âlemin küçük misâl-i Mûsaggarları ve enva'-ı kâinatın blançoları ve kitab-ı âlemin küçücük fihristeleri hükmünde olan cüz'î ferdleri, bilbedâhe onun kabza-i rubûbiyetinde ve icadındadır ve tedvir ve terbiyesindedir. Mâdem herbir zîhayat, kabza-i tedbir ve terbiyesindedir. Elbette o zîhayatın vücudunu teşkil eden hüceyrat ve küreyvat ve a'za ve asab; bilbedâhe onun kabza-i ilim ve kudretindedir. Mâdem herbir hüceyre ve kandaki herbir küreyvat, onun taht-ı emrindedir ve daire-i tasarrufundadır ve onun kanunuyla hareket ederler. Elbette bütün bunların madde-i esâsiyesi ve bütün onlardaki nakş-ı san'ata ve nesc-i nakşa mekikler ve yaylar hükmünde olan zerrat dahi bizzarure onun kabza-i kudretinde ve daire-i ilmindedir ve onun emriyle, izniyle, kuvvetiyle muntâzam harekât yapar, mükemmel vezaif görürler. Mâdem herbir zerrenin hareketi ve vazife görmesi, onun kanunuyla, izniyle, emriyledir. Elbette teşahhusat-ı vechiye ve herkesin yüzünde herkesten onu temyiz edecek birer

sh: » (S: 645)

alâmet-i farika bulunması ve sîmalar gibi seslerde, dillerde ayrı ayrı farklar bulunması, bilbedâhe onun ilim ve hikmetiyledir. İşte şu silsileye mebde' ve müntehayı zikrederek işaret eden şu âyete bak:

وَمِنْ اَيَاتِهِ خَلْقُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ اِنَّ فِى ذلِكَ َلآيَاتٍ لِلْعَالِمِينَ

Şimdi deriz: Ey ehl-i şirkin vekili! İşte silsile-i kâinat kadar kuvvetli bürhânlar, meslek-i tevhidi isbat eder. Ve bir Kadîr-i Mutlak'ı gösterir. Mâdem hilkat-ı semâvat ve arz, bir Sâni'-i Kadîr'i ve o Sâni'-i Kadîr'in nihayetsiz bir kudretini ve o nihayetsiz bir kudretin, nihayetsiz bir Kemâlde olduğunu gösterir. Elbette şeriklerden istiğna-yı mutlak var. Yâni, hiçbir cihette şeriklere ihtiyaç yok. İhtiyaç olmadığı halde neden bu zulümatlı meslekte gidiyorsunuz? Ne zorunuz var ki, oraya giriyorsunuz? Hem de şürekaya hiçbir ihtiyaç olmadığı ve kâinat onlardan müstağni-i mutlak oldukları halde, şerik-i ulûhiyet gibi, rubûbiyet ve icad şerikleri dahi mümteni'dirler, vücudları muhaldir. Çünki semâvat ve arzın Sâniindeki kudret hem nihayet Kemâlde, hem nihayetsiz olduğunu isbat ettik. Eğer şerik bulunsa, mütenahî diğer bir kudret, o nihayetsiz ve gâyet Kemâldeki kudreti mağlub edip, bir kısım yer zabtetmek ve ona nihayet vermek ve mânen âciz bırakıp, hadsiz olduğu halde tahdid etmek ve hiçbir mecburiyet olmadan bir mütenahî şey, nihayetsiz bir şeye, nihayetsiz olduğu bir vakitte nihayet vermek ve mütenahî yapmak lâzımgelir ki; bu, muhalatın en gayr-ı makulü ve mümteniatın en katmerlisidir.

Hem şerikler "müstağniyetün anha" ve "mümteniatün bizzât" yâni hiç onlara ihtiyaç olmadığı gibi, vücudları muhal oldukları halde onları dâva etmek, sırf tahakkümîdir. Yâni aklen, mantıkan, fikren o dâvayı ettirecek bir sebeb olmadığı için, mânâsız sözler hükmündedir. İlm-i Usûlce "tahakkümî" tâbir edilir. Yâni mânâsız dâva-yı mücerreddir. İlm-i Kelâm ve İlm-i Usûl'ün düsturlarındandır ki, denilir:

لاَ عِبْرَةَ لِْلاِحْتَِمَالِ الْغَيْرِ النَّاشِى عَنْ دَلِيلٍ وَ لاَ يُنَافِى اْلاِمْكَانُ الذَّاتِىُّ الْيَقِينَ الْعِلْمِيَّ

Yâni: Bir delilden, bir emâreden neş'et etmeyen bir ihtimalin

sh: » (S: 646)

ehemmiyeti yok. Kat'î ilme şek katmaz. Yakîn-i hükmîyi sarsmaz." Meselâ; zâtında Barla denizi, (yâni Eğirdir Gölü) imkân ve ihtimal var ki, pekmez olsun; yağa inkılab etmiş olsun. Fakat mâdem bir emâreden, o imkân ve ihtimal neş'et etmiyor; onun vücuduna ve su olduğuna, kat'î ilmimize, tesir etmez, şek ve vesvese vermez.

İşte bunun gibi, mevcûdâtın her tarafından, kâinatın her köşesinden sorduk: Birinci Mevkıf'ta gösterildiği gibi, zerrattan yıldızlara kadar ve İkinci Mevkıf'ta görüldüğü gibi; hilkat-ı semâvat ve arzdan, tâ sîmalardaki teşahhusata kadar hangi şeyden soruldu ise, lisan-ı hal ile vahdâniyete şehadet ve sikke-i tevhidi gösterdi. Sen de gördün... Öyle ise; kâinatın mevcûdâtında bir emâre yok ki, bir şirk ihtimali ona bina edilsin. Demek dâva-yı şirk, sırf tahakkümî ve mânâsız söz ve dâva-yı mücerred olduğundan; şirki iddia etmek, mahz-ı cehâlet, ayn-ı belahettir.

İşte ehl-i dalaletin vekili, buna karşı diyeceği kalmıyor. Yalnız diyor ki: "Şirke emâre, kâinattaki tertib-i esbabdır. Herşeyin bir sebeble bağlı olduğudur. Demek esbabın hakikî tesirleri vardır. Tesirleri varsa, şerik olabilirler?"

Elcevab: Meşiet ve hikmet-i İlahiyenin muktezasıyla ve çok Esmânın tezahür etmek istemesiyle; müsebbebat, esbaba rabtedilmiş. Herbir şey, bir sebeble bağlanmış. Fakat çok yerlerde ve müteaddid Sözlerde kat'î isbat etmişiz ki: "Esbabda hakikî tesir-i icadî yok." Şimdi yalnız bu kadar deriz ki: Esbab içinde, bilbedâhe en eşrefi ve ihtiyarı en geniş ve tasarrufatı en vasi', insandır. İnsanın dahi en zâhir ef'al-i ihtiyariyesi içinde en zâhiri; ekl ve kelâm ve fikirdir. Yâni: Yemek, söylemek, düşünmektir. Şu yemek, söylemek, düşünmek ise gâyet muntâzam, acib, hikmetli birer silsiledir. O silsilenin yüz cüz'ünden, insanın dest-i ihtiyarına verilen ancak bir cüz'üdür. Meselâ: Yemekten, bedenin tegaddi-i hüceyratından tut, tâ semeratın teşekkülüne kadar olan silsile-i ef'al içinde, insanın dest-i ihtiyarına verilen yalnız ağızdaki dişlerin değirmenini tahrik edip onu çiğnemektir. Ve söylemek silsilesinden yalnız meharic-i huruf kalıplarına, havayı sokup çıkarmaktır. Halbuki ağzında birtek kelime, bir çekirdek gibi iken, bir ağaç hükmündedir. Hava içinde milyonlar aynı kelime gibi meyveler verir. Milyonlarla dinleyenlerin kulaklarına girer. Bu misâlî sünbüle, insandaki hayalin eli ancak yetişebilir. İhtiyarın kısacık eli, nasıl yetişir?

sh: » (S: 647)

Mâdem esbab içinde en eşrefi ve en ziyade ihtiyar sahibi olan insan, böyle hakikî icaddan eli bağlansa, sâir cemadat ve behimat ve anasır ve tabiat; nasıl hakikî mutasarrıf olabilirler? Yalnız o esbab, birer zarftır ve masnuat-ı Rabbâniyeye bir kılıftırlar ve hedâya-yı Rahmâniyeye birer tablacıdırlar. Elbette bir padişahın hediyesinin kabı veya hediyeye sarılan mendil veyahut hediye eline verilip getiren nefer, o padişahın saltanatına şerik olamazlar. Ve onları şerik tevehhüm eden, saçma bir hezeyan eder. Öyle de esbab-ı zâhiriye ve vesait-i suriyenin, rubûbiyet-i İlahiyeden hiçbir cihette hisseleri olamaz. Hizmet-i ubûdiyetten başka nasibleri yoktur.

İKİNCİ MAKSAD

Ehl-i şirkin vekili, meslek-i şirki hiçbir cihette isbat edemediğinden ve onun isbatından me'yus kaldığından; ehl-i tevhidin mesleğini, teşkikatıyla ve şübheleriyle tahrib etmeğe çalışmak istediğinden; şöyle ikinci bir sual ediyor. Diyor ki:

Ey ehl-i tevhid! Siz diyorsunuz ki: قُلْ هُوَ اللّهُ اَحَدٌ اَللّهُ الصَّمَدُ Hâlık-ı âlem birdir; Ehaddir, Sameddir. Hem, herşeyin Hâlıkı odur. Ehadiyet-i zâtiyesiyle beraber doğrudan doğruya herşeyin dizgini onun elinde; herşeyin anahtarı kabzasında, herşeyin nasiyesini tutuyor; bir iş bir işe mâni olmuyor. Bütün eşyada, bütün ahvâliyle bir anda tasarruf edebilir." Böyle acib bir hakikata nasıl inanılabilir? Müşahhas bir tek zât, nihayetsiz yerlerde, nihayetsiz işleri külfetsiz yapabilir mi?

ELCEVAB: Şu suale, gâyet derin ve ince ve gâyet yüksek ve geniş olan bir sırr-ı Ehadiyet ve Samediyetin Beyânıyla cevab verilir. Fikr-i beşer ise o sırra, ancak bir temsil dürbünüyle ve mesel rasadıyla bakabilir. Cenâb-ı Hakk'ın zât ve sıfâtında misil ve misâli yok. Fakat mesel ve temsil ile bir derece şuunatına bakılabilir. İşte biz de, temsilât-ı maddiye ile o sırra işaret edeceğiz.

Birinci Temsil: Şöyle ki: Onaltıncı Söz'de isbat edildiği gibi: Birtek zât-ı müşahhas, muhtelif âyineler vasıtasıyla külliyet kesbeder. Bir cüz'i-yi hakikî iken, şuunat-ı kesîreye mâlik bir küllî hükmüne geçer. Evet nasıl cismanî şeylere cam ve su gibi maddeler âyine olup, cismanî birtek şey, o âyinelerde bir külliyet kesbeder. Öyle de: Nurani şeylere ve ruhaniyata dahi, hava ve esîr

sh: » (S: 648)

ve âlem-i misâlin Bâzı mevcûdâtı, âyineler hükmünde ve berk ve hayal sür'atinde birer vasıta-i seyr ü seyahat Sûretine geçerler ki, o nuraniler ve o ruhânîler, hayal sür'atiy le o meraya-yı nazifede ve o menazil-i lâtifede gezerler. Bir anda binler yerlere girerler. Ve her âyinede, nurani oldukları ve akisleri onların aynı ve onların hâsiyetine mâlik oldukları için, cismâniyetin aksine olarak, her yerde bizzât bulunur gibi hükmederler. Kesif cismânilerin akisleri ve misâlleri, o cismâniyetin aynları olmadığı gibi, hâsiyetine dahi mâlik değil, ölü sayılırlar. Meselâ: Güneş, müşahhas bir cüz'î olduğu halde, parlak eşya vasıtasıyla bir küllî hükmüne geçer. Zemin yüzündeki bütün parlak şeylere, hattâ herbir katre suya ve cam zerreciklerine birer aksini, bir misâlî güneşi, onların kabiliyetine göre verir. Güneşin hararet ve ziyası ve ziyasındaki yedi rengi ve zâtının bir nevi misâli, herbir parlak cisimde bulunur. Faraza güneşin ilmi, şuuru bulunsa idi; her âyine onun bir nevi menzili ve tahtı ve iskemlesi hükmünde olup, her şeyle bizzât temas eder, her zîşuurla âyineleri vasıtasıyla, hattâ gözbebeğiyle birer telefon hükmünde muhabere edebilirdi. Bir şey, bir şeye mâni olmazdı. Bir muhabere, bir muhabereye sed çekmezdi. Her yerde bulunmakla beraber, hiçbir yerde bulunmazdı.

Acaba: Bir zâtın binbir isminden yalnız Nur isminin maddî ve cüz'î ve câmid bir âyinesi hükmünde olan güneş, böyle teşahhusu ile beraber, küllî yerlerde küllî işlere mazhar olsa; o Zât-ı Zülcelâl, ehadiyet-i zâtiyesiyle beraber nihayetsiz işleri bir anda yapamaz mı?

İkinci Temsil: Kâinat bir şecere hükmünde olduğu için, herbir şecere, kâinatın hakaikına misâl olabilir. İşte biz de şu odamızın önündeki muhteşem, muazzam çınar ağacını, kâinata bir misâl-i Mûsaggar hükmünde tutup, kâinattaki cilve-i ehadiyeti onun ile göstereceğiz. Şöyle ki:

Şu ağacın, lâakal on bin meyvesi var. Herbir meyvesinin, lâakal yüzer kanatlı çekirdeği var. Bütün on bin meyve ve bir milyon çekirdek; bir anda, beraber bir san'at ve icada mazhardırlar. Halbuki şu ağacın çekirdek-i aslîsinde ve kökünde ve gövdesinde, cüz'î ve müşahhas ve ukde-i hayatiye tâbir edilen bir cilve-i irade-i İlahiye ve bir nüve-i emr-i Rabbanî ile, şu ağacın kavanin-i teşkiliyesinin merkeziyeti; her dalın başında, herbir meyvenin içinde, herbir çekirdeğin yanında bulunur ki, hiçbirinin bir şeyini, noksan

sh: » (S: 649)

bırakmayarak, birbirine mâni olmayarak; onunla yapılır. Ve o birtek cilve-i irade ve o kanun-u emrî; ziya, hararet, hava gibi dağılıp her yere gitmiyor. Çünki gittiği yerlerin ortalarındaki uzun mesâfelerde ve muhtelif masnularda hiçbir iz bırakmıyor, hiçbir eseri görülmüyor. Eğer intişar ile olsa idi; izi ve eseri görülecekti. Belki bizzât, tecezzi ve intişar etmeden her birisinin yanında bulunuyor. Ehadiyetine ve şahsiyetine o küllî işler, münafî olmuyor. Hattâ denilebilir ki: O cilve-i irade, o kanun-u emrî, o ukde-i hayatiye; herbirinin yanında bulunur, hiçbir yerde de bulunmaz. Güya şu muhteşem ağaçta meyveler, çekirdekler adedince o kanun-u emrînin birer gözü, birer kulağı var. Belki ağacın herbir cüz'ü, o kanun-u emrînin duygularının birer merkezi hükmündedir ki; uzun vasıtaları perde olup bir mâni teşkil etmek değil, belki telefon telleri gibi birer vesile-i teshil ve takrib olur. En uzak, en yakın gibidir.

Mâdem bilmüşahede Zât-ı Ehad-i Samed'in, irade gibi bir sıfatının birtek cilve-i cüz'îsi, bilmüşahede milyon yerde, milyonlar işe vasıtasız medâr olur. Elbette Zât-ı Zülcelâl'in tecelli-i kudret ve iradesiyle, şecere-i hilkatı bütün ecza ve zerratıyla beraber tasarruf edebilmesine şuhud derecesinde yakîn etmek lâzımgelir.

Onaltıncı Söz'de isbat ve izah edildiği gibi deriz ki: Madem, güneş gibi âciz ve müsahhar mahluklar ve ruhânî gibi madde ile mukayyed nim-nuranî masnular ve şu çınar ağacının mânevî nuru, ruhu hükmünde olan ukde-i hayatiyesi ve merkez-i tasarrufu olan emrî kanunlar ve iradevî cilveler, nuraniyet sırrıyla bir yerde iken ve birtek müşahhas cüz'î oldukları halde, pekçok yerlerde ve pekçok işlerde bilmüşahede bulunabilirler. Ve madde ile mukayyed bir cüz'î oldukları halde, mutlak bir küllî hükmünü alırlar. Ve bir anda bir cüz'-i ihtiyârî ile, pekçok muhtelif işleri bilmüşahede kesbederler. Sen de görüyorsun ve inkâr edemezsin.

Acaba: Maddeden mücerred ve muallâ, hem kaydın tahdidinden ve kesafetin zulmetinden münezzeh ve müberra, hem şu umum envar ve şu bütün nuraniyat onun envar-ı kudsiye-i Esmâiyesinin kesif bir gölgesi ve zılali, hem umum vücud ve bütün hayat ve âlem-i ervah ve âlem-i berzah ve âlem-i misâl nim-şeffaf birer âyine-i cemâli, hem sıfâtı muhita ve şuunatı külliye olan birtek Zât-ı Akdes'in irade-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhit ile zâhir olan tecelli-i sıfâtı ve cilve-i ef'ali içindeki teveccüh-ü eha

sh: » (S: 650)

diyetinden hangi şey saklanabilir? Hangi iş ona ağır gelebilir? Hangi yer ondan gizlenebilir? Hangi ferd ondan uzak kalabilir? Hangi şahıs külliyet kesbetmeden ona yanaşabilir? Hiç eşya ondan gizlenebilir mi? Hiç bir iş, bir işe mâni olur mu? Hiçbir yer, onun huzurundan hâlî kalır mı? İbn-i Abbas Radıyallahü Anh'ın dediği gibi: "Herbir mevcûda bakar birer mânevî basarı ve işitir birer mânevî sem'i" bulunmaz mı? Silsile-i eşya, onun evâmir ve kanunlarının sür'atle cereyanlarına birer tel, birer damar hükmüne geçmez mi? Mevani' ve avaik, onun tasarrufuna vesâil ve vesait olamaz mı? Esbab ve vesait, sırf zâhirî bir perde olamaz mı? Hiçbir yerde bulunmadığı halde, her yerde bulunmaz mı? Hiç tahayyüz ve temekküne muhtaç olur mu? Hiç uzaklık ve küçüklük ve tabakat-ı vücudun perdeleri, onun kurbiyetine ve tasarrufuna ve şuhuduna mâni olabilir mi? Hem hiç maddîlerin, mümkinlerin, kesiflerin, kesîrlerin, mukayyedlerin, mahdudların hassaları ve maddenin ve imkânın ve kesafetin ve kesretin ve takayyüdün ve mahdudiyetin mahsus ve münhasır lâzımları olan tegayyür, tebeddül, tahayyüz ve tecezzi gibi emirler; maddeden mücerred ve Vâcib-ül Vücud ve Nur-ul Envar ve Vâhid-i Ehad ve kuyuddan münezzeh ve hududdan müberra ve kusurdan mukaddes ve noksandan muallâ bir Zât-ı Akdes'e lâhik olabilir mi? Acz, hiç ona yakışır mı? Kusur, hiç onun damen-i izzetine yanaşır mı?

İKİNCİ MAKSAD'IN HÂTİMESİ

Bir zaman ehadiyete dair bir tefekkürde bulunduğum zaman, odamın yanındaki çınar ağacının meyvelerine baktım: Arabiyy-ül ibare bir silsile-i tefekkür kalbe geldi. Nasıl gelmiş ise, öyle arabî olarak yazıp, sonra kısa bir mealini söyleyeceğim. İşte:

نَعَمْ فَاْلاَثْمَارُ وَالْبُذُورُ مُعْجِزَاتُ الْحِكْمَةِ خَوَارِقُ الصَّنْعَةِ هَدَايَاءُ الرَّحْمَةِ بَرَاهِينُ الْوَحْدَةِ بَشَائِرُ لُطْفِهِ فِى

 

دَارِ اْلآخِرَةِ شَوَاهِدُ صَادِقَةٌ بِاَنَّ خَلاَّقَهَا لِكُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ كُلُّ

 

اْلاَثْمَارِ وَالْبُذُورِ مَرَايَاءُ الْوَحْدَةِ فِى اَطْرَافِ الْكَثْرَةِ اِشَارَاتُ الْقَدَرِ رُمُوزَاتُ الْقُدْرَةِ بِاَنَّ تَاكَ الْكَثْرَةَ مِنْ مَنْبَعِ الْوَحْدَةِ تَصْدُرُ شَاهِدَةً لِوَحْدَةِ الْفَاطِرِ فِى

 

الصُّنْعِ وَالتَّصْوِيرِ ثُمَّ اِلَى الْوَحْدَةِ

 

تَنْتَهِى ذَاكِرَةً لِحِكْمَةِ الْقَادِرِ فِى الْخَلْقِ وَالتَّدْبِيرِ وَكَذَاهُنَّ تَلْوِيحَاتُ الْحِكْمَةِ بِاَنَّ

 

صَانِعَ الْكُلِّ بِكُلِّيَّةِ النَّظَرِ اِلَى الْجُزْئِىِّ يَنْظُرُ ثُمَّ اِلَى جُزْئِهِ

sh: » (S: 651)

اِذْ اِنْ كَانَ ثَمَرًا فَهُوَ الْمَقْصُودُ اْلاَظْهَرُ مِنْ خَلْقِ هذَا الشَّجَرِ فَالْبَشَرُ ثَمَرٌ لِهذِهِ الْكَائِنَاتِ فَهُوَ الْمَطْلُوبُ اْلاَظْهَرُ لِخَالِقِ الْمَوْجُودَاتِ وَالْقَلْبُ

 

كَالنَّوَاةِ فَهُوَ الْمِرْآةُ اْلاَنْوَرُ لِصَانِعِ الْكَائِنَاتِ مِنْ

 

هذِهِ الْحِكْمَةِ صَارَ اْلاِنْسَانُ اْلاَصْغَرُ فِى هذِهِ الْمَخْلُوقَاتِ هُوَ الْمَدَارُ اْلاَظْهَرُ لِلنَّشْرِ وَالْمَحْشَرِ فِى

 

هذِهِ الْمَوْجُودَاتِ وَالتَّخْرِيبِ وَالتَّبْدِيلِ لِهذِهِ الْكَائِنَاتِ

Bu arabî fıkranın mebdei şudur:

فَسُبْحَانَ مَنْ جَعَلَ حَدِيقَةَ اَرْضِهِ مَشْهَرَ صَنْعَتِهِ مَحْشَرَ حِكْمَتِهِ مَظْهَرَ قُدْرَتِهِ مَزْهَرَ رَحْمَتِهِ مَزْرَعَ جَنَّتِهِ مَمَرَّ الْمَخْلُوقَاتِ

 

مَسِيلَ الْمَوْجُودَاتِ مَكِيلَ الْمَصْنُوعَاتِ فَمُزَيَّنُ الْحَيْوَانَاتِ مُنَقَّشُ

 

الطُّيُورَاتِ مُثَمَّرُ الشَّجَرَاتِ مُزَهَّرُ النَّبَاتَاتِ مُعْجِزَاتُ عِلْمِهِ خَوَارِقُ صُنْعِهِ هَدَايَاءُ جُودِهِ بَشَائِرُ لُطْفِهِ تَبَسُّمُ اْلاَزْهَارِ

 

مِنْ زِينَةِ اْلاَثْمَارِ تَسَجُّعُ اْلاَطْيَارِ فِى نَسْمَةِ اْلاَسْحَارِ تَهَزُّجُ اْلاَمْطَارِ

 

عَلَى خُدُودِ اْلاَزْهَارِتَرَحُّمُ الْوَالِدَاتِ عَلَى اْلاَطْفَالِ الصِّغَارِ تَعَرُّفُ وَدُودٍ تَوَدُّدُ رَحْمَانٍ تَرَحُّمُ حَنَّانٍ

 

تَحَنُّنُ مَنَّانٍ لِلْجِنِّ وَ اْلاِنْسَانِ وَ الرُّوحِ وَ الْحَيْوَانِ وَ الْمَلَكِ وَ الْجَانِّ

İşte bu arabî tefekkürün kısa bir meali şudur ki:

Bütün meyveler ve içindeki tohumcuklar; hikmet-i Rabbâniyenin birer mu'cizesi.. san'at-ı İlahiyenin birer hârikası.. rahmet-i İlahiyenin birer hediyesi.. vahdet-i İlahiyenin birer bürhân-ı maddîsi.. âhirette eltaf-ı İlahiyenin birer müjdecisi.. kudretinin ihâtasına ve ilminin şümûlüne birer şahid-i sadık oldukları gibi; şunlar, âlem-i kesretin aktarında ve şu ağaç gibi tekessür etmiş bir nevi âlemin etrafında vahdet âyineleridirler. Enzarı, kesretten vahdete çeviriyorlar. Lisan-ı hal ile herbirisi der: "Dal budak salmış şu koca ağacın içinde dağılma, boğulma, bütün o ağaç bizdedir. Onun kesreti, vahdetimizde dâhildir." Hattâ her meyvenin kalbi hükmünde olan herbir çekirdek dahi, vahdetin birer maddî âyine

sh: » (S: 652)

si oldukları gibi; zikr-i kalbi-yi hafî ile koca ağacın zikr-i cehrî Sûretiyle çektiği ve okuduğu bütün Esmâyı zikreder, okur. Hem o meyveler, tohumlar; vahdetin âyineleri oldukları gibi, kaderin meşhud işaratı ve kudretin mücessem rumuzatıdır ki; kader onlar ile işaret eder ve kudret o kelimeler ile remzen der: "Nasılki şu ağacın kesretli dal ve budakları, birtek çekirdekten gelmiş ve şu ağacın san'atkârının icad ve tasvirde vahdetini gösteriyor. Sonra şu ağaç, dal ve budak salıp tekessür ve intişar ettikten sonra, bütün hakikatını bir meyvede toplar. Bütün mânâsını bir çekirdekte derceder. Onunla Hâlık-ı Zülcelâlinin halk ve tedbirindeki hikmetini gösterir."

Öyle de: Şu şecere-i kâinat, bir menba-ı vahdetten vücud alır, terbiye görür. Ve o kâinatın meyvesi olan insan, şu kesret-i mevcûdât içinde, vahdeti gösterdiği gibi; kalbi dahi, îmân gözüyle kesret içinde sırr-ı vahdeti görür.

Hem o meyveler ve tohumlar, hikmet-i Rabbâniyenin telvihatıdır. Hikmet onlarla ehl-i şuura şöyle ifade ediyor ve diyor ki: "Nasıl şu ağaca müteveccih küllî nazar, küllî tedbir, külliyetiyle ve umumiyetiyle birtek meyveye bakar. Çünki o meyve, o ağaca bir misâl-i Mûsaggardır. Hem o ağaçtan maksud, odur. Hem o küllî nazar ve umumî tedbir, bir meyvenin içinde herbir çekirdeğe dahi nazar eder. Çünki çekirdek, umum ağacın mânâsını, fihristesini taşıyor. Demek ağacın tedbirini gören zât, o tedbir ile alâkadar bütün Esmâsıyla, ağacın vücudundan maksud ve icadının gayesi olan herbir semereye müteveccihtir. Hem şu koca ağaç, o küçük meyveler için bâzan budanır, kesilir, tecdid için Bâzı cihetleri tahrib edilir. Daha güzel, bâki meyveler vermek için, aşılanır.

Öyle de: Şu şecere-i kâinatın semeresi olan beşer; kâinatın vücudundan ve icadından maksud odur ve icad-ı mevcûdâtın gayesi de odur. Ve o meyvenin çekirdeği olan insanın kalbi dahi, Sâni'-i Kâinat'ın en münevver ve en câmi' bir âyinesidir. İşte şu hikmettendir ki: Şu küçücük insan, neşir ve haşir gibi muazzam inkılablara medâr olmuş. Kâinatın tahrib ve tebdiline sebeb olur. Onun muhakemesi için dünya kapısı kapanıp, âhiret kapısı açılır.

Mâdem haşrin bahsi geldi. Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân'ın haşrin

sh: » (S: 653)

isbatına dair cezâlet-i Beyânını ve kuvvet-i ifadesini gösteren bir nükte-i hakikatını Beyân etmeğe münasebet geldi. Şöyle ki:

Şu tefekkür neticesi gösteriyor ki: Beşerin muhakemesi ve saadet-i ebediye kazanması için lüzum olsa bütün kâinat tahrib edilir ve tahrib ve tebdil edecek bir kudret görünüyor ve vardır. Fakat haşrin merâtibi var. Bir kısmına îmân farzdır. mârifeti lâzımdır. Diğer kısmı, terakkiyat-ı ruhiye ve fikriyenin derecatına göre görünür. Ve ilim ve mârifeti lâzım olur. Kur'an-ı Hakîm, en basit ve kolay olan mertebeyi kat'î ve kuvvetli isbat için en geniş ve en büyük bir daire-i haşri açacak bir kudreti gösteriyor. İşte umuma îmân lâzım olan haşrin mertebesi şudur ki: İnsanlar öldükten sonra, ruhları başka makamlara gider. Cesedleri çürüyor. Fakat insanın cesedinden, bir çekirdek, bir tohum hükmünde olacak "acb-üz zeneb" tâbir edilen küçük bir cüz'ü bâki kalıp Cenâb-ı Hak, onun üstünde cesed-i insanîyi haşirde halkeder, onun ruhunu ona gönderir. İşte bu mertebe o kadar kolaydır ki; her baharda milyonlarla misâli görülüyor. İşte bâzan şu mertebeyi isbat için âyât-ı Kur'aniye öyle bir daireyi gösteriyor ki: Bütün zerratı haşr ü neşredecek bir kudretin tasarrufatını gösterir. Bâzan da bütün mahlukatı fenaya gönderip, yeniden getirecek bir kudret ve hikmetin âsârını gösterir. Bazı, yıldızları dağıtıp, semâvatı parçalayabilir bir kudret ve hikmetin tasarrufatını ve âsârını gösterir. Bazı, bütün zîhayatı öldürecek, yeniden def'aten bir sayha ile diriltecek bir kudret ve hikmetin tasarrufatını ve tecelliyatını gösterir. Bazı, bütün rûy-i zeminde zîhayat olanları ayrı ayrı haşr ve neşredecek bir kudret ve hikmetin tecelliyatını gösterir. Bâzan, küre-i arzı bütün bütün dağıtacak, dağları uçuracak, düzeltip daha güzel bir Sûrete çevirecek bir kudret ve hikmetin âsârını gösterir. Demek, herkese îmânı ve mârifeti farz olan haşirden başka, çok mertebe-i haşirleri dahi o kudret ve hikmetle yapabilir. Hikmet-i Rabbâniye iktiza etmiş ise, elbette haşr ü neşr-i insanî ile beraber umum onları dahi yapacak veyahut Bâzı mühimlerini yapar.

BİR SUAL: Diyorsunuz ki: "Sen Sözler'de kıyas-ı temsili çok istimal ediyorsun. Halbuki Fenn-i Mantıkça kıyas-ı temsilî, yakîni ifade etmiyor. Mesâil-i yakîniyede bürhân-ı mantıkî lâzımdır. Kıyas-ı temsilî, Usûl-ü Fıkıh ülemâsınca zann-ı galib kâfi olan metâlibde istimal edilir. Hem de sen, temsilâtı Bâzı hikâyeler Sûretin

sh: » (S: 654)

de zikrediyorsun. Hikâye hayalî olur, hakikî olmaz, vakıa muhalif olur?"

ELCEVAB: İlm-i Mantıkça çendan "Kıyas-ı temsilî, yakîn-i kat'î ifade etmiyor" denilmiş. Fakat kıyas-ı temsilînin bir nev'i var ki; mantıkın yakînî bürhânından çok kuvvetlidir ve mantıkın birinci şeklinin birinci darbından daha yakînîdir. O kısım da şudur ki: Bir temsil-i cüz'î vasıtasıyla bir hakikat-ı küllînin ucunu gösterip, hükmü o hakikata bina ediyor. O hakikatın kanununu, bir hususî maddede gösteriyor. Tâ o hakikat-ı uzma bilinsin ve cüz'î maddeler, ona irca' edilsin. Meselâ: "Güneş nuraniyet vasıtasıyla, birtek zât iken her parlak şeyin yanında bulunuyor." temsiliyle bir kanun-u hakikat gösteriliyor ki, nur ve nurani için kayıd olamaz. Uzak ve yakın bir olur. Az ve çok müsavi olur. Mekân onu zabtedemez.

Hem meselâ: "Ağacın meyveleri, yaprakları; bir anda, bir tarzda kolaylıkla ve mükemmel olarak birtek merkezde, bir kanun-u emrî ile teşkili ve tasviri" bir temsildir ki, muazzam bir hakikatın ve küllî bir kanunun ucunu gösterir. O hakikat ve o hakikatın kanununu gâyet kat'î bir Sûrette isbat eder ki, o koca kâinat dahi şu ağaç gibi o kanun-u hakikatın ve o sırr-ı ehadiyetin bir mazharıdır, bir meydan-ı cevelanıdır.

İşte bütün Sözlerdeki kıyasat-ı temsiliyeler bu çeşittirler ki, bürhân-ı kat'î-yi mantıkîden daha kuvvetli, daha yakînîdirler.

İKİNCİ SUALE CEVAB: Mâlûmdur ki: Fenn-i Belâgatta bir lafzın, bir kelâmın mânâ-yı hakikîsi, başka bir maksud mânâya sırf bir âlet-i mülahaza olsa, ona "lafz-ı kinaî" denilir. Ve "kinaî" tâbir edilen bir kelâmın mânâ-yı aslîsi, medâr-ı sıdk ve kizb değildir. Belki kinaî mânâsıdır ki, medâr-ı sıdk ve kizb olur. Eğer o kinaî mânâ doğru ise, o kelâm sadıktır. Mânâ-yı aslî, kâzib dahi olsa sıdkını bozmaz. Eğer mânâ-yı kinaî doğru değilse; mânâ-yı aslîsi doğru olsa, o kelâm kâzibdir. Meselâ: Kinaî misâllerinden: (Filânün tavîl-ün necad) denilir. Yâni: "Kılıncının kayışı, bendi uzundur." Şu kelâm, o adamın kametinin uzunluğuna kinayedir. Eğer o adam uzun ise, kılıncı ve kayışı ve bendi olmasa de, yine bu kelâm sadıktır, doğrudur. Eğer o adamın boyu uzun olmazsa; çendan uzun bir kılıncı ve uzun bir kayışı ve uzun bir bendi bulunsa, yine bu kelâm kâzibdir. Çünki mânâ-yı aslîsi, maksud değil.

sh: » (S: 655)

İşte Onuncu Söz'ün ve Yirmiikinci Söz'ün hikâyeleri gibi, sâir Sözlerin hikâyeleri, kinaiyat kısmındandırlar ki, begâyet doğru ve gâyet sadık ve mutabık-ı vâki olan hikâyelerin sonlarındaki hakikatlar, o hikâyelerin mânâ-yı kinaiyeleridir. Mânâ-yı asliyeleri, bir temsil-i dürbünîdir. Nasıl olursa olsun, sıdkına ve hakkaniyetine zarar vermez. Hem o hikâyeler birer temsildirler. Yalnız umuma tefhim için lisan-ı hal, lisan-ı kal Sûretinde ve şahs-ı mânevî, bir şahs-ı maddî şeklinde gösterilmiştir.

ÜÇÜNCÜ MAKSAD

Umum ehl-i dalaletin vekili, İkinci Sualine (Haşiye) karşı, kat'î ve mukni' ve mülzim cevabı aldıktan sonra, şöyle üçüncü bir sual ediyor, diyor ki: Kur'anda: " اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ " " اَرْحَمُ الرّاحِمِينَ " gibi kelimât, başka hâlıklar, râhimler bulunduğunu iş'ar eder. Hem diyorsunuz ki: "Hâlık-ı Âlem'in nihayetsiz Kemâlâtı var. Bütün enva'-ı Kemâlâtın en nihayet mertebelerini câmi'dir." Halbuki eşyanın Kemâlâtı, ezdad ile bilinir; elem olmazsa lezzet bir Kemâl olmaz, zulmet olmazsa ziya tahakkuk etmez, firak olmazsa visal lezzet vermez ve hakeza?

Elcevab: Birinci şıkka "beş işaret" ile cevab veririz:

BİRİNCİ İŞARET: Kur'an baştan başa tevhidi isbat ettiği ve gösterdiği için, bir delil-i kat'îdir ki; Kur'an-ı Hakîm'in o nevi kelimeleri sizin fehmettiğiniz gibi değildir. Belki اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ demesi, "Hâlıkıyet mertebelerinin en ahsenindedir" demektir ki, başka Hâlık bulunduğuna hiç delaleti yok. Belki Hâlıkıyetin sâir sıfatlar gibi çok merâtibi var. اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ demek, "Merâtib-i Hâlıkıyetin en güzel, en münteha mertebesinde bir Hâlık-ı Zülcelâl'dir" demektir.

İKİNCİ İŞARET: اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ gibi tâbirler, Hâlıkların taaddüdüne bakmıyor. Belki mahlukıyetin enva’ına bakıyor. Yâni “herşeyi, herşeye lâyık bir tarzda, en güzel bir mertebede halkeder bir Hâlıktır.” Nasılki şu mânâyı اَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ gibi âyetler ifade eder.

___________________________

(Haşiye): İkinci Maksad'ın başındaki sual demektir. Yoksa, hâtimenin âhirindeki bu küçücük sual değildir.

sh: » (S: 656)

ÜÇÜNCÜ İŞARET: " اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ " " اَللّهُ اَكْبَرُ " " خَيْرُ الْفَاصِلِينَ " " خَيْرُ الْمُحْسِنِينَ " gibi tâbirattaki müvazene, Cenâb-ı Hakk'ın vakideki sıfât ve ef'ali, sâir o sıfât ve ef'alin nümunelerine mâlik olanlarla müvazene ve tafdil değildir. Çünki bütün kâinatta cin ve ins ve melekte olan Kemâlât, onun Kemâline nisbeten zaîf bir gölgedir; nasıl müvazeneye gelebilir? Belki müvazene, insanların ve bâhusus ehl-i gafletin nazarına göredir. Meselâ: Nasılki bir nefer, onbaşısına karşı Kemâl-i itaat ve hürmeti gösteriyor, bütün iyilikleri ondan görüyor; padişahı az düşünür. Onu düşünse de yine teşekküratını onbaşıya veriyor. İşte böyle bir nefere karşı denilir: "Yahu, padişah senin onbaşından daha büyüktür. Yalnız ona teşekkür et." Şimdi şu söz, vakideki padişahın haşmetli hakikî kumandanlığıyla, onbaşısının cüz'î, sûrî kumandanlığını müvazene değil; çünki o müvazene ve tafdil, mânâsızdır. Belki neferin nazar-ı ehemmiyet ve irtibatına göredir ki, onbaşısını tercih eder, teşekküratını ona verir, yalnız onu sever.

İşte bunun gibi, Hâlık ve Mün'im tevehhüm olunan zâhirî esbab, ehl-i gafletin nazarında Mün'im-i Hakikî'ye perde olur. Ehl-i gaflet onlara yapışır, nimet ve ihsanı, onlardan bilir. Medih ve senalarını, onlara verir. Kur'an der ki: "Cenâb-ı Hak daha büyüktür, daha güzel bir Hâlıktır, daha iyi bir Muhsindir. Ona bakınız, ona teşekkür ediniz."

DÖRDÜNCÜ İŞARET: Müvazene ve tafdil, vâki mevcûdlar içinde olduğu gibi; imkânî, hattâ farazî eşyalar içinde dahi olabilir. Nasılki ekser mahiyetlerde, müteaddid merâtib bulunur. Öyle de: Esmâ-i İlahiye ve sıfât-ı kudsiyenin mahiyetlerinde de, akıl itibariyle hadsiz merâtib bulunabilir. Halbuki Cenâb-ı Hak, o sıfât ve Esmânın mümkün ve mutasavver bütün merâtibinin en ekmelinde, en ahsenindedir. Bütün kâinat, Kemâlâtıyla bu hakikata şahiddir. "Lehül Esmâ-ül Hüsnâ" bütün Esmâsını ahseniyet ile tavsif, şu mânâyı ifade ediyor.

BEŞİNCİ İŞARET: Şu müvazene ve müfadale; Cenâb-ı Hakk'ın masivaya mukabil değil, belki iki nevi tecelliyat ve sıfâtı var.

Biri: Vâhidiyet sırrıyla ve vesait ve esbab perdesi altında ve bir kanun-u umumî Sûretinde tasarrufatıdır.

İkincisi: Ehadiyet sırrıyla; perdesiz, doğrudan doğruya, hususî bir teveccüh ile tasarruftur. İşte ehadiyet sırrıyla, doğrudan

sh: » (S: 657)

doğruya olan ihsanı ve icadı ve kibriyâ sı ise; vesait ve esbabın mezahiriyle görünen âsâr-ı ihsanından ve icad ve kibriyâ sından daha büyük, daha güzel, daha yüksektir, demektir. Meselâ nasıl bir padişahın, -fakat veli bir padişahın- ki, umum memurları ve kumandanları sırf bir perde olup, bütün hüküm ve icraat onun elinde farzediyoruz. O padişahın tasarrufat ve icraatı iki çeşittir. Birisi: Umumî bir kanunla, zâhirî memurların ve kumandanların Sûretinde ve makamların kabiliyetine göre verdiği emirler ve gösterdiği icraatlardır. İkincisi: Umumî kanunla değil ve zâhirî memurları da perde yapmayarak, doğrudan doğruya ihsanat-ı şahanesi ve icraatı daha güzel, daha yüksek denilebilir. Öyle de: Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Hâlık-ı Kâinat, çendan vesait ve esbabı icraatına perde yapmış, haşmet-i rubûbiyetini göstermiş. Fakat ibâdının kalbinde hususî bir telefon bırakmış ki, esbabı arkada bırakıp, doğrudan doğruya ona teveccüh etmek için, ubûdiyet-i hâssa ile mükellef edip اِيّاكَ نَعْبُدُ وَاِيّاكَ نَسْتَعِينُ deyiniz diye, kâinattan yüzlerini kendine çevirir.

İşte " اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ " " اَرْحَمُ الرّاحِمِينَ " " اَللّهُ اَكْبَرُ " meânîsi, şu mânâya da bakıyor.

Vekilin ikinci şık sualine "Beş Remiz" ile cevabdır:

BİRİNCİ REMİZ: Sualde diyor ki: "Bir şeyin zıddı olmazsa, o şeyin nasıl Kemâli olabilir?

ELCEVAB: Şu sual sahibi, hakikî Kemâli bilmiyor. Yalnız nisbî bir Kemâl zannediyor. Halbuki gayra bakan ve gayra nisbeten hasıl olan meziyetler, faziletler, tefevvuklar; hakikî değiller, nisbîdirler, zaîftirler. Eğer gayr, nazardan sâkıt olsalar; onlar da sukut ederler. Meselâ: Sıcaklığın nisbî lezzeti ve fazileti, soğuğun tesiri iledir. Yemeğin nisbî lezzeti, açlık eleminin tesiri iledir. Onlar gitse, bunlar da azalır. Halbuki hakikî lezzet ve muhabbet ve Kemâl ve fazilet odur ki; gayrın tasavvuruna bina edilmesin, zâtında bulunsun ve bizzât bir hakikat-ı mukarrere olsun. "Lezzet-i vücud ve lezzet-i hayat ve lezzet-i muhabbet ve lezzet-i mârifet ve lezzet-i îmân ve lezzet-i beka ve lezzet-i rahmet ve lezzet-i şefkat ve hüsn-ü nur ve hüsn-ü basar ve hüsn-ü kelâm ve hüsn-ü kerem ve hüsn-ü sîret ve hüsn-ü Sûret ve Kemâl-i zât ve Kemâl-i sıfât ve Kemâl-i ef'al" gibi bizzât meziyetler; gayr olsun olmasın, şu meziyetler tebeddül etmez.

sh: » (S: 658)

İşte Sâni'-i Zülcelâl ve Fâtır-ı Zülcemâl ve Hâlık-ı ZülKemâl'in bütün Kemâlâtı hakikiyedir, zâtiyedir; gayr ve masiva, ona tesir etmez. Yalnız mezahir olabilirler.

İKİNCİ REMİZ: Seyyid Şerif-i Cürcanî "Şerh-ül Mevakıf"ta demiş ki: "Sebeb-i muhabbet ya lezzet veya menfaat, ya müşakelet (yâni meyl-i cinsiyet), ya Kemâldir. Çünki Kemâl, mahbub-u lizâtihîdir." Yâni, ne şeyi seversen ya lezzet için seversin, ya menfaat için, ya evlâda meyil gibi bir müşakele-i cinsiye için, ya Kemâl olduğu için seversin. Eğer Kemâl ise, başka bir sebeb, bir garaz lâzım değil. O bizzât sevilir. Meselâ; eski zamanda sahib-i Kemâlât insanları herkes sever, onlara karşı hiçbir alâka olmadığı halde istihsankârane muhabbet edilir.

İşte Cenâb-ı Hakk'ın bütün Kemâlâtı ve Esmâ-i hüsnâsının bütün merâtibleri ve bütün faziletleri, hakikî Kemâlât olduklarından bizzât sevilirler. "Mahbubetün Lizâtihâ"dırlar. Mahbub-u Bilhak ve Habib-i Hakikî olan Zât-ı Zülcelâl, hakikî olan Kemâlâtını ve sıfât ve Esmâsının güzelliklerini kendine lâyık bir tarzda sever, muhabbet eder. Hem o Kemâlâtın mazharları, âyineleri olan san'atını ve masnuatını ve mahlukatının mehâsinini sever, muhabbet eder. Enbiyasını ve evliyasını, hususan Seyyid-ül Mürselîn ve Sultan-ül Evliya olan Habib-i Ekremini sever. Yâni kendi cemâlini sevmesiyle, o cemâlin âyinesi olan Habibini sever. Ve kendi Esmâsını sevmesiyle, o Esmânın mazhar-ı câmii ve zîşuuru olan o Habibini ve ihvanını sever. Ve san'atını sevmesiyle, o san'atın dellâl ve teşhircisi olan o Habibini ve emsalini sever. Ve masnuatını sevmesiyle, o masnuata karşı "Mâşâallah, Bârekâllah, ne kadar güzel yapılmışlar" diyen ve takdir eden ve istihsan eden o Habibini ve onun arkasında olanları sever. Ve mahlukatının mehâsinini sevmesiyle, o mehâsin-i ahlâkın umumunu câmi' olan o Habib-i Ekremini ve onun etba ve ihvanını sever, muhabbet eder.

ÜÇÜNCÜ REMİZ: Umum kâinattaki umum Kemâlât, bir Zât-ı Zülcelâl'in Kemâlinin âyâtıdır ve cemâlinin işaratıdır. Belki hakikî Kemâline nisbeten bütün kâinattaki hüsün ve Kemâl ve cemâl, zaîf bir gölgedir. Şu hakikatın beş hüccetine icmâlen işaret ederiz.

Birinci Hüccet: Nasılki mükemmel, muhteşem, münakkaş, müzeyyen bir saray; mükemmel bir ustalık, bir dülgerliğe bilbedâhe delâlet eder. Ve mükemmel fiil olan o dülgerlik, o nakkaşlık;

sh: » (S: 659)

bizzarure mükemmel bir fâile, bir ustaya, bir mühendise ve "nakkaş ve Mûsavvir" gibi ünvan ve isimleriyle beraber delâlet eder. Ve mükemmel o isimler dahi, şübhesiz o ustanın mükemmel, san'atkârane sıfatına delâlet eder. Ve o Kemâl-i san'at ve sıfat, bilbedâhe o ustanın Kemâl-i istidadına ve kabiliyetine delâlet eder. Ve o Kemâl-i istidad ve kabiliyet, bizzarure o ustanın Kemâl-i zâtına ve ulviyet-i mahiyetine delâlet eder.

Aynen öyle de: Şu saray-ı âlem, şu mükemmel, müzeyyen eser; bilbedâhe gâyet Kemâldeki ef'ale delâlet eder. Çünki eserdeki Kemâlât, o ef'alin Kemâlâtından ileri gelir ve onu gösterir. Kemâl-i ef'al ise, bizzarure bir fâil-i mükemmele ve o fâilin Kemâl-i Esmâsına, yâni âsâra nisbeten müdebbir, Mûsavvir, hakîm, rahîm, müzeyyin gibi isimlerin Kemâline delâlet eder. İsimlerin ve ünvanların Kemâli ise, şeksiz şübhesiz o fâilin Kemâl-i evsafına delâlet eder. Zira sıfat mükemmel olmazsa, sıfattan neş'et eden isimler, ünvanlar mükemmel olamaz. Ve o evsafın Kemâli, bilbedâhe şuunat-ı zâtiyenin Kemâline delâlet eder. Çünki sıfâtın mebde'leri, o şuun-u zâtiyedir. Ve şuun-u zâtiyenin Kemâli ise; biilmelyakîn zât-ı zîşuunun Kemâline ve öyle lâyık bir Kemâline delâlet eder ki; o Kemâlin ziyası, şuun ve sıfât ve Esmâ ve ef'al ve âsâr perdelerinden geçtiği halde, şu kâinatta yine bu kadar hüsnü ve cemâli ve Kemâli göstermiş.

İşte şu derece hakikî Kemâlât-ı zâtiyenin bürhân-ı kat'î ile vücudu sâbit olduktan sonra, gayra bakan ve emsal ve ezdada tefevvuk cihetiyle olan nisbî Kemâlâtın ne ehemmiyeti kalır, ne derece sönük düşer, anlarsın...

İkinci Hüccet: Şu kâinata nazar-ı ibretle bakıldığı vakit, vicdan ve kalb bir hads-i sadıkla hisseder ki: Şu kâinatı bu derece güzelleştiren ve süslendiren ve enva'-ı mehâsin ile tezyin edenin, nihayet derecede bir cemâl ve Kemâlâtı vardır ki, şöyle yapıyor.

Üçüncü Hüccet: Mâlûmdur ki; mevzun ve muntâzam ve mükemmel ve güzel san'atlar, gâyet güzel bir proğrama istinad eder. Mükemmel ve güzel bir proğram ise, mükemmel ve güzel bir ilme ve güzel bir zihne ve güzel bir kabiliyet-i ruhiyeye delâlet eder. Demek ruhun mânevî güzelliğidir ki; ilim vasıtasıyla san'atında tezahür ediyor.

sh: » (S: 660)

İşte şu kâinat, hadsiz mehâsin-i maddiyesiyle, bir mânevî ve ilmî mehâsinin tereşşuhatıdır. Ve o ilmî ve mânevî mehâsin ve Kemâlât, elbette hadsiz bir sermedî hüsün ve cemâlin ve Kemâlin cilveleridir.

Dördüncü Hüccet: Mâlûmdur ki; ziyayı verenin ziyadar olması lâzım, tenvir edenin nuranî olması gerek, ihsan gınadan gelir, lütuf lâtiften zuhur eder. Mâdem öyledir; kâinata bu kadar hüsün ve cemâl vermek ve mevcûdâta muhtelif Kemâlât vermek; ışık, güneşi gösterdiği gibi, bir cemâl-i sermedîyi gösterirler.

Mâdem mevcûdât, zeminin yüzünde büyük bir nehir gibi Kemâlâtın lem'alarıyla parlar geçer. O nehir, güneşin cilveleriyle parladığı gibi, şu seyl-i mevcûdât dahi, hüsün ve cemâl ve Kemâlin lem'alarıyla muvakkaten parlar gider. Arkalarından gelenler aynı parlamayı, aynı lem'aları gösterdiklerinden anlaşılıyor ki: Cereyan eden suyun kabarcıklarındaki cilveler, güzellikler, nasıl kendilerinden değil; belki bir güneşin ziyasının güzellikleri, cilveleridir. Öyle de: Şu seyl-i kâinattaki muvakkat parlayan mehâsin ve Kemâlât, bir Şems-i Sermedî'nin lemaât-ı cemâl-i Esmâsıdır.

نَعَمْ تَفَانِى الْمِرْآتِ زَوَالُ الْمَوْجُودَاتِ مَعَ تَجَلِّى الدَّائِمِ مَعَ الْفَيْضِ الْمُلاَزِمِ مِنْ اَظْهَرِ

 

الظَّوَاهِرِ اَنَّ الْجَمَالَ الظَّاهِرَ لَيْسَ مُلْكَ الْمَظَاهِرِ مِنْ

 

اَفْصَحِ تِبْيَانٍ مِنْ اَوْضَحِ بُرْهَانٍ لِلْجَمَالِ الْمُجَرَّدِ ِلْلاِحْسَانِ الْمُجَدَّدِ لِلْوَاجِبِ الْوُجُودِ لِلْبَاقِى الْوَدُودِ

Beşinci Hüccet: Mâlûmdur ki; üç dört muhtelif yoldan gelenler, aynı bir hâdiseyi söyleseler, yakîni ifade eden tevatür derecesinde o hâdisenin kat'î vukuuna delâlet eder.

İşte meşrebce ve meslekçe ve istidadca ve asırca gâyet muhtelif ayrı ayrı bütün muhakkikînin muhtelif tabakatından ve evliyanın muhtelif turuklarından ve asfiyanın muhtelif mesleklerinden ve Hükemâ-yı hakikiyenin muhtelif mezheblerinden olan bütün ehl-i keşif ve zevk ve şuhud ve müşahede, keşif ve zevk ve şuhud ile ittifak etmişler ki: Kâinat mezahirinde ve mevcûdât âyinelerinde görülen mehâsin ve Kemâlât, bir tek Zât-ı Vâcib-ül Vücud'un tecelliyat-ı Kemâlidir ve cilve-i cemâl-i Esmâsıdır.

sh: » (S: 661)

İşte bunların icmâı, sarsılmaz bir hüccet-i katıadır.

Tahmin ederim ki: Şu remizde ehl-i dalaletin vekili, işitmemek için kulağını kapayıp kaçmağa mecburdur. Zâten zulmetli kafaları, huffaş misillü, bu nurları görmeğe tahammül edemezler. Öyle ise bundan sonra onları, pek de nazara almayacağız.

DÖRDÜNCÜ REMİZ: Bir şeyin lezzeti, hüsnü, cemâli, emsal ve ezdadına bakmaktan ziyade, mazharlarına bakarlar. Meselâ: Kerem, güzel ve hoş bir sıfattır. Kerim olan zât, başka mükrimlere tefevvuk cihetiyle aldığı lezzet-i nisbiyeden bin defa daha hoş bir lezzeti, ikram ettiği adamların telezzüzleriyle, ferahlarıyla alır. Hem bir şefkat ve merhamet sahibi, şefkat ettiği mahlukların istirahatleri derecesinde hakikî bir lezzet alır. Meselâ: Bir validenin evlâdının mes'udiyetlerinden ve istirahatlerinden, şefkat vasıtasıyla aldığı lezzet, o derece kuvvetlidir ki; onların rahatı için ruhunu fedâ eder derecesine getirir. Hattâ o şefkatin lezzeti, tavuğu civcivlerini himaye etmek için arslana saldırtır.

İşte mâdem evsaf-ı âliyedeki hakikî lezzet ve hüsün ve saadet ve Kemâl, akran ve ezdada bakmıyor. Belki mezahir ve müteallikatına bakıyor. Elbette Hayy-ı Kayyum ve Hannan-ı Mennan ve Rahîm ve Rahman olan Zât-ı Zülcemâl ve-l Kemâl'in rahmetindeki cemâl ise, merhumlara bakar. Merhametine mazhar olanların, hususan cennet-i bâkiyede nihayetsiz enva'-ı rahmet ve şefkatine mazhar olanların derece-i saadetlerine ve tena'umlarına ve ferahlarına göre o Zât-ı Rahmanurrahîm, ona lâyık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi (ona lâyık şuunatla tâbir edilen) ulvî, kudsî, güzel, münezzeh mânâları vardır. "Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesruriyet-i kudsiye" tâbir edilen, izn-i şer'î olmadığından yâd edemediğimiz gâyet münezzeh, mukaddes şuunatı vardır ki; herbiri kâinatta gördüğümüz ve mevcûdât mabeyninde hissettiğimiz aşk ve ferah ve mesruriyetten nihayetsiz derecelerde daha yüksek, daha ulvî, daha mukaddes, daha münezzeh olduğunu çok yerlerde isbat etmişiz. O mânâların birer lem'asına bakmak istersen, gelecek temsilâtın dürbünü ile bak:

Meselâ: Nasılki sehavetli, âlîcenab, müşfik bir zât, güzel bir ziyafeti, gâyet fakir ve aç ve muhtaç olanlara vermek için, seyahat eden güzel bir gemisine serer. Kendi de üstünde seyreder. O fukaranın minnetdarane tena'umları ve o aç olanların müteşekki

sh: » (S: 662)

rane telezzüzleri ve o muhtaç olanların senakârane memnuniyetleri; ne derece o kerim zâtı mesrur ve müferrah eder, ne kadar onun hoşuna gider, anlarsın.

İşte küçücük bir sofranın hakikî mâliki olmayan ve bir tevziat memuru hükmünde olan bir insanın mesruriyeti böyle ise; cin ve insi ve hayvanatı, fezâ-yı âlem denizinde seyr ve seyahat ettiren ve bir sefine-i Rabbâniye olan koca zeminin üstüne bindirip, yüzünde hadsiz enva'-ı mat'umatı câmi' bir sofrayı serip, bütün zîhayatı küçük bir kahvâltı nev'inde o ziyafete davet etmekle beraber, gâyet mükemmel ve bütün enva'-ı lezaizi câmi', sermedî, ebedî bir dâr-ı bekada cennetleri, herbirisini birer sofra-i nimet ederek hadsiz lezaizi ve letâifi câmi' bir tarzda, nihayetsiz bir zamanda, nihayetsiz muhtaç, nihayetsiz müştak, nihayetsiz ibâdına, hakikî yemek için ziyafet açan bir Rahman-ı Rahîm'e ait ve tâbirinde âciz olduğumuz meâni-i mukaddese-i muhabbeti ve netâic-i rahmeti kıyas edebilirsin.

Hem meselâ: Mâhir bir san'atperver meharetini göstermeyi sever bir usta; güzel, plâksız konuşan fonoğraf gibi bir san'atı icad ettikten sonra, onu kurup tecrübe ediyor, gösteriyor. O san'atkârın düşündüğü ve istediği neticeleri en mükemmel bir tarzda gösterse; onun mucidi ne kadar iftihar eder, ne kadar memnun olur, ne derece hoşuna gider. Kendi kendine "Bârekâllah" der.

İşte küçücük bir insan, icadsız, sırf sûrî bir san'atçığı ile, bir fonoğrafın güzel işlemesiyle böyle memnun olsa; acaba bir Sâni'-i Zülcelâl, koca kâinatı, bir musikî, bir fonoğraf hükmünde icad ettiği gibi, zemini ve zemin içindeki bütün zîhayatı ve bilhassa zîhayat içinde insanın başını öyle bir fonoğraf-ı Rabbanî ve bir musika-i İlahî tarzında yapmış ki; hikmet-i beşer, o san'at karşısında hayretinden parmağını ısırıyor.

İşte bütün o masnuat, bütün onlardan matlub neticeleri, nihayet derecede ve gâyet güzel bir Sûrette gösterdiklerinden ve ibâdat-ı mahsusa ve tesbihat-ı hususiye ve tahiyyat-ı muayyene ile tâbir edilen evâmir-i tekviniyeye karşı onların itaatları ve onlardan matlub olan makasıd-ı Rabbâniyenin husulünden hasıl olan ve iftihar ve memnuniyet ve ferahla tâbir edemediğimiz maânî-i mukaddese ve şuun-u münezzeh, o derece âlî ve mukaddestir ki; bütün ukûl-ü beşer ittihad edip bir akıl olsa, yine onların künhüne yetişemez ve ihâta edemez.

sh: » (S: 663)

Hem meselâ adâlet perver, ihkak-ı hakkı sever ve ondan zevk alır bir hâkim, mazlumların haklarını vermekten ve mazlumların teşekkürlerinden, zalimleri tecziye etmekle mazlumların intikamlarını almaktan nasıl memnun olur, bir zevk alır. İşte Hakîm-i Mutlak ve Âdil-i Bilhak ve Kahhar-ı Zülcelâl, değil yalnız cin ve inste, belki bütün mevcûdâtta ihkak-ı haktan, yâni herşeye hakk-ı vücudu ve hakk-ı hayatı vermekten ve vücud ve hayatını mütecavizlerden muhafaza etmekten ve dehşetli mevcûdları tecavüzlerden tevkif ve durdurmaktan, hususan mahşerde ve dâr-ı âhirette cin ve insin muhakemesinden başka bütün zîhayata karşı tecelli-i kübrâ-yı adl ve hikmetten gelen maânî-i mukaddeseyi kıyas edebilirsin.

İşte şu üç misâl gibi, binbir Esmâ-i İlahiyenin herbirinde pek çok tabakat-ı hüsün ve cemâl ve fazl ve Kemâl bulunduğu gibi, pek çok merâtib-i muhabbet ve iftihar ve izzet ve kibriyâ vardır. İşte bundandır ki: "Vedud" ismine mazhar olan muhakkikîn-i evliya; "Bütün kâinatın mayesi, muhabbettir. Bütün mevcûdâtın harekâtı, muhabbetledir. Bütün mevcûdâttaki incizab ve cezbe ve cazibe kanunları, muhabbettendir." demişler. Onlardan birisi demiş:

فَلَكْ مَسْتْ مَلَكْ مَسْتْ نُجُومْ مَسْتْ سَموَاتْ مَسْتْ شَمْسْ مَسْتْ قَمَرْ مَسْتْ زَمِينْ مَسْتْ

 

عَنَاصِرْ مَسْتْ نَبَاتْ مَسْتْ شَجَرْ مَسْتْ بَشَرْ مَسْتْ

 

سَرَاسَرْ ذِى حَيَاتْ مَسْتْ هَمَه زَرَّاتِ مَوْجُودَاتْ بَرَابَرْ مَسْتْ دَرْمَسْتَسْتْ

Yâni: Muhabbet-i İlahiyenin tecellisinde ve o şarab-ı muhabbetten herkes istidadına göre mesttir. Mâlûmdur ki: Her kalb, kendine ihsan edeni sever ve hakikî Kemâle muhabbet eder ve ulvî cemâle meftun olur. Kendiyle beraber sevdiği ve şefkat ettiği zâtlara dahi ihsan edeni daha pek çok sever. Acaba, -sâbıkan Beyân ettiğimiz gibi- herbir isminde binler ihsan defineleri bulunan ve bütün sevdiklerimizi ihsanatıyla mes'ud eden ve binler Kemâlâtın menbaı olan ve binler tabakat-ı cemâlin medârı olan binbir Esmâsının müsemması olan Cemil-i Zülcelâl, Mahbub-u ZülKemâl, ne derece aşk ve muhabbete lâyık olduğu ve bütün kâinat,

sh: » (S: 664)

onun muhabbetiyle mest ve sergerdan olmasının şâyeste bulunduğu anlaşılmaz mı?

İşte şu sırdandır ki; "Vedud" ismine mazhar bir kısım evliya, "Cennet'i istemiyoruz. Bir lem'a-i muhabbet-i İlahiye, ebeden bize kâfidir" demişler.

Hem ondandır ki; hadîste geldiği gibi: "Cennet'te bir dakika rü'yet-i cemâl-i İlahî, bütün Cennet lezaizine faiktir."

İşte şu nihayetsiz Kemâlât-ı muhabbet, vâhidiyet ve ehadiyet dairesinde Zât-ı Zülcelâl'in kendi Esmâ ve mahlukatıyla hasıl olur. Demek o daire haricinde tevehhüm olunan Kemâlât, Kemâlât değildir.

BEŞİNCİ REMİZ: Beş noktadır:

Birinci Nokta: Ehl-i dalaletin vekili der ki: "Ehadîsinizde dünya tel'in edilmiş, "cîfe" ismiyle yâdedilmiş. Hem bütün ehl-i velâyet ve ehl-i hakikat, dünyayı tahkir ediyorlar. "Fenadır, pistir" diyorlar. Halbuki sen, bütün Kemâlât-ı İlahiyeye medâr ve hüccet, onu gösteriyorsun ve âşıkane ondan bahsediyorsun?

ELCEVAB: Dünyanın üç yüzü var:

Birinci yüzü: Cenâb-ı Hakk'ın Esmâsına bakar. Onların nukuşunu gösterir. Mânâ-yı harfiyle, onlara âyinedârlık eder. Dünyanın şu yüzü, hadsiz mektûbât-ı Samedâniyedir. Bu yüzü gâyet güzeldir. Nefrete değil, aşka lâyıktır.

İkinci yüzü: Âhirete bakar. Âhiretin tarlasıdır, Cennet'in mezraasıdır, rahmetin mezheresidir. Şu yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir. Tahkire değil, muhabbete lâyıktır.

Üçüncü yüzü: İnsanın hevesâtına bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın mel'abe-i hevesâtı olan yüzdür. Şu yüz çirkindir. Çünki fânidir, zâildir, elemlidir, aldatır. İşte hadîste varid olan tahkir ve ehl-i hakikatın ettiği nefret, bu yüzdedir.

Kur'an-ı Hakîm'in kâinattan ve mevcûdâttan ehemmiyetkârane, istihsankârane bahsi ise; evvelki iki yüze bakar. Sahabelerin ve sâir ehlullahın mergub dünyaları, evvelki iki yüzdedir.

sh: » (S: 665)

Şimdi, dünyayı tahkir edenler dört sınıftır:

Birincisi: Ehl-i mârifettir ki, Cenâb-ı Hakk'ın mârifetine ve muhabbet ve ibâdetine sed çektiği için tahkir eder.

İkincisi: Ehl-i âhirettir ki; ya dünyanın zarurî işleri onları amel-i uhrevîden men'ettiği için veyahut şuhud derecesinde îmân ile Cennet'in Kemâlât ve mehâsinine nisbeten dünyayı çirkin görür. Evet Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm'a güzel bir adam nisbet edilse, yine çirkin göründüğü gibi; dünyanın ne kadar kıymetdar mehâsini varsa, Cennet'in mehâsinine nisbet edilse, hiç hükmündedir.

Üçüncüsü: Dünyayı tahkir eder. Çünki eline geçmez. Şu tahkir, dünyanın nefretinden gelmiyor; muhabbetinden ileri geliyor.

Dördüncüsü: Dünyayı tahkir eder. Zira dünya, eline geçiyor. Fakat durmuyor, gidiyor. O da kızıyor. Teselli bulmak için tahkir eder. "Pistir" der. Şu tahkir ise; o da, dünyanın muhabbetinden ileri geliyor. Halbuki makbul tahkir odur ki, hubb-u âhiretten ve mârifetullahın muhabbetinden ileri gelir.

Demek makbul tahkir, evvelki iki kısımdır. Cenâb-ı Hak, bizi onlardan yapsın. Âmîn bi-hürmeti Seyyid-il Mürselîn.

* * *

sh: » (S: 666)

ÜÇÜNCÜ MEVKIF

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

Şu üçüncü mevkıf iki noktadır. O da iki mebhastır.

BİRİNCİ MEBHAS

وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ sırrınca: Herşeyden Cenâb-ı Hakk'a karşı pencereler hükmünde çok vecihler var. Bütün mevcûdâtın hakaikı, bütün kâinatın hakikatı; Esmâ-i İlahiyeye istinad eder. Herbir şeyin hakikatı, bir isme veyahut çok Esmâya istinad eder. Eşyadaki sıfatlar, san'atlar dahi, herbiri birer isme dayanıyor. Hattâ hakikî fenn-i hikmet, "Hakîm" ismine ve hakikatlı fenn-i tıp "Şâfi" ismine ve fenn-i hendese "Mukaddir" ismine ve hâkezâ herbir fen, bir isme dayandığı ve onda nihayet bulduğu gibi, bütün fünun ve Kemâlât-ı beşeriye ve tabakat-ı kümmelîn-i insâniyenin hakikatları, Esmâ-i İlahiyeye istinad eder. Hattâ muhakkikîn-i evliyanın bir kısmı demişler: "Hakikî hakaik-i eşya, Esmâ-i İlahiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikın gölgeleridir." Hattâ birtek zîhayat şeyde, yalnız zâhir olarak yirmi kadar Esmâ-i İlahiyenin cilve-i nakşı görünebilir. Şu ince ve dakik ve pek büyük ve geniş hakikatı, bir temsil ile fehme takribe çalışacağız. İki üç ayrı ayrı elek ile elemek Sûretinde tahlil edeceğiz. Ne kadar uzun Beyân etsek yine kısadır. Usanmamak gerek. Şöyle:

Nasılki gâyet mâhir bir tasvirci ve heykeltraş bir zât, gâyet güzel bir çiçekle ve insan cins-i lâtifinden gâyet güzel bir hasna'nın

sh: » (S: 667)

Sûret ve heykelini yapmak istese; evvelâ, o iki şeyin umumî şekillerini Bâzı hatlarla tâyin eder. Şu tayini, bir tanzim iledir, bir takdir ile yapıyor. Hendeseye istinaden hudud tâyin ediyor. Şu tanzim ve takdir, bir hikmet ve ilim ile yapıldığını gösteriyor ki, tanzim ve tahdid fiilleri, ilim ve hikmet pergeliyle dönüyor. Öyle ise, tanzim ve tahdid arkasında, ilim ve hikmet mânâları hükmediyor. Öyle ise, ilim ve hikmet pergeli, kendini gösterecek. İşte kendini gösterdi ki, o hududlar içinde, göz, kulak, burun, yaprak ve incecik püskülcükler gibi şeylerin tasvirine başladı. Şimdi görüyoruz ki: İçindeki pergelin harekâtıyla tâyin edilen a'zalar, san'atkârane ve inâyetkârane düşüyor. Öyle ise o ilim ve hikmet pergelini çeviren, arkada sun' ve inâyet mânâları var, hükmediyorlar ve kendilerini gösterecekler. İşte ondandır ki; bir hüsün ve zînete kabiliyet gösteriyor. Öyle ise; sun' ve inâyeti çalıştıran, irade-i tahsin ve kasd-ı tezyindir. Öyle ise onlar hükmediyorlar ki; tezyine, tenvire başladı. Bir tebessüm vaziyetini gösterdi ve hayatdarlık heyetini verdi. Elbette şu tahsin ve tenvir mânâsını çalıştıran, lütuf ve kerem mânâsıdır. Evet o iki mânâ, onda o derece hükmeder ki; âdeta o çiçek bir lütf-u mücessem, o heykel bir kerem-i mütecessiddir. Şimdi bu mânâ-yı kerem ve lütfu çalıştıran ve tahrik eden, "teveddüd ve taarrüf" mânâlarıdır. Yâni: Kendini, hüneri ile tanıttırmak ve halka kendini sevdirmek mânâları arkada hükmediyor. Bu tanıttırmak ve sevdirmek, elbette meyl-i merhamet ve irade-i nimetten geliyor. Mâdem rahmet ve irade-i nimet, arkada hükmediyor. Öyle ise o heykeli, nimetin enva'ıyla dolduracak, tezyin edecek, o çiçeğin Sûretini de bir hediyeye takacak. İşte o heykelin ellerini, kucağını ve ceplerini kıymetdar nimetler ile doldurdu ve o çiçek Sûretini de bir mücevherata taktı. Demek bu rahmet ve irade-i nimeti çalıştıran, terahhum ve tahannündür. Yâni "acımak ve şefkat etmek" mânâsı, rahmet ve nimeti tahrik ediyor. Ve o müstağni ve hiç kimseye ihtiyacı olmayan zâtta olan terahhum ve tahannün mânâsını tahrik eden ve izhara sevkeden, elbette o zâttaki mânevî cemâl ve Kemâldir ki, tezahür etmek isterler. Ve o cemâlin en şirin cüz'ü olan muhabbet ve en tatlı kısmı olan rahmet ise, san'at âyinesiyle görünmek ve müştakların gözleriyle kendilerini görmek isterler. Yâni cemâl ve Kemâl, (çünki bizzât sevilirler) her şeyden ziyade kendi kendini severler. Hem hüsündür, hem aşktırlar. Hüsün ve aşkın ittihadı bu noktadandır. Cemâl mâdem kendini sever, kendini âyinelerde görmek ister. İşte

sh: » (S: 668)

heykele konulan ve Sûrete takılan sevimli nimetler, güzel meyveler, o cemâl-i mânevînin -kendi kabiliyetlerine göre- birer lem'asını taşıyorlar. O lem'aları hem cemâl sahibine, hem başkasına gösteriyorlar.

Aynen öyle de: Sâni'-i Hakîm, cenneti ve dünyayı, semâvatı ve zemini, nebâtat ve hayvanatı, cin ve insi, melek ve ruhaniyatı, küllî ve cüz'î bütün eşyayı; cilve-i Esmâsıyla eşkalini tahdid ediyor, tanzim ediyor, birer miktar-ı muayyene veriyor. Onun ile bunlara "Mukaddir, Munazzım, Mûsavvir" isimlerini okutturuyor. Öyle bir tarzda şekl-i umumîsinin hududunu tâyin eder ki, "Alîm, Hakîm" ismini gösterir. Sonra ilim ve hikmet cedveliyle, o hudud içinde, o şeyin tasvirine başlar. Öyle bir tarzda ki, sun' ve inâyet mânâlarını ve "Sâni' ve Kerim" isimlerini gösteriyor. Sonra san'atın yed-i beyzasıyla, inâyetin fırçasıyla o Sûretin, -eğer birtek insan ve birtek çiçek ise- göz, kulak, yaprak, püskül gibi a'zalarına bir hüsün, bir zînet renkleri veriyor. Eğer zemin ise; maadin, nebâtat ve hayvanatına bir hüsün ve zînet renkleri veriyor. Eğer Cennet ise; bağlarına, kasırlarına, hurilerine bir hüsün ve zînet renkleri veriyor ve hâkezâ... Başkalarını kıyas et.

Hem öyle bir tarzda tezyin ve tenvir eder ki: Lütuf ve Kerem mânâları, onda o derece hükmediyor ki; âdeta o mevcûd-u müzeyyen, o masnu-u münevver; bir lütf-u mücessem, bir kerem-i mütecessid hükmüne geçer. "Lâtif ve Kerim" ismini zikreder. Sonra o lütuf ve keremi şu cilveye sevkeden, elbette teveddüd ve taarrüftür, yâni kendini zîhayata sevdirmek ve zîşuura bildirmek şe'nleridir ki, "Lâtif, Kerim" isimlerinin arkalarında "Vedud ve Maruf" isimlerini okutuyor ve masnuun lisan-ı halinden işitiliyor. Sonra o müzeyyen mevcûdu, o güzel mahluku, leziz meyveler, sevimli neticelerle süslendirip, zînetten nimete, lütuftan rahmete çevirir. "Mün'im ve Rahîm" ismini okutturur ve zâhirî perdeler arkasında, o iki ismin cilvesini gösterir. Sonra bu Rahîm ve Kerim'i, (Müstağni-i Ale-l ıtlak olan Zât'ta) bu cilveye sevkeden, elbette bir terahhum, tahannün şe'nleridir ki; ism-i "Hannan ve Rahman"ı okutturuyor ve gösteriyor. Şu terahhum, tahannün mânâlarını cilveye sevkeden, elbette bir cemâl ve Kemâl-i zâtîdir ki, tezahür etmek ister. "Cemil" ismini ve Cemil isminde münderiç olan "Vedud ve Rahîm" isimlerini okutturuyor. Çünki cemâl, bizzât sevilir. Zîcemâl ve cemâl, kendi kendini sever. Hem hüsündür, hem muhab-

sh: » (S: 669)

bettir. Kemâl dahi, bizzât mahbubdur, sebebsiz olarak sevilir. Hem muhibdir, hem mahbubdur. Mâdem nihayetsiz derece-i Kemâlde bir cemâl ve nihayetsiz derece-i cemâlde bir Kemâl; nihayet derecede sevilir, muhabbete ve aşka lâyıktır. Elbette âyinelerde ve âyinelerin kabiliyetlerine göre lemaâtını ve cilvelerini görmek ve göstermekle tezahür etmek ister. Demek Sâni'-i Zülcelâl'in ve Hakîm-i Zülcemâl'in ve Kadîr-i ZülKemâl'in zâtındaki cemâl-i zâtî ve Kemâlât-ı zâtiyesi, terahhum ve tahannün ister ve "Rahman ve Hannan" isimlerini tecelliye sevkeder. Terahhum ve tahannün ise, rahmet ve nimeti göstermekle "Rahîm ve Mün'im" isimlerini cilveye sevkeder. Rahmet ve nimet ise; teveddüd, taarrüf şe'nlerini iktiza edip "Vedud ve Maruf" isimlerini tecelliye sevkeder. Masnuun bir perdesinde onları gösterir, teveddüd ve taarrüf ise; lütuf ve kerem mânâlarını tahrik eder. "Lâtif ve Kerim" isimlerini masnuun Bâzı perdelerinde okutturuyor. Lütuf ve kerem şe'nleri ise, tezyin ve tenvir fiillerini tahrik eder. "Müzeyyin ve Münevvir" isimlerini masnuun hüsün ve nuraniyeti lisanıyla okutturur. Ve o tezyin ve tahsin şe'nleri ise, sun' ve inâyet mânâlarını iktiza eder. Ve "Sâni' ve Muhsin" isimlerini, o masnuun güzel sîmasıyla okutturur. Ve o sun' ve inâyet ise, bir ilim ve hikmeti iktiza eder. Ve İsm-i "Alîm ve Hakîm"i, o masnuun intizâmlı, hikmetli a'zasıyla okutturur. O ilim ve hikmet ise tanzim, tasvir, teşkil fiillerini iktiza ediyor. "Mûsavvir ve Mukaddir" isimlerini masnuun heyetiyle, şekliyle okutturur, gösterir.

İşte Sâni'-i Zülcelâl, bütün masnuatını öyle bir tarzda yapmış ki; ekserisi, hususan zîhayat kısmı, çok Esmâ-i İlahiyeyi okutturur. Güya herbir masnuuna ayrı ayrı, birbiri üstünde yirmi gömlek giydirmiş, yirmi perdeye sarmış. Her gömlekte, her perdede ayrı ayrı Esmâsını yazmış. Meselâ: Temsilde gösterildiği gibi, tek güzel bir çiçekle, insanın kısm-ı sânisinden bir ferd-i hasnanın yalnız zâhirî hilkatlerinde, çok sahifeler vardır. Başka büyük ve küllî masnuatı, o iki cüz'î misâle kıyas et.

Birinci sahife: Umumî şekil ve mikdarını gösteren heyettir ki: "Ya Mûsavvir, ya Mukaddir, ya Munazzım" isimlerini yâdeder.

İkinci sahife: Sûretlerinde ayrı ayrı a'zaların inkişafıyla hasıl olan çiçek ve insanın basit heyetidir ki; o sahifede "Alîm, Hakîm" isimleri gibi çok isimler yazılıyor.

sh: » (S: 670)

Üçüncü sahife: O iki mahlukun ayrı ayrı a'zalarına, ayrı ayrı hüsün ve zînet vermekle, o sahifede "Sâni' ve Bâri'" isimleri gibi çok isimler yazılıyor.

Dördüncü sahife: Öyle bir zînet ve hüsün, o iki masnua veriliyor ki; güya lütuf ve kerem tecessüm etmiş, onlar olmuş. O sahife "Ya Lâtif, Ya Kerim" gibi çok isimleri yâdeder, okur.

Beşinci sahife: O çiçeğe leziz meyveler, o hasnaya sevimli evlâdlar, güzel ahlâklar takmakla; o sahife "Ya Vedud, ya Rahîm, ya Mün'im" gibi isimleri okutturuyor.

Altıncı sahife: O in'am ve ihsan sahifesinde, "Ya Rahman, ya Hannan" gibi isimler okunuyor.

Yedinci sahife: O nimetlerde, o neticelerde, öyle lemaât-ı hüsün ve cemâl görünüyor ki, hakikî bir şevk ve şefkatle yoğrulmuş hâlis bir şükür ve safi bir muhabbete lâyık olur. O sahifede "Ya Cemil-i ZülKemâl, ya Kâmil-i Zülcemâl" isimleri yazılı okunuyor.

İşte yalnız bir güzel çiçek ve hasna bir insan ve yalnız maddî ve zâhir Sûretinde bu kadar Esmâyı gösterirse; acaba umum çiçekler ve bütün zîhayat ve büyük ve küllî mevcûdât, ne derece ulvî ve küllî Esmâyı okutuyor, kıyas edebilirsin.

Hem insan ruh, kalb, akıl cihetiyle ve hayat ve letâif sahifeleriyle "Hayy, Kayyum ve Muhyî" gibi ne kadar Esmâ-i kudsiye-i nuraniyeyi okur ve okutturur, kıyas edebilirsin.

İşte, Cennet bir çiçektir. Huri taifesi dahi bir çiçektir. Rûy-i zemin dahi bir çiçektir. Bahar da bir çiçektir. Semâ da bir çiçektir; yıldızlar, o çiçeğin yaldızlı nakışlarıdır. Güneş de bir çiçektir; ziyasındaki yedi rengi, o çiçeğin nakışlı boyalarıdır. Âlem, güzel ve büyük bir insandır; nasılki insan, küçük bir âlemdir. Huriler nev'i ve ruhânîler Cemâatı ve melek cinsi ve cin taifesi ve insan nev'i, birer güzel şahıs hükmünde tasvir ve tanzim ve icad edilmiştir. Hem herbiri külliyetiyle; hem herbir ferdi, tek başıyla Sâni'-i Zülcemâlinin Esmâsını gösterdikleri gibi; onun cemâline, Kemâline, rahmetine ve muhabbetine birer ayrı ayrı âyinelerdir. Ve nihayetsiz cemâl ve Kemâline ve rahmet ve muhabbetine birer şahid-i sadıktır. Ve o cemâl ve Kemâlin ve rahmet ve muhabbetin birer âyâtıdır, birer emaratıdır. İşte şu nihayetsiz enva'-ı Kemâlât, daire-i vâhidi

sh: » (S: 671)

yette ve ehadiyette hasıldır. Demek o daire haricinde tevehhüm olunan Kemâlât, Kemâlât değildir.

İşte hakaik-i eşyanın Esmâ-i İlahiyeye dayandığını ve istinad ettiğini, belki hakikî hakaik, o Esmânın cilveleri olduğunu ve herşeyin çok cihetlerle, çok dillerle Sâniini zikr ve tesbih ettiğini anla. وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ nin bir mânâsını bil ve سُبْحَانَ مَنِ اخْتَفَى بِشِدَّةِ ظُهُورِهِ de. Ve âyetlerin âhirlerinde olan وَ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ { وَ هُوَ الْغَفُورُ الرّحِيمُ { وَ هُوَ الْعَلِيمُ الْقَدِيرُ gibi zikir ve tekrarlarındaki bir sırrı fehmet.

Eğer bir çiçekte Esmâyı okuyamıyorsan ve vâzıh göremiyorsan; Cennet'e bak, bahara dikkat et, zeminin yüzünü temaşa et. Rahmetin şu büyük çiçekleri olan Cennet ve bahar ve zeminde yazılan Esmâyı vâzıhan okuyabilirsin, cilvelerini ve nakışlarını anlar, görürsün.

* * *

sh: » (S: 672)

İKİNCİ NOKTANIN İKİNCİ MEBHASI

Ehl-i dalaletin vekili, tutunacak ve dalaletini ona bina edecek hiçbir şey bulamadığı ve mülzem kaldığı zaman şöyle diyor ki:

"Ben, saadet-i dünyayı ve lezzet-i hayatı ve terakkiyat-ı medeniyeti ve Kemâl-i san'atı; kendimce, âhireti düşünmemekte ve Allah'ı tanımamakta ve hubb-u dünyada ve hürriyette ve kendine güvenmekte gördüğüm için, insanın ekserisini bu yola şeytanın himmetiyle sevkettim ve ediyorum.

Elcevab: Biz dahi Kur'an namına diyoruz ki: Ey bîçare insan! Aklını başına al! Ehl-i dalaletin vekilini dinleme! Eğer onu dinlersen hasaretin o kadar büyük olur ki, tasavvurundan ruh, akıl ve kalb ürperir. Senin önünde iki yol var:

Birisi: Ehl-i dalaletin vekilinin gösterdiği şekavetli yoldur.

Diğeri: Kur'an-ı Hakîm'in târif ettiği saadetli yoldur. İşte o iki yolun pekçok müvazenelerini, çok Sözlerde, hususan Küçük Sözlerde gördün ve anladın. Şimdi makam münasebetiyle binde bir müvazenelerini yine gör, anla. Şöyle ki:

Şirk ve dalaletin ve fısk ve sefahetin yolu, insanı nihayet derecede sukut ettiriyor. Hadsiz elemler içinde nihayetsiz ağır bir yükü zaîf ve âciz beline yükletir. Çünki insan, Cenâb-ı Hakk'ı tanımazsa ve Ona tevekkül etmezse, o vakit insan, gâyet derecede âciz ve zaîf, nihayet derecede muhtaç, fakir, hadsiz musibetlere maruz, elemli, kederli bir fâni hayvan hükmünde olup, bütün sevdiği ve alâka peyda ettiği bütün eşyadan mütemadiyen firak elemini çeke çeke, nihayette, bâki kalan bütün ahbabını bir firak-ı elîm içinde bırakıp, kabrin zulümatına yalnız olarak gider. Hem müddet-i hayatında gâyet cüz'î bir ihtiyar ve küçük bir iktidar ve kısacık bir hayat ve az bir ömür ve sönük bir fikir ile nihayetsiz elemler ile ve emeller ile faydasız çarpışır ve hadsiz arzuların ve makasıdın tahsiline, semeresiz boşu boşuna çalışır. Hem kendi vücudu-

sh: » (S: 673)

nu yüklenemediği halde, koca dünya yükünü bîçare beline ve kafasına yüklenir. Daha cehenneme gitmeden cehennem azabını çeker.

Evet şu elîm elemi ve dehşetli mânevî azabı hissetmemek için, ehl-i dalâlet ibtal-i his nev'inden gaflet sarhoşluğu ile muvakkaten hissetmez. Fakat hissedeceği zaman yâni kabre yakın olduğu vakit birden hisseder. Çünki Cenâb-ı Hakk'a hakikî abd olmazsa, kendi kendine mâlik zannedecek. Halbuki o cüz'î ihtiyar, o küçük iktidarı ile şu fırtınalı dünyada vücudunu idare edemiyor. Hayatına muzır mikroptan tut, tâ zelzeleye kadar binler taife düşmanları, hayatına karşı tehacüm vaziyetinde görür. Elîm bir korku dehşeti içinde her vakit kendine müdhiş görünen kabir kapısına bakıyor. Hem bu vaziyette iken insâniyet itibariyle nev'-i insanî ile ve dünya ile alâkadar olduğu halde, dünyayı ve insanı Hakîm, Alîm, Kadîr, Rahîm, Kerim bir zâtın tasarrufunda tasavvur etmediği ve onları tesadüf ve tabiata havale ettiği için, dünyanın ehvali ve insanın ahvâli onu daima iz'ac eder. Kendi elemiyle beraber insanların elemini de çeker. Dünyanın zelzelesi, taunu, tufanı, kaht u galası, fena ve zevali, ona gâyet müz'iç ve karanlıklı birer musibet Sûretinde onu tazib eder.

Hem şu haldeki insan, merhamet ve şefkate lâyık değildir. Çünki kendi kendine bu dehşetli vaziyeti veriyor. Sekizinci Söz'de kuyuya girmiş iki kardeşin müvazene-i halinde denildiği gibi; nasıl bir adam, güzel bir bahçede, güzel bir ziyafette, güzel ahbablar içinde, nezahetli, tatlı, namuslu, hoş, meşru bir lezzet ve eğlenceye kanaat etmeyip, gayr-ı meşru ve mülevves bir lezzet için çirkin ve necis bir şarabı içse, sarhoş olup kendini kış ortasında, pis bir yerde ve hattâ canavarlar içinde tahayyül etse, titreyip bağırıp çağırsa nasıl merhamete lâyık değil. Çünki ehl-i namus ve mübarek arkadaşlarını canavar tasavvur eder, onlara karşı hakaret eder. Hem ziyafetteki leziz taamları ve temiz kapları mülevves, pis taşlar tasavvur eder, kırmağa başlar. Hem mecliste muhterem kitabları ve mânidar mektubları mânâsız ve âdi nakışlar tasavvur eder, yırtarak ayak altına atar ve hâkezâ... Böyle bir şahıs, nasıl merhamete müstehak değil, belki tokata müstehaktır. Öyle de: Sû'-i ihtiyarından neş'et eden küfür sarhoşluğu ile ve dalâlet divaneliğiyle Sâni'-i Hakîm'in şu misafirhane-i dünyasını, tesadüf ve tabiat oyuncağı olduğunu tevehhüm edip ve cilve-i Esmâ-i İlahiyeyi tazelendiren masnuatın, zamanın geçmesiyle vazifelerinin

sh: » (S: 674)

bittiğinden âlem-i gayba geçmelerini, adem ile îdam tasavvur ederek ve tesbihat sadalarını, zeval ve firak-ı ebedî vaveylâsı olduklarını tahayyül ettiğinden ve mektûbât-ı Samedâniye olan şu mevcûdât sahifelerini, mânâsız, karmakarışık tasavvur ettiğinden ve âlem-i rahmete yol açan kabir kapısını zulümat-ı adem ağzı tasavvur ettiğinden ve eceli, hakikî ahbablara visal daveti olduğu halde, bütün ahbablardan firak nöbeti tasavvur ettiğinden; hem kendini dehşetli bir azab-ı elîmde bırakıyor, hem mevcûdâtı, hem Cenâb-ı Hakk'ın Esmâsını, hem mektûbâtını inkâr ve tezyif ve tahkir ettiğinden, merhamete ve şefkate lâyık olmadığı gibi, şiddetli bir azaba da müstehaktır. Hiçbir cihette merhamete lâyık değildir.

İşte ey bedbaht ehl-i dalâlet ve sefahet! Şu dehşetli sukuta karşı ve ezici me'yusiyete mukabil; hangi tekemmülünüz, hangi fünununuz, hangi Kemâliniz, hangi medeniyetiniz, hangi terakkiyatınız karşı gelebilir? Ruh-u beşerin eşedd-i ihtiyaç ile muhtaç olduğu hakikî teselliyi nerede bulabilirsiniz? Hem güvendiğiniz ve bel bağladığınız ve âsâr-ı İlahiyeyi ve ihsanat-ı Rabbâniyeyi onlara isnad ettiğiniz hangi tabiatınız, hangi esbabınız, hangi şerikiniz, hangi keşfiyatınız, hangi milletiniz, hangi bâtıl Mâbudunuz, sizi sizce îdam-ı ebedî olan mevtin zulümatından kurtarıp, kabir hududundan, berzah hududundan, mahşer hududundan, sırat köprüsünden hâkimâne geçirebilir, saadet-i ebediyeye mazhar edebilir? Halbuki kabir kapısını kapamadığınız için, siz kat'î olarak bu yolun yolcususunuz. Böyle bir yolcu, öyle birisine dayanır ki, bütün bu daire-i azîme ve bu geniş hududlar, onun taht-ı emrinde ve tasarrufundadır.

Hem dahi, ey bedbaht ehl-i dalâlet ve gaflet! "Gayr-ı meşru bir muhabbetin neticesi, merhametsiz azab çekmektir." kaidesi sırrınca, siz, fıtratınızdaki Cenâb-ı Hakk'ın zât ve sıfât ve Esmâsına sarfedilecek muhabbet ve mârifet istidadını ve şükür ve ibâdat cihazatını, nefsinize ve dünyaya gayr-ı meşru bir Sûrette sarfettiğinizden, bil-istihkak cezasını çekiyorsunuz. Çünki Cenâb-ı Hakk'a ait muhabbeti, nefsinize verdiniz. Mahbubunuz olan nefsinizin hadsiz belasını çekiyorsunuz. Çünki hakikî bir rahatı o mahbubunuza vermiyorsunuz. Hem onu, hakikî mahbub olan Kadîr-i Mutlak'a tevekkül ile teslim etmiyorsunuz, daima elem çekiyorsunuz. Hem Cenâb-ı Hakk'ın Esmâ ve sıfâtına ait muhabbeti, dünyaya verdiniz ve âsâr-ı san'atını, âlemin esbabına taksim ettiniz; belasını çeki

sh: » (S: 675)

yorsunuz. Çünki o hadsiz mahbublarınızın bir kısmı size Allahaısmarladık demeyip, size arkasını çevirip, bırakıp gidiyor. Bir kısmı sizi hiç tanımıyor, tanısa da sizi sevmiyor. Sevse de size bir fayda vermiyor. Daima hadsiz firaklardan ve ümidsiz dönmemek üzere zevallerden azab çekiyorsunuz.

İşte ehl-i dalaletin saadet-i hayatiye ve tekemmülât-ı insâniye ve mehâsin-i medeniyet ve lezzet-i hürriyet dedikleri şeylerin iç yüzleri ve mahiyetleri budur. Sefahet ve sarhoşluk bir perdedir, muvakkaten hissettirmez. "Tuh onların aklına!" de...

Amma Kur'anın cadde-i nuraniyesi ise: Bütün ehl-i dalaletin çektiği yaraları, hakaik-i îmâniye ile tedâvi eder. Bütün evvelki yoldaki zulümatı dağıtır. Bütün dalâlet ve helâket kapılarını kapatır. Şöyle ki:

İnsanın za'f ve aczini ve fakr ve ihtiyacını, bir Kadîr-i Rahîm'e tevekkül ile tedâvi eder. Hayat ve vücudun yükünü, Onun kudretine, rahmetine teslim edip; kendine yüklemeyip belki kendisi o hayatına ve nefsine biner hükmünde bir rahat makam bulur. Kendisinin "nâtık bir hayvan" değil, belki hakikî bir insan ve makbul bir misafir-i Rahman olduğunu bildirir. Dünyayı, bir misafirhane-i Rahman olduğunu göstermekle ve dünyadaki mevcûdât ise, Esmâ-i İlahiyenin âyineleri olduklarını ve masnuatı ise, her vakit tazelenen mektûbât-ı Samedâniye olduklarını bildirmekle, insanın fena-yı dünyadan ve zeval-i eşyadan ve hubb-u fâniyattan gelen yaralarını güzelce tedâvi eder ve evhamın zulümatından kurtarır. Hem mevt ve eceli, âlem-i berzaha giden ve âlem-i bekada olan ahbablara visal ve mülâkat mukaddemesi olarak gösterir. Ehl-i dalaletin nazarında bütün ahbabından bir firak-ı ebedî telakki ettiği ölüm yaralarını böylece tedâvi eder. Ve o firak, ayn-ı lika olduğunu isbat eder. Hem kabrin âlem-i rahmete ve dâr-ı saadete ve bağistan-ı cinana ve nuristan-ı Rahman'a açılan bir kapı olduğunu isbat etmekle, beşerin en müdhiş korkusunu izale edip, en elîm ve kasavetli ve sıkıntılı olan berzah seyahatini, en leziz ve ünsiyetli ve ferahlı bir seyahat olduğunu gösterir. Kabir ile ejderha ağzını kapatır, güzel bir bahçeye kapı açar. Yâni kabir ejderha ağzı olmadığını, belki bağistan-ı rahmete açılan bir kapı olduğunu gösterir.

Hem mü'mine der: "İhtiyarın cüz'î ise; kendi mâlikinin irade-i külliyesine işini bırak. İktidarın küçük ise, Kadîr-i Mutlak'ın kud

sh: » (S: 676)

retine itimad et. Hayatın az ise, hayat-ı bâkiyeyi düşün. Ömrün kısa ise; ebedî bir ömrün var, merak etme. Fikrin sönük ise; Kur'anın güneşi altına gir, îmânın nuruyla bak ki: Yıldız böceği olan fikrin yerine herbir âyet-i Kur'an, birer yıldız misillü sana ışık verir. Hem hadsiz emellerin, elemlerin varsa, nihayetsiz bir sevab ve hadsiz bir rahmet seni bekliyor. Hem hadsiz arzuların, makasıdın varsa, onları düşünüp muztarib olma. Onlar bu dünyaya sığışmaz. Onların yerleri başka diyardır ve onları veren de başkadır."

Hem der: "Ey insan! Sen kendine mâlik değilsin. Sen, kudreti nihayetsiz bir Kadîr, rahmeti hadsiz bir Rahîm-i Zât-ı Zülcelâl'in memlûküsün. Öyle ise sen, kendi hayatını kendine yükleyip zahmet çekme; çünki hayatı veren odur, idare eden de odur. Hem dünya sahibsiz değil ki, sen kendi kafana dünya yükünü yüklettirerek ehvalini düşünüp merak etme; çünki onun sahibi Hakîm'dir, Alîm'dir. Sen de misafirsin; fuzulî olarak karışma, karıştırma. Hem insanlar, hayvanlar gibi mevcûdât, başı boş değilller; belki vazifedâr memurdurlar. Bir Hakîm-i Rahîm'in nazarındadırlar. Onların âlâm ve meşakkatlarını düşünüp, ruhuna elem çektirme. Ve onların Hâlık-ı Rahîm'inin rahmetinden daha ileri şefkatini sürme. Hem sana düşmanlık vaziyetini alan mikroptan tâ taun ve tufan ve kaht ve zelzeleye kadar bütün eşyanın dizginleri, o Rahîm-i Hakîm'in elindedirler. O Hakîm'dir, abes iş yapmaz. Rahîm'dir, rahîmiyeti çoktur. Yaptığı her işinde bir nevi lütuf var."

Hem der: "Şu âlem çendan fânidir, fakat ebedî bir âlemin levazımatını yetiştiriyor. Çendan zâildir, geçicidir; fakat bâki meyveler veriyor, bâki bir zâtın bâki Esmâsının cilvelerini gösteriyor. Ve çendan lezzetleri az, elemleri çoktur; fakat Rahman-ı Rahîm'in iltifatatı, zevalsiz hakikî lezzetlerdir. Elemler ise sevab cihetiyle mânevî lezzet yetiştiriyor. Mâdem meşru daire; ruh ve kalb ve nefsin bütün lezzetlerine, safalarına, keyiflerine kâfidir. Gayr-ı meşru daireye girme. Çünki o dairedeki bir lezzetin bâzan bin elemi var. Hem hakikî ve daimî lezzet olan iltifatat-ı Rahmâniyeyi kaybetmeğe sebebdir."

Hem dalaletin yolunda sâbıkan Beyân edildiği gibi esfel-i sâfilîne insanı öyle bir sukut ettiriyor ki; hiçbir medeniyet, hiçbir felsefe ona çare bulamadıkları ve o derin zulümat kuyusundan hiçbir terakkiyat-ı beşeriye, hiçbir Kemâlât-ı fenniye insanı çıkaramadığı halde, Kur'an-ı Hakîm îmân ve amel-i sâlih ile o esfel-i sâfilîne sukuttan insanı a'lâ-yı illiyyîne çıkarır ve delâil-i kat'-

sh: » (S: 677)

iye ile çıkarmasını isbat ediyor ve o derin kuyuyu terakkiyat-ı mâneviyenin basamaklarıyla ve tekemmülât-ı ruhiyenin cihazatıyla dolduruyor.

Hem beşerin uzun ve fırtınalı ve dağdağalı olan ebed tarafındaki yolculuğunu gâyet derecede teshil eder ve kolaylaştırır. Bin, belki ellibin senelik mesâfeyi bir günde kestirecek vesaiti gösterir.

Hem Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Zât-ı Zülcelâl'i tanıttırmakla, insanı ona bir memur abd ve bir vazifedâr misafir vaziyetini verir. Hem dünya misafirhanesinde, hem berzahî ve uhrevî menzillerde Kemâl-i rahatla seyahatini temin eder. Nasılki bir padişahın müstakim bir memuru, onun daire-i memleketinde, hem her vilayetin hududlarından sühuletle ve tayyare, gemi, şimendifer gibi sür'atli vasıta-i seyahatle gezer, geçer. Öyle de: Sultan-ı Ezelî'ye îmân ile intisab eden ve amel-i sâlih ile itaat eden bir insan, şu misafirhane-i dünya menzillerinden ve âlem-i berzah ve âlem-i mahşer dairelerinden ve hâkezâ kabirden sonraki bütün âlemlerin geniş hududlarından berk ve burak sür'atinde geçer. Tâ saadet-i ebediyeyi bulur. Ve şu hakikatı kat'î isbat eder ve asfiya ve evliyaya gösterir.

Hem de Kur'anın hakikatı der ki: "Ey mü'min! Sendeki nihayetsiz muhabbet kabiliyetini, çirkin ve noksan ve şerûr ve sana muzır olan nefs-i emmârene verme. Onu mahbub ve onun hevasını kendine Mâbud ittihaz etme. Belki sendeki o nihayetsiz muhabbet kabiliyetini, nihayetsiz bir muhabbete lâyık, hem nihayetsiz sana ihsan edebilen, hem istikbalde seni nihayetsiz mes'ud eden, hem bütün alâkadar olduğun ve onların saadetleriyle mes'ud olduğun bütün zâtları, ihsanatıyla mes'ud eden, hem nihayetsiz Kemâlâtı bulunan ve nihayetsiz derecede kudsî, ulvî, münezzeh, kusursuz, noksansız, zevalsiz cemâl sahibi olan ve bütün Esmâsı, nihayet derecede güzel olan ve her isminde pek çok envar-ı hüsün ve cemâl bulunan ve cennet bütün güzellikleriyle ve nimetleriyle, onun cemâl-i rahmetini ve rahmet-i cemâlini gösteren ve sevimli ve sevilen bütün kâinattaki bütün hüsün ve cemâl ve mehâsin ve Kemâlât, onun cemâline ve Kemâline işaret eden ve delâlet eden ve emâre olan bir zâtı, mahbub ve Mâbud ittihaz et..."

Hem der: "Ey insan! Onun Esmâ ve sıfâtına ait istidad-ı muhabbetini, sâir bekasız mevcûdâta verme; faidesiz mahlukata da

sh: » (S: 678)

ğıtma. Çünki âsâr ve mahlukat fânidirler. Fakat o âsârda ve o masnuatta nakışları, cilveleri görünen Esmâ-i hüsnâ bâkidirler, daimîdirler. Ve Esmâ ve sıfâtın herbirisinde binler merâtib-i ihsan ve cemâl ve binler tabakat-ı Kemâl ve muhabbet var. Sen yalnız Rahman ismine bak ki: Cennet bir cilvesi ve saadet-i ebediye bir lem'ası ve dünyadaki bütün rızk ve nimet, bir katresidir."

İşte şu müvazene, ehl-i dalaletle ehl-i îmânın hayat ve vazife cihetindeki mahiyetlerine işaret eden

لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ اِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ

hem netice ve akibetlerine işaret eden فَمَا بَكَتْ عَلَيْهِمُ السَّمَاءُ وَ اْلاَرْضُ olan âyete dikkat et. Ne kadar ulvî, mu'cizane, Beyân ettiğimiz müvazeneyi ifade ederler. Birinci âyet, Onbirinci Söz'de tafsilen o âyetin i’câzkârane ve îcazkârane ifade ettiği hakikatı, o Sözde Beyân edildiğinden, onu oraya havale ederiz. İkinci âyet ise, yalnız bir küçük işaretle göstereceğiz ki, ne kadar ulvî bir hakikatı ifade ediyor. Şöyle ki:

Şu âyet, mefhum-u muvafık ile şöyle ferman ediyor: "Ehl-i dalaletin ölmesiyle, semâvat ve zemin, onların üstünde ağlamıyorlar." Ve mefhum-u muhalif ile delâlet ediyor ki: "Ehl-i îmânın dünyadan gitmesiyle, semâvat ve zemin, onların üstünde ağlıyor." Yâni: Ehl-i dalalet, mâdem semâvat ve arzın vazifelerini inkâr ediyor. Mânâlarını bilmiyor. Onların kıymetlerini iskat ediyor. Sâni'lerini tanımıyor. Onlara karşı bir hakaret, bir adavet ettiğinden elbette semâvat ve zemin, onlara ağlamak değil, belki onlara nefrin eder, onların gebermesiyle memnun olurlar. Ve mefhum-u muhalif ile der: "Semâvat ve arz, ehl-i îmânın ölmesiyle ağlarlar." Zira ehl-i îmân ise (çünki) semâvat ve arzın vazifelerini bilir. Hakikî hakikatlarını tasdik ediyor. Ve onların ifade ettikleri mânâları îmân ile anlıyor. "Ne kadar güzel yapılmışlar, ne kadar güzel hizmet ediyorlar." diyor. Ve onlara lâyık kıymeti veriyor ve ihtiram ediyor. Cenâb-ı

sh: » (S: 679)

Hak hesabına onlara ve onlar âyine oldukları Esmâya muhabbet ediyor. İşte bu sır içindir ki, semâvat ve zemin, ağlar gibi ehl-i îmânın zevaline mahzun oluyorlar.

MÜHİM BİR SUAL: Diyorsunuz ki: "Muhabbet, ihtiyârî değil. Hem ihtiyac-ı fıtrîye binaen, leziz taamları ve meyveleri severim. Peder ve valide ve evlâdlarımı severim. Refika-i hayatımı severim. Dost ve ahbablarımı severim. Enbiya ve evliyayı severim. Hayatımı, gençliğimi severim. Baharı ve güzel şeyleri ve dünyayı severim. Nasıl bunları sevmeyeceğim? Nasıl bütün bu muhabbetleri, Cenâb-ı Hakk'ın zât ve sıfât ve Esmâsına verebilirim? Bu ne demektir?

Elcevab: "Dört Nükte"yi dinle.

BİRİNCİ NÜKTE: Muhabbet, çendan ihtiyârî değil. Fakat ihtiyar ile, muhabbetin yüzü, bir mahbubdan diğer bir mahbuba dönebilir. Meselâ: Bir mahbubun çirkinliğini göstermekle veyahut asıl lâyık-ı muhabbet olan diğer bir mahbuba perde veya âyine olduğunu göstermekle, muhabbetin yüzü, mecâzî mahbubdan hakikî mahbuba çevrilebilir.

İKİNCİ NÜKTE: Ta'dad ettiğin sevdiklerini, sevme demiyoruz. Belki onları Cenâb-ı Hakk'ın hesabına ve onun muhabbeti namına sev, deriz. Meselâ: Leziz taamları, güzel meyveleri, Cenâb-ı Hakk'ın ihsanı ve o Rahman-ı Rahîm'in in'amı cihetinde sevmek, "Rahman" ve "Mün'im" isimlerini sevmektir, hem mânevî bir şükürdür. Şu muhabbet, yalnız nefis hesabına olmadığını ve Rahman namına olduğunu gösteren; meşru dairesinde kanaatkârane kazanmak ve mütefekkirane, müteşekkirane yemektir.

Hem peder ve valideyi şefkat ile teçhiz eden ve seni onların merhametli elleriyle terbiye ettiren hikmet ve rahmet hesabına onlara hürmet ve muhabbet, Cenâb-ı Hakk'ın muhabbetine aittir. O muhabbet ve hürmet, şefkat lillah için olduğuna alâmeti şudur ki: Onlar ihtiyar oldukları ve sana hiçbir faideleri kalmadığı ve seni zahmet ve meşakkate attıkları zaman, daha ziyade muhabbet ve merhamet ve şefkat etmektir. اِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ اَحَدُهُمَا اَوْ كِلاَهُمَا فَلاَ تَقُلْ لَهُمَا اُفٍّ âyeti beş mertebe hürmet ve şefkate evlâdı davet etmesi; Kur'anın

sh: » (S: 680)

nazarında valideynin hukukları ne kadar ehemmiyetli ve ukukları ne derece çirkin olduğunu gösterir. Mâdem peder; kimseyi değil, yalnız veledinin kendinden daha ziyade iyi olmasını ister. Ona mukabil veled dahi, pedere karşı hak dâva edemez. Demek valideyn ve veled ortasında fıtraten sebeb-i münakaşa yok. Zira münakaşa, ya gıbta ve hasedden gelir. Pederde oğluna karşı o yok. Veya münakaşa, haksızlıktan gelir. Veledin hakkı yoktur ki, pederine karşı hak dâva etsin. Pederini haksız görse de, ona isyan edemez. Demek pederine isyan eden ve onu rencide eden, insan bozması bir canavardır.

Ve evlâdlarını, o Zât-ı Rahîm-i Kerim'in hediyeleri olduğu için Kemâl-i şefkat ve merhamet ile onları sevmek ve muhafaza etmek, yine Hakk'a aittir. Ve o muhabbet ise, Cenâb-ı Hakk'ın hesabına olduğunu gösteren alâmet ise: Vefatlarında sabır ile şükürdür, me'yusane feryad etmemektir. "Hâlıkımın benim nezaretime verdiği sevimli bir mahluku idi, bir memlûkü idi, şimdi hikmeti iktiza etti, benden aldı, daha iyi bir yere götürdü. Benim o memlûkte bir zâhirî hissem varsa, hakikî bin hisse onun Hâlıkına aittir. «El-hükmü Lillah» deyip teslim olmaktır.

Hem dost ve ahbab ise: Eğer onlar îmân ve amel-i sâlih sebebiyle Cenâb-ı Hakk'ın dostları iseler, "El-hubbu Fillah" sırrınca o muhabbet dahi, Hakk'a aittir.

Hem refika-i hayatını, rahmet-i İlahiyenin munis, lâtif bir hediyesi olduğu cihetiyle sev ve muhabbet et. Fakat çabuk bozulan hüsn-ü Sûretine muhabbetini bağlama. Belki kadının en cazibedâr, en tatlı güzelliği, kadınlığa mahsus bir letafet ve nezaket içindeki hüsn-ü sîretidir. Ve en kıymetdar ve en şirin cemâli ise; ulvî, ciddî, samimî, nuranî şefkatidir. Şu cemâl-i şefkat ve hüsn-ü sîret, âhir hayata kadar devam eder, ziyadeleşir. Ve o zaîfe, lâtife mahlukun hukuk-u hürmeti, o muhabbetle muhafaza edilir. Yoksa hüsn-ü Sûretin zevaliyle, en muhtaç olduğu bir zamanda bîçare hakkını kaybeder.

Hem enbiya ve evliyayı sevmek, Cenâb-ı Hakk'ın makbul ibâdı olmak cihetiyle, Cenâb-ı Hakk'ın namına ve hesabınadır ve o nokta-i nazardan ona aittir.

Hem hayatı, Cenâb-ı Hakk'ın insana ve sana verdiği en kıymetdar ve hayat-ı bâkiyeyi kazandıracak bir sermaye ve bir define ve bâki Kemâlâtın cihazatını câmi' bir hazine cihetiyle onu sev-

sh: » (S: 681)

mek, muhafaza etmek, Cenâb-ı Hakk'ın hizmetinde istihdam etmek, yine o muhabbet bir cihette Mâbud'a aittir.

Hem gençliğin letâfetini, güzelliğini, Cenâb-ı Hakk'ın lâtif, şirin, güzel bir ni'meti nokta-i nazarından istihsan etmek, sevmek, hüsn-ü istîmal etmek, şâkirane bir nevi muhabbet-i meşruadır.

Hem baharı: Cenâb-ı Hakk'ın nuranî esmâlarının en lâtif, güzel nakışlarının sahifesi, ve Sâni-i Hakîm'in antika san'atının en müzeyyen ve şa'şaalı bir meşher-i san'atı olduğu cihetiyle mütefekkirane sevmek, Cenâb-ı Hakk'ın esmâsını sevmektir.

Hem dünyayı: âhiretin mezraası ve Esma-i İlâhiyyenin âyinesi ve Cenâb-ı Hakk'ın mektûbâtı ve muvakkat bir misafirhanesi cihetinde sevmek, -nefs-i emmâre karışmamak şartıyla- Cenâb-ı Hakk'a ait olur.

Elhasıl: Dünyayı ve ondaki mahlûkatı mâna-yı harfiyle sev. Mâna-yı ismiyle sevme. «Ne kadar güzel yapılmış» de. «Ne kadar güzeldir» deme. Ve kalbin bâtınına, başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünki: Bâtın-ı kalb, âyine-i Sameddir ve Ona mahsustur.

اَللّهُمَّ ارْزُقْنَا حُبَّكَ وَ حُبَّ مَا يُقَرِّبُنَا اِلَيْكَ de.

İşte bütün tâdad ettiğimiz muhabbetler, eğer bu sûretle olsa, hem elemsiz bir lezzet verir, hem bir cihette zevalsiz bir visaldir. Hem muhabbet-i İlâhiyyeyi ziyadeleştirir. Hem meşrû bir muhabbettir. Hem ayn-ı lezzet bir şükürdür. Hem ayn-ı muhabbet bir fikirdir.

Meselâ: Nasılk, bir padişah-ı âli, (Haşiye) sana bir elmayı ihsan etse, o elmaya iki muhabbet ve onda iki lezzet var: Biri, elma, elma olduğu için sevilir. Ve elmaya mahsus ve elma kadar bir lezzet var. Şu muhabbet padişaha ait değil. Belki, huzurunda o elmayı ağzına atıp yiyen adam, padişahı değil, elmayı sever ve nefsine muhabbet eder. Bâzan olur ki: padişah o nefisperverane olan muhabbeti beğenmez, ondan nefret eder. Hem elma lezzeti dahi cüz'îdir. Hem zeval bulur; elmayı yedikten sonra o lezzet dahi gider, bir teessüf kalır. İkinci muhabbet ise: Elma içindeki elma ile göste-

___________________________

(Haşiye): Bir zaman iki aşiret reisi, bir padişahın huzuruna girmişler, yazılan aynı vaziyette bulunmuşlar.

sh: » (S: 682)

terilen iltifatat-ı şâhânedir. Güya o elma, iltifat-ı şâhânenin nümunesi ve mücessemidir, diye başına koyan adam, padişahı sevdiğini izhar eder. Hem iltifatın gılâfı olan o meyvede öyle bir lezzet var ki, bin elma lezzetinin fevkındedir. İşte şu lezzet ayn-ı şükrandır. Şu muhabbet, padişaha karşı hürmetli bir muhabbettir.

Aynen onun gibi bütün ni'metlere ve meyvelere, zâtları için muhabbet edilse, yalnız maddî lezzetleriyle gafilâne telezzüz etse, o muhabbet nefsanîdir. O lezzetler de geçici ve elemlidir. Eğer Cenâb-ı Hakk'ın iltifatat-ı rahmeti ve ihsanatının meyveleri cihetiyle sevse ve o ihsan ve iltifatatın derece-i lütuflarını takdir etmek suretinde kemâl-i iştiha ile lezzet alsa; hem mânevî bir şükür, hem elemsiz bir lezzettir...

ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Cenâb-ı Hakk'ın esmâsına karşı olan muhabbetin tabakatı var: Sâbıkan Beyân ettiğimiz gibi; bâzan âsâra muhabbet suretiyle esmâyı sever. Bâzan esmâyı, kemalât-ı İlâhiyyenin unvanları olduğu cihetle sever. Bâzan insan, câmiiyyet-i mahiyet cihetiyle hadsiz ihtiyacat noktasında esmâya muhtaç ve müştak olur. Ve o ihtiyaçla sever. Meselâ: Sen bütün şefkat ettiğin akraba ve fukarâ ve zaif ve muhtaç mahlûkata karşı, âcizâne istimdad ihtiyacını hissettiğin halde biri çıksa, istediğin gibi onlara iyilik etse, o zâtın in'am edici ünvanı ve kerîm ismi ne kadar senin hoşuna gider, ne kadar o zâtı, o unvan ile seversin. Öyle de: Yalnız Cenâb-ı Hakk'ın Rahman ve Rahîm isimlerini düşün ki: Sen sevdiğin ve şefkat ettiğin bütün mü'min ve âbâ ve ecdâdını ve akraba ve ahbabını dünyada ni'metlerin envâiyla ve Cennet'te envâ-i lezâiz ile ve saadet-i ebediyyede onları sana gösterip ve kendini onlara göstermesiyle mes'ud ettiği cihette o «Rahman» ismi ve «Rahîm» unvanı, ne kadar sevilmeğe lâyıktırlar ve ne derece o iki isme rûh-u beşer muhtaç olduğunu kıyas edebilirsin. Ve ne derece: «'Elhamdülillâhi alâ Rahmâniyyetihî ve alâ Rahîmiyyetihî»ِ yerindedir anlarsın.

Hem alâkadar olduğun ve perişaniyetlerinden müteessir olduğun; senin bir nevi hânen ve içindeki mevcûdât, senin o hânenin ünsiyetli levazımatı ve sevimli müzeyyenatı hükmünde olan dünyayı ve içindeki mahlûkatı kemâl-i hikmet ile tanzim ve tedbir ve terbiye eden zâtın «Hakîm» ismine ve «Mürebbî» unvanına senin ruhun ne kadar muhtaç, ne kadar müştak olduğunu dikkat etsen anlarsın. Hem bütün alâkadar olduğun ve zevalleriyle müteellim olduğun insanları, mevtleri hengâmında adem zulümatından kurta-

sh: » (S: 683)

rıp şu dünyadan daha güzel bir yerde yerleştiren bir zâtın «Vâris, Bâis» isimlerine, «Bâki, Kerim, Muhyî ve Muhsin» unvanlarına ne kadar ruhun muhtaç olduğunu dikkat etsen anlarsın.

İşte insanın mahiyeti, ulviyye; fıtratı, câmia olduğundan; binler enva-ı hâcât ile binbir Esmâ-i İlâhiyyeye, herbir ismin çok mertebelerine fıtraten muhtaçtır. Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aşktır. Ruhun tekemmülâtına göre merâtib-i muhabbet, merâtib-i esmâya göre inkişaf eder. Bütün esmâya muhabbet dahi -Çünki o esmâ Zât-ı Zülcelâl'in ûnvanları ve cilveleri olduğundan- muhabbet-i zâtiyyeye döner. Şimdi yalnız nümune olarak binbir esmâdan yalnız «Adl» ve «Hakem» ve «Hak» ve «Rahîm» isimlerinin binbir mertebelerinden bir mertebeyi Beyân edeceğiz. Şöyle ki:

Hikmet ve adl içindeki «Rahmânirrahîm» ve «Hak» ismini âzamî bir dairede görmek istersen, şu temsile bak: Nasılki; bir orduda dörtyüz muhtelif taifeler bulunduğunu farz ediyoruz ki, herbir taife beğendiği elbiseleri ayrı, hoşuna gittiği erzâkı ayrı, rahatla istîmal edeceği silâhları ayrı ve mizacına deva olacak ilâçları ayrı oldukları halde, bütün o dörtyüz tâife, ayrı ayrı, takım, bölük tefrik edilmeyerek, belki birbirine karışık olduğu halde onları kemâl-i şefkat ve merhametinden ve hârikulâde iktidarından ve mu'cizâne ilim ve ihâtasından ve fevkalâde adâlet ve hikmetinden, misilsiz birtek padişah onların hiçbirini şaşırmayarak, hiçbirini unutmayarak, bütün ayrı ayrı onlara lâyık elbise, erzak, ilâç ve silâhlarını muinsiz olarak bizzât kendisi verse, o zât acaba ne kadar muktedir, müşfik, âdil, kerîm bir padişah olduğunu anlarsın. Çünki: Bir taburda on milletten efrad bulunsa, onları ayrı ayrı giydirmek ve teçhiz etmek, çok müşkil olduğundan, bilmecburiye ne cinsten olursa olsun, bir tarzda teçhiz edilir.

İşte öyle de: Cenâb-ı Hakk'ın adl ve hikmet içindeki İsm-i «Hak ve Rahmânirrahîm»in cilvesini görmek istersen bahar mevsiminde zeminin yüzünde çadırları kurulmuş, muhteşem dörtyüzbin milletten mürekkeb nebâtat ve hayvanat ordusuna bak ki; bütün o milletler, o taifeler, birbiri içinde oldukları halde, herbirinin libası ayrı, erzakı ayrı, silâhı ayrı, tarz-ı hayatı ayrı, tâlimatı ayrı, terhisatı ayrı oldukları halde ve o hâcâtlarını tedârik edecek iktidarları ve o metâlibi isteyecek dilleri olmadığı halde, daire-i hikmet ve adl içinde, mizan ve intizâm ile «Hak» ve «Rahman», «Rezzak»

sh: » (S: 684)

ve «Rahîm», «Kerim» unvanlarını seyret, gör. Nasıl hiçbirini şaşırmıyarak, unutmıyarak, iltibas etmeyerek terbiye ve tedbir ve idare eder.

İşte, böyle hayret verici muhit bir intizâm ve mîzan ile yapılan bir işe, başkalarının parmakları karışabilir mi? Vâhid-i Ehad, Hakîm-i Mutlak, Kadîr-i Külli Şey'den başka, bu san'ata, bu tedbire, bu Rubûbiyyete, bu tedvîre hangi şey elini uzatabilir? Hangi sebeb müdahale edebilir?

DÖRDÜNCÜ NÜKTE: Diyorsun: Benim taamlara, nefsime, refikama, valideynime, evlâdıma, ahbabıma, evliyaya, enbiyaya, güzel şeylere, bahara, dünyaya müteallik ayrı ayrı muhtelif muhabbetlerimin (Kur'anın emrettiği tarzda olsa) neticeleri, faideleri nedir?

Elcevab: Bütün neticeleri beyan etmek için büyük bir kitab yazmak lâzımgelir. Şimdilik yalnız icmâlen bir iki neticeye işaret edilecek. Evvelâ, dünyadaki muaccel neticeleri beyan edilecek. Sonra âhirette tezahür eden neticeleri zikredilecek. Şöyle ki:

Sâbıkan beyan edildiği gibi; ehl-i gaflet ve ehl-i dünya tarzında ve nefis hesabına olan muhabbetlerin; dünyada belâları, elemleri, meşakkatleri çoktur. Safaları, lezzetleri, rahatları azdır. Meselâ: Şefkat, acz yüzünden elemli bir musîbet olur. Muhabbet, firak yüzünden belalı bir hirkat olur. Lezzet, zeval yüzünden zehirli bir şerbet olur. Âhirette ise; Cenâb-ı Hakk'ın hesabına olmadıkları için, ya faidesizdir veya azapdır. (Eğer harama girmiş ise.)

Sual: Enbiya ve Evliyaya muhabbet, nasıl faidesiz kalır?

Elcevab: Ehl-i Teslis'in İsâ Aleyhisselâm'a ve Râfızîlerin Hazret-i Ali Radıyallahü Anh'a muhabbetleri faidesiz kaldığı gibi. Eğer o muhabbetler, Kur'anın irşad ettiği tarzda ve Cenâb-ı Hakk'ın hesabına ve muhabbet-i Rahman namına olsalar, o zaman hem dünyada, hem âhirette güzel neticeleri var. Amma dünyada ise: Leziz taamlara, güzel meyvelere muhabbetin, elemsiz bir ni'met ve ayn-ı şükür bir lezzettir.

Nefsine muhabbet ise: Ona acımak, terbiye etmek, zararlı hevesâttan men'etmektir. O vakit nefis sana binmez, seni hevâsına esir etmez. Belki sen nefsine binersin. Onu hevâya değil, hüdâya sevkedersin.

sh: » (S: 685)

Refika-i hayatına muhabbetin, mâdem hüsn-ü sîret ve mâden-i şefkat ve hediyye-i rahmet olduğuna bina edilmiş. O refikaya samimî muhabbet ve merhamet edersen, o da sana ciddî hürmet ve muhabbet eder. İkiniz ihtiyar oldukça o hal ziyadeleşir, mes'ûdane hayatını geçirirsin. Yoksa hüsn-ü Sûrete muhabbet nefsanî olsa, o muhabbet çabuk bozulur, hüsn-ü muaşereti de bozar.

Peder ve valideye karşı muhabbetin, Cenâb-ı Hak hesabına olduğu için hem bir ibâdet, hem de onlar ihtiyarlandıkça hürmet ve muhabbeti ziyadeleştirirsin. En âli bir his ile, en merdane bir himmet ile onların tûl-ü ömrünü ciddî arzu edip bekalarına duâ etmek, tâ «onların yüzünden daha ziyade sevab kazanayım» diye samimî hürmetle onların elini öpmek, ulvî bir lezzet-i ruhânî almaktır. Yoksa; nefsanî, dünya itibariyle olsa, onlar ihtiyar oldukları ve sana bâr olacak bir vaziyete girdikleri zaman en süflî ve en alçak bir his ile vücudlarını istiskal etmek, sebeb-i hayatın olan o muhterem zatların mevtlerini arzu etmek gibi vahşi, kederli, ruhânî bir elemdir.

Evlâdına muhabbet ise: Cenâb-ı Hakk'ın senin nezaretine ve terbiyene emanet ettiği sevimli, ünsiyetli o mahluklara muhabbet ise; saadetli bir muhabbet, bir ni'mettir. Ne musibetleriyle fazla elem çekersin, ne de ölümleriyle me'yusâne feryad edersin. Sâbıkan geçtiği gibi «Onların Hâlıkları hem Hakîm, hem Rahîm olduğundan, onlar hakkında o mevt bir saadettir» dersin. Senin hakkında da, onları sana veren Zâtın rahmetini düşünürsün. Firak eleminden kurtulursun.

Ahbablara muhabbetin ise: Mâdem «Lillah» içindir. O ahbabların firakları, hattâ ölümleri, sohbetinize ve uhuvvetinize mâni olmadığı için, o mânevî muhabbet ve ruhanî irtibattan istifade edersin. Ve mülâkat lezzeti daimî olur. «Lillah» için olmazsa, bir günlük mülâkat lezzeti, yüz günlük firak elemini netice verir. (Haşiye)

Enbiya ve Evliyâya muhabbetin ise: Ehl-i gaflete karanlıklı bir vahşetgâh görünen âlem-i berzah, o nurânîlerin vücudlarıyla tenevvür etmiş menzilgâhları Sûretinde sana göründüğü için o âleme gitmeğe tevahhuş, tedehhüş değil; belki bilakis temayül ve iştiyak hissini verir; hayat-ı dünyeviyyenin lezzetini kaçırmaz. Yoksa, onların muhabbeti, ehl-i medeniyyetin meşahir-i insâniyyeye mu-

_______________________

(Haşiye): «Lillah» için bir saniye mülâkat, bir senedir. Dünya için olsa; bir sene, bir saniyedir.

sh: » (S: 686)

habbeti nev'inden olsa, o kâmil insanların fena ve zevallerini ve mâzi denilen mezâr-ı ekberinde çürümelerini düşünmekle, elemli hayatına bir keder daha ilâve eder. Yâni, «Öyle kâmilleri çürüten bir mezara, ben de gideceğim» diye düşünür; mezaristana endişeli bir nazarla bakar. «Ah!» çeker. Evvelki nazarda ise: Cisim libasını mâzide bırakıp, kendileri istikbal salonu olan berzah âleminde Kemâl-i rahatla ikametlerini düşünür, mezaristana ünsiyetkârane bakar.

Hem güzel şeylere muhabbetin, mâdem Sâni'leri hesabınadır. «Ne güzel yapılmışlar» tarzındadır. O muhabbetin bir leziz tefekkür olduğu halde, hüsün-perest, cemâl-perest zevkinin nazarını daha yüksek, daha mukaddes ve binler defa daha güzel cemâl mertebelerinin definelerine yol açar, baktırır. Çünki: O güzel âsârdan ef'al-i İlâhiyyenin güzelliğine intikal ettirir. Ondan esmânın güzelliğine, ondan sıfâtın güzelliğine, ondan Zât-ı Zülcelâl'in cemâl-i bîmisâline karşı kalbe yol açar. İşte bu muhabbet bu Sûrette olsa, hem lezzetlidir, hem ibâdettir ve hem tefekkürdür.

Gençliğe muhabbetin ise: Mâdem Cenâb-ı Hakk'ın güzel bir ni'meti cihetinde sevmişsin. Elbette onu ibâdette sarfedersin, sefahette boğdurup öldürmezsin... Öyle ise o gençlikte kazandığın ibâdetler, o fâni gençliğin bâki meyveleridir. Sen ihtiyarlandıkça, gençliğin iyilikleri olan bâki meyvelerini elde ettiğin halde, gençliğin zararlarından, taşkınlıklarından kurtulursun. Hem ihtiyarlıkta daha ziyade ibâdete muvaffakıyet ve merhamet-i İlâhiyyeye daha ziyade liyakat kazandığını düşünürsün. Ehl-i gaflet gibi beş-on senelik bir gençlik lezzetine mukabil, elli senede «Eyvah gençliğim gitti» diye teessüf edip, gençliğe ağlamayacaksın.

Nasılki, öylelerin birisi demiş: لَيْتَ الشَّبَابَةَ يَعُودُ يَوْمًا فَاُخْبِرُهُ بِمَا فَعَلَ الْمَشِيبُ Yâni: «Keşke gençliğim bir gün dönse idi; ihtiyarlık benim başıma neler getirdiğini şekva ederek haber verecektim.»

Bahar gibi zînetli meşherlere muhabbet ise: Mâdem san'at-ı İlâhiyyeyi seyran itibariyledır. O baharın gitmesiyle, temâşâ lezzeti zail olmaz. Çünki bahar yaldızlı bir mektub gibi, verdiği manaları her vakit temâşâ edebilirsin. Senin hayâlin ve zaman, ikisi de sinema şeridleri gibi sana o temâşâ lezzetini idame ettirmekle beraber o baharın mânalarını, güzelliklerini sana tazelendirirler.

sh: » (S: 687)

O vakit muhabbetin esefli, elemli, muvakkat olmaz. Lezzetli, safalı olur.

Dünyaya muhabbetin ise: Mâdem Cenâb-ı Hakk'ın namınadır. O vakit dünyanın dehşetli mevcûdâtı, sana ünsiyetli bir arkadaş hükmüne geçer. Mezraa-i âhiret cihetiyle sevdiğin için, her şey'inde, âhirete faide verecek bir sermaye, bir meyve alabilirsin. Ne musibetleri sana dehşet verir, ne zeval ve fenası sana sıkıntı verir. Kemâl-i rahatla o misafirhanede müddet-i ikametini geçirirsin. Yoksa, ehl-i gaflet gibi seversen, yüz defa sana söylemişiz ki: Sıkıntılı, ezici, boğucu, fenaya mahkûm, neticesiz bir muhabbet içinde boğulur, gidersin.

İşte bâzı mahbubların, Kur'anın irşad ettiği Sûrette olduğu vakit, herbirisinden yüzde ancak bir letâfetini gösterdik. Kur'anın gösterdiği yolda olmazsa, yüzden bir mazarratına işaret ettik. Şimdi şu mahbubların dâr-ı bekada, âlem-i âhirette, Kur'an-ı Hakîm'in âyât-ı beyyinatıyla işaret ettiği neticeleri işitmek ve anlamak istersen, işte o çeşit meşrû muhabbetlerin dâr-ı âhiretteki neticelerini «Bir Mukaddeme» ve «Dokuz İşaret»le yüzden bir faidesini icmâlen göstereceğiz:

MUKADDEME: Cenâb-ı Hak celîl ulûhiyyetiyle, cemîl rahmetiyle, kebîr rubûbiyyetiyle, kerîm re'fetiyle, azîm kudretiyle, lâtif hikmetiyle, şu küçük insanın vücudunu bu kadar havas ve hissiyat ile, bu derece cevarih ve cihazat ile ve muhtelif âzâ ve âlât ile ve mütenevvi letâif ve mâneviyat ile, echiz ve tezyin etmiştir ki; tâ, mütenevvi ve pekçok âlât ile, hadsiz envâ-ı nimetini, aksâm-ı ihsanatını, tabakat-ı rahmetini, o insana ihsas etsin, bildirsin, tattırsın, tanıttırsın. Hem, tâ binbir esmâsının hadsiz envâ-ı tecelliyatlarını, insana o âlât ile, bildirsin, tarttırsın, sevdirsin. Ve o insandaki pek kesretli âlât ve cihazatın herbirisinin ayrı ayrı hizmeti, ubûdiyyeti olduğu gibi, ayrı ayrı lezzeti, elemi, vazifesi ve mükâfatı vardır. Meselâ: Göz, Sûretlerdeki güzelliklerini ve âlem-i mubsıratta, güzel mu'cizât-ı kudretin envâını temaşa eder. Vazifesi, nazar-ı ibretle Sâniine şükrandır. Nazara mahsus lezzet ve elem mâlûmdur, târife hâcet yok. Meselâ: Kulak, sadaların envâ'larını, lâtif nağmelerini ve mesmûat âleminde Cenâb-ı Hakk'ın letâif-i rahmetini hisseder. Ayrı bir ubûdiyyet, ayrı bir lezzet, ayrı da bir mükâfatı var. Meselâ kuvve-i şâmme, kokular taifesindeki letâif-i rahmeti hisseder. Kendine mahsus bir vazife-i şükrâniyyesi, bir

sh: » (S: 688)

lezzeti vardır. Elbette mükâfatı dahi vardır. Meselâ; dildeki kuvve-i zâika, bütün mat'umâtın ezvâkını anlamakla gâyet mütenevvi bir şükr-ü mânevî ile vazife görür ve hâkezâ... Bütün cihazat-ı insâniyyenin ve kalb ve akıl ve ruh gibi büyük ve mühim letâifin böyle ayrı ayrı vazifeleri, lezzetleri ve elemleri vardır.

İşte Cenâb-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, bu insanda istihdam ettiği bu cihazatın elbette her birerlerine lâyık ücretlerini verecektir. O müteaddid envâ-ı muhabbetin sâbıkan Beyân edilen dünyadaki muaccel neticelerini, herkes vicdan ile hisseder ve bir hads-i sadık ile isbat edilir. Âhiretteki neticeleri ise: Kat'iyen vücudları ve tahakkukları, icmâlen Onuncu Söz'ün oniki hakikat-ı katıa-i sâtıasıyla ve Yirmidokuzuncu Söz'ün Altı Esâs-ı bâhiresiyle isbat edildiği gibi, tafsîlen اَصْدَقُ الْكَلاَمِ وَاَبْلَغُ النِّظَامِ كَلاَمُ اللّهِ الْمَلِكِ الْعَزِيزِ الْعَلاَّمِ olan Kur'an-ı Hakîm'in âyât-ı beyyinâtıyla tasrih ve telvih ve remiz ve işârâtıyla kat'iyen sabittir. Daha uzun bürhânları getirmeğe lüzum yok. Zaten başka Sözlerde ve Cennete dair Yirmisekizinci Söz'ün arabî olan ikinci makamında ve Yirmidokuzuncu Söz'de çok bürhânlar geçmiştir.

BİRİNCİ İŞARET: Leziz taamlara, hoş meyvelere şâkirane muhabbet-i meşruânın uhrevî neticesi, Kur'anın nassıyla, Cennet'e lâyık bir tarzda leziz taamları, güzel meyveleridir. Ve o taamlara ve o meyvelere müştehiyane bir muhabbettir. Hattâ dünyada yediğin meyve üstünde söylediğin «Elhamdülillâh» kelimesi, cennet meyvesi olarak tecessüm ettirilip sana takdim edilir. Burada meyve yersin, orada «Elhamdülillâh» yersin. Ve ni'mette ve taam içinde in'âm-ı İlâhîyi ve iltifat-ı Rahmânî'yi gördüğünden o lezzetli şükr-ü mânevî, Cennette gâyet leziz bir taam sûretinde sana verileceği, hadîsin nassıyla, Kur'anın işarâtıyla ve hikmet ve rahmetin iktizasıyla sabittir.

İKİNCİ İŞARET: Dünyada meşrû bir Sûrette nefsine muhabbet, yâni mehâsinine bina edilen muhabbet değil, belki noksaniyetlerini görüp, tekmil etmeğe bina edilen şefkat ile onu terbiye etmek ve onu hayra sevketmek neticesi, o nefse lâyık mahbubları,

sh: » (S: 689)

Cennette veriyor. Nefis, mâdem dünyada hevâ ve hevesini Cenâb-ı Hak yolunda hüsn-ü istîmal etmiş. Cihazatını, duygularını hüsn-ü Sûretle istihdam etmiş. Kerîm-i Mutlak, ona dünyadaki meşrû ve ubûdiyetkârane muhabbetin neticesi olarak Cenne'te, Cennetin yetmiş ayrı ayrı envâ-ı zînet ve letâfetinin nümuneleri olan yetmiş muhtelif hulleyi giydirip, nefisteki bütün hâsseleri memnun edecek, okşayacak yetmiş envâ-ı hüsün ile vücudunu süslendirip; herbiri, ruhlu küçük birer cennet hükmünde olan hûrîleri, o dâr-ı bekada vereceği, pekçok âyât ile tasrih ve isbat edilmiştir.

Hem dünyada gençliğe muhabbet, yâni ibâdette gençlik kuvvetini sarfetmenin neticesi: Dâr-ı saadette ebedî bir gençliktir.

ÜÇÜNCÜ İŞARET: Refika-i hayatına meşrû dairesinde, yâni, lâtif şefkatine, güzel hasletine, hüsn-ü sîretine binaen samimî muhabbet ile, refika-i hayatını da nâşizelikten, sâir günahlardan muhafaza etmenin netice-i uhreviyesi ise: Rahîm-i Mutlak, o refika-i hayatı, hurîlerden daha güzel bir Sûrette ve daha zînetli bir tarzda, daha cazibedâr bir şekilde, ona dâr-ı saadette ebedî bir refika-i hayatı ve dünyadaki eski maceraları birbirine mütelezzizane nakletmek ve eski hatıratı birbirine tahattur ettirecek enîs, lâtif, ebedî bir arkadaş, bir muhib ve mahbub olarak verileceğini vâdetmiştir. Elbette vâdettiği şeyi kat'î verecektir.

DÖRDÜNCÜ İŞARET: Valideyn ve evlâda muhabbet-i meşrûanın neticesi: (Nass-ı Kur'an ile) Cenâb-ı Erhamürrâhimîn, onların makamları ayrı ayrı da olsa yine o mes'ûd âileye sâfi olarak lezzet-i sohbeti, cennete lâyık bir hüsn-ü muaşeret Sûretinde, dâr-ı bekada ebedî mülâkat ile ihsan eder. Ve onbeş yaşına girmeden, yâni hadd-i bülûğa vasıl olmadan vefat eden çocuklar, وِلْدَانٌ مُخَلّدُونَ ile tâbir edilen cennet çocukları şeklinde ve cennete lâyık bir tarzda gâyet süslü, sevimli bir Sûrette, onları cennette dahi peder ve validelerinin kucaklarına verir. Veledperverlik hislerini memnun eder. Ebedî o zevki ve o lezzeti onlara verir. Zira çocuklar sinn-i teklife girmediklerinden; ebedî, sevimli, şirin çocuk olarak kalacaklar. Dünyadaki her lezzetli şeyin en âlâsı cennette bulunur. Yalnız çok şirin olan veledperverlik, yâni çocuklarını sevip okşamak zevki -cennet tenasül yeri olmadığın-

sh: » (S: 690)

dan- cennette yoktur zannedilirdi. İşte bu Sûrette o dahi vardır. Hem en zevkli ve en şirin bir tarzda vardır. İşte kabl-el büluğ evlâdı vefat edenlere müjde...

BEŞİNCİ İŞARET: Dünyada «El-hubbu fillâh» hükmünce sâlih ahbablara muhabbetin neticesi: cennette عَلَى سُرُرٍ مُتَقَابِلِينَ ile tâbir edilen: karşı karşıya kurulmuş cennet iskemlelerinde oturup hoş, şirin, güzel, tatlı bir Sûrette, dünya maceralarını ve kadîm olan hâtıratlarını birbirine nakledip eğlendirmeleri Sûretinde; firaksız, sâfi bir muhabbet ve sohbet Sûretinde ahbablarıyle görüştüreceği, Kur'anın nassıyla sabittir.

ALTINCI İŞARET: Enbiya ve evliyaya Kur'anın târif ettiği tarzda muhabbetin neticesi: O enbiya ve evliyanın şefaatlarından berzahta, haşirde istifade etmekle beraber; gâyet ulvî ve onlara lâyık makam ve füyûzattan o muhabbet vasıtasıyla istifaza etmektir.

Evet اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ sırrınca, âdi bir adam, en yüksek bir makama, muhabbet ettiği âlî makam bir zâtın tebaiyetiyle girebilir.

YEDİNCİ İŞARET: Güzel şeylere ve bahara meşrû muhabbetin, yâni «ne kadar güzel yapılmış» nazar ile, o âsârın arkasındaki ef'âlin güzelliğini ve intizâmını ve intizâm-ı ef'al arkasındaki güzel Esmânın cilvelerini ve o güzel Esmânın arkasında sıfâtın tecelliyatını ve hâkezâ... sevmekliğin neticesi ise: Dâr-ı bekada o güzel gördüğü masnûattan bin def'a daha güzel bir tarzda Esmânın cilvesini ve Esmâ içindeki cemâl ve sıfâtını, cennette görmektir. Hattâ İmam-ı Rabbânî (Radıyallahü Anhü) demiş ki: «Letâif-i Cennet, cilve-i esmânın temessülâtıdır.» Teemmel!..

SEKİZİNCİ İŞARET: Dünyada, dünyanın âhiret mezraası ve Esmâ-i İlahiye âyinesi olan iki güzel yüzüne karşı mütefekkirane muhabbetin uhrevî neticesi: Dünya kadar, fakat fâni dünya gibi fâni değil, bâki bir cennet verilecektir. Hem dünyada yalnız zaîf gölgeleri gösterilen Esmâ, o cennetin âyinelerinde en şaşaalı bir Sûrette gösterilecektir. Hem dünyayı, mezraa-i âhiret yüzünde sevmenin neticesi: Dünyayı, fidanlık, yâni: Ancak fidanları bir derece

sh: » (S: 691)

yetiştiren küçük bir mezraası hükmünde olacak öyle bir cenneti verecek ki: Dünyada havas ve hissiyat-ı insâniye, küçük fidanlar olduğu halde, cennette en mükemmel bir sûrette inkişaf ve dünyada tohumcuklar hükmünde olan istîdadları, envâ-ı lezâiz ve kemâlât ile sünbüllenecek sûrette ona verileceği, rahmetin ve hikmetin muktezası olduğu gibi, hadîsin nususuyla ve Kur'anın işârâtıyle sabittir. Hem mâdem dünyanın; her hatânın başı olan mezmum muhabbeti değil, belki Esmâya ve âhirete bakan iki yüzünü, Esmâ ve âhiret için sevmiş ve ibâdet-i fikriyye ile o yüzleri mâmur etmiş, güya bütün dünyasıyla ibâdet etmiş. Elbette dünya kadar bir mükâfat alması, mukteza-yı rahmet ve hikmettir. Hem mâdem âhiretin muhabbetiyle onun mezraasını sevmiş ve Cenâb-ı Hakk'ın muhabbetiyle âyine-i Esmâsını sevmiş. Elbette dünya gibi bir mahbub ister. O da, dünya kadar bir Cennet'tir.

Sual: O kadar büyük ve hâlî bir Cennet neye yarar?

Elcevab: Nasılki eğer mümkin olsa idi, hayal sür'atiyle zeminin aktarını ve yıldızların ekserini gezsen, «Bütün âlem benimdir» diyebilirsin. Melâike ve insan ve hayvanların iştirâkleri, senin o hükmünü bozmaz. Öyle de: O cennet dahi dolu olsa, «O cennet benimdir» diyebilirsin. Hadîste «Bâzı ehl-i cennete verilen beşyüz senelik bir cennet» sırrı, Yirmisekizinci Söz'de ve İhlas Lem'asında Beyân edilmiştir.

DOKUZUNCU İŞARET: İman ve muhabbetullahın neticesi: Ehl-i keşif ve tahkîkin ittifakıyla; dünyanın bin sene hayat-ı mes'ûdânesi, bir saatine değmeyen cennet hayatı.. ve cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat müşahedesine değmeyen bir kudsî, münezzeh cemâl ve kemâl sahibi olan Zât-ı Zülcelâl'in müşahedesi, rü'yetidir ki: (Haşiye) hadîs-i kat'î ile ve Kur'anın nassıyle sabittir. Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm gibi muhteşem bir kemâl ile meşhur bir zâtın rü'yetine iştiyaklı bir merak, Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm gibi bir cemâl ile mümtaz bir zâtın şuhuduna meraklı bir iştiyak; herkes vicdanen hisseder. Acaba dünyanın bütün mehâsin ve Kemâlâtından binler derece yüksek olan cennetin bütün me-

________________________

(Haşiye): Hadîsin nassıyla «O şuhud, bütün lezâiz-i cennet'in o derece fevkindedir ki, onları unutturur. Ve şuhuddan sonra ehl-i şuhudun hüsn-ü cemâli o derece fazlalaşır ki; döndükleri vakit, saraylarındaki aileleri çok dikkat ile zor ile onları tanıyabilirler» hadîste vârid olmuştur.

sh: » (S: 692)

hasin ve kemalâtı, bir cilve-i cemâli ve kemâli olan bir zâtın rü'yeti, ne kadar mergûb, merak-âver ve şuhudu ne derece matlub ve iştiyak-âver olduğunu kıyas edebilirsen et...

اَللَّهُمَّ ارْزُقْنَا فِى الدُّنْيَا حُبَّكَ وَ حُبَّ مَا يُقَرِّبُنَآ اِلَيْكَ وَ اْلاِسْتِقَامَةَ كَمَآ اَمَرْتَ وَ فِى اْلاَخِرَةِ رَحْمَتَكَ وَ رُؤْيَتَكَ

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَآ اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

اَللَّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَ عَلَى اَلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ آمِينَ

TENBİH

Şu sözün âhirinde uzun tafsilâtı uzun görme; ehemmiyetine nisbeten kısadır, daha uzun ister.

Bütün Sözlerde konuşan ben değilim. Belki,«İŞÂRÂT-I KUR'ANİYYE» namına hakikattır. Hakikat ise hak söyler, doğru konuşur. Eğer yanlış bir şey gördünüz, muhakkak biliniz ki: Haberim olmadan fikrim karışmış, karıştırmış, yanlış etmiş.

* * *

sh: » (S: 693)

MÜNÂCÂT

Yâ Rab! Nasıl büyük bir sarayın kapısını çalan bir adam, açılmadığı vakit, o sarayın kapısını, diğer makbûl bir zâtın sarayca me'nus sadasıyla çalar; tâ ona açılsın... Öyle de: Bîçare ben dahi, senin dergâh-ı rahmetini, mahbub abdin olan Üveys-el Karanî'nin nidasıyla ve münâcâtıyla şöyle çalıyorum. O dergâhını ona açtığın gibi, rahmetinle bana da aç. Ekûllü Kemâ Kâle:

اَقُولُ كَمَا قَالَ :

 

اِلهِى اَنْتَ رَبِّى وَ اَنَا الْعَبْدُ وَ اَنْتَ الْخَالِقُ وَ انَا الْمَخْلُوقُ

 

وَ اَنْتَ الرَّزَّاقُ وَ اَنَا الْمَرْزُوقُ وَ اَنْتَ الْمَالِكُ وَ اَنَا الْمَمْلُوكُ

 

وَ اَنْتَ الْعَزِيزُ وَ اَنَا الذَّلِيلُ وَ اَنْتَ الْغَنِىُّ وَ اَنَا الْفَقِيرُ

 

وَ اَنْتَ الْحَىُّ وَ اَنَا الْمَيِّتُ وَ اَنْتَ الْبَاقِى وَ اَنَا الْفَانِى وَ اَنْتَ الْكَرِيمُ وَ اَنَا اللَّئِيمُ وَ اَنْتَ الْمُحْسِنُ وَ اَنَا الْمُسِئُ

 

وَ اَنْتَ الْغَفُورُ وَ اَنَا الْمُذْنِبُ وَ اَنْتَ الْعَظِيمُ وَ اَنَا الْحَقِيرُ وَ اَنْتَ الْقَوِىُّ وَ اَنَا الضَّعِيفُ وَ اَنْتَ الْمُعْطِى وَ اَنَا السَّائِلُ

 

وَ اَنْتَ اْلاَمِينُ وَ اَنَا الْخَا ئِفُ وَ اَنْتَ الْجَوَّادُ وَ اَنَا الْمِسْكِينُ

 

وَ اَنْتَ الْمُجِيبُ وَ اَنَا الدَّاعِى وَ اَنْتَ الشَّافِى وَ اَنَا الْمَرِيضُ

 

فَاغْفِرْلِى ذُنُوبِى وَ تَجَاوَزْ عَنِّى وَ اشْفِ اَمْرَاضِى يَا اَللَّهُ يَا كَافِى

 

يَا رَبُّ يَا وَافِى يَا رَحِيمُ يَا شَافِى يَا كَرِيمُ يَا مُعَافِى

 

فَاعْفُ عَنِّى مِنْ كُلِّ ذَنْبٍ وَ عَافِنِى مِنْ كُلِّ دَآءٍ وَارْضَ عَنِّى اَبَدًا بِرَحْمَتِكَ يَآ اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ

 

وَ اَخِرُ دَعْوَيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

 

 

 

Son Güncelleme: Cuma, 19 Nisan 2024 21:37  

REKLAMLAR

Web Site Tasarımı

Yönetim Panelli Website Tasarımlarınız için

0532 307 60 09

 

 

İSTATİSTİKLER

OS : Linux c
PHP : 5.3.29
MySQL : 5.7.43
Zaman : 21:37
Ön bellekleme : Etkisizleştirildi
GZIP : Etkisizleştirildi
Üyeler : 31076
İçerik : 1249
Web Bağlantıları : 2
İçerik Tıklama Görünümü : 2229630

Haberler

Mevlana Derki...!

 

"İnsanda Güzel olan yüzdür, Yüzde Güzel olan gözdür, ama insanı insan yapan;

Ağzından çıkan sözdür"