ahmetturkan.gen.tr

HAYATTAN DERSLER

  • Yazıtipi boyutunu arttır
  • Varsayılan yazıtipi boyutu
  • Yazıtipi boyutunu azaltır
Home RİSALE-İ NUR TARİHÇE-İ HAYAT Beşinci Kısım Denizli Hayatı

Beşinci Kısım Denizli Hayatı

e-Posta Yazdır PDF

 

Beşinci Kısım

Denizli Hayatı

Risale-i Nurun neşriyat ve fütuhat dairesi gittikçe genişliyor... İştiyakla Nurları okuyanlar, günden güne ziyadeleşiyor. Risale-i Nurdaki hârika kuvvet ve te'siratın neticesini müşahede eden gizli İslâmiyet düşmanları, yine bir entrika çevirip Risale-i Nura ve müellifi Bediüzzamana sûikasdla: "Bediüzzaman gizli cemiyet kuruyor, halkı hükûmet aleyhine çeviriyor, inkılâbları kökünden yıkıyor. Mustafa Kemale deccal, süfyan, din yıkıcısı diyor, bunu Hadîslerle isbat ediyor." gibi bir sürü bahaneler ve planlarla ittiham edilerek Kastamonu'dan Denizli Ağır Ceza mahkemesine, yüz yirmialtı talebesiyle beraber 1943 senesinde sevkediliyor. (Hâşiye) Sonra Risale-i Nur Külliyatında siyasî bir mevzu olup olmadığını tedkik için birkaç memurdan müteşekkil bir ehl-i vukuf teşkil edilerek, müsadere edilen Nur Risaleleri ve mektublar tedkike başlanınca, Bediüzzaman, "Bu vukufsuz ehl-i vukuf, Risale-i Nuru tedkik edemez. Ankarada yüksek, ilmî bir ehl-i vukuf, teşkil ettirilsin. Avrupadan feylesoflar getirilsin. Eğer onlar bir suç bulurlarsa, en ağır cezaya razıyım." der. Bunun üzerine Risale-i Nur Külliyatı ve bütün mektublar Ankarada profesörler ve yüksek âlimlerden mürekkeb bir ehl-i vukufa satır satır tedkik ettirilir. Ehl-i vukuf tarafından, "Bediüzzaman'ın siyasî bir faaliyeti yoktur. Onun mesleğinde cemiyetçilik ve tarikatçılık mevcud değildir. Eserleri ilmî ve îmanîdir, Kur'an'ın bir tefsiridir" diye rapor veriliyor. Mahkemeye verilişindeki ittihamlar, delilsiz ve isbatsız olduğu için, bir takım uydurma bahane ve tertiblerden ibaret olduğu anlaşılıyor. Neticede, Bediüzzaman büyük bir müdafaa yapıyor. Nihayet, mahkeme ittifakla 16/6/944 tarih ve 199/136 sayılı beraet kararını veriyor. Yüzotuz parça Risale-i Nur

___________________

(Hâşiye): Denizli hapsinin yegâne sebebi, Risale-i Nurun Isparta ve Kastamonu merkez olarak sair vilâyetlerde intişarı ve böylece din muhabbetinin gittikçe tezayüd etmesi idi. Hattâ, Denizli hapsinden az evvel, Yedinci Şua olan "Ayet-ül Kübra" Risalesi İstanbulda gizli tabedilmişti. İman hakikatlarını harika bir surette izah ve isbat eden bu eser de, îmansızları telâşa düşürmüş ve Denizli hâdisesine bir sebeb gösterilmişti.


sh: » (T: 375)

Külliyatının hepsine serbestiyet verip, sahiblerine tamamen iade ediyor. Beraet kararını, Temyiz Birinci Ceza Dairesi, 30/12/1944 tarihli ilâmla ittifakla tasdik edip, Risale-i Nur dâvâsının hakkaniyeti kaziyye-i muhkeme halini alıyor.

Bediüzzaman Said Nursî ve talebelerinden bir kısmı, hapiste dokuz ay kaldıktan sonra beraet kararı üzerine tahliye ediliyor. Fakat Said Nursî Hazretlerini, hapishanede zehirliyorlar, ölüm tehlikesi geçiriyor. Cenab-ı Hakkın inayetiyle kurtuluyorsa da, tarihte hiçbir kimseye yapılmayan zulüm, işkence ve ihanetlere mâruz bırakılıyor. Bediüzzaman, gizli dinsiz münafıkların tahrikatıyla girdiği bütün mahkemelerde olduğu gibi, bu idam plânıyla verildiği mahkemede de hak ve hakikatı, pervasızca ve ölümü hiçe sayarak haykırıyor.

Üstad Bediüzzaman, Denizli hapsinde "Meyve Risalesi"ni te'lif etmiştir. Bu risale, bilâhare Asa-yı Musa mecmuasının başında neşredilmiştir. Meyve Risalesini, iki Cuma gününde te'lif etmiştir. Hapishanede bulunan bütün Nur talebeleri ve diğer mahpuslar, Meyve Risalesini yazmışlar, o risalenin hakikatlarıyla iştigal etmişlerdir. Hapishaneye kâğıt sokulmuyordu. O eser, gizlice yazılmıştır. Hattâ kibrit kutularına yazmışlar ve bu gibi şartlar altında çalışmışlardır. (Hâşiye)

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎNİN DENİZLİ

MAHKEMESİNDE YAPTIĞI MÜDAFAADAN

BAZI KISIMLAR

Evet; biz bir cemiyetiz ve öyle bir cemiyetimiz var ki, her asırda, üçyüz elli milyon dahil mensubları var. Ve her gün beş defa namazla, o mukaddes cemiyetin prensiplerine kemal-i hürmetle alâkalarını ve hizmetlerini gösteriyorlar. اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ

Kudsî programiyle birbirinin yardımına, dualariyle ve mâne-

___________________________

(Hâşiye): "On Mes'ele"den ibaret olan çok ehemmiyetli "Meyve Risalesi" nden nümune olmak üzere Altıncı ve Yedinci Mes'eleler, Denizli Hayatının sonuna dercedilmiştir, müracaat edilsin.

sh:» (T: 376)

vî kazançlariyle koşuyorlar. İşte biz bu mukaddes ve muazzam cemiyetin efradındanız ve hususî vazifemiz de, Kur'anın îmanî hakikatlarını tahkikî bir surette ehl-i îmana bildirip, onları ve kendimizi idam-ı ebedîden ve daimî, berzahî haps-i münferidden kurtarmaktır. Sâir dünyevî ve siyasî ve entrikalı cemiyet ve komitelerle ve bizim medar-ı ittihamımız olan cemiyetçilik gibi asılsız ve mânâsız gizli cemiyetle hiçbir münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmeyiz.

.....................................................................

Dünyaya karışmak arzusu bizde bulunsaydı, böyle sinek vızıltısı gibi değil, top güllesi gibi ses ve patlak verecekti. Divan-ı Harb-i Örfîde ve Mustafa Kemalin hiddetine karşı divan-ı riyasette şiddetli ve dokunaklı müdafaa eden bir adam, onsekiz sene zarfında kimseye sezdirmeden dünya entrikalarını çeviriyor, diye onu ittiham eden elbette bir garazla eder. Bu mes'elede, benim şahsımın veya bazı kardeşlerimin kusuriyle Risale-i Nura hücum edilmez! O, doğrudan doğruya Kur'ana bağlanmış! Ve Kur'an dahi Arş-ı Âzam ile bağlıdır. Kimin haddi var, elini oraya uzatsın, o kuvvetli ipleri çözsün.

Hem, bu memlekete maddî ve mânevî bereketi ve fevkalâde hizmeti, otuzüç Âyat-ı Kur'aniyenin işârâtı ile İmam-ı Ali Radiyallahu Anhın üç keramat-ı gaybiyesiyle ve Gavs-ı Âzamın kat-i ihbariyle tahakkuk etmiş olan Risale-i Nur, bizim âdi ve şahsî kusurumuzdan mes'ul olmaz ve olamaz ve olmamalı! Yoksa bu memlekete hem maddî, hem mânevî, telâfi edilmeyecek derecede zarar olacak. (Hâşiye) Bazı zındıkların şeytanetiyle Risale-i Nura karşı çevrilen plânlar ve hücumlar, İnşâallah bozulacaklar. Onun şakirdleri başkalara kıyas edilmez; dağıttırılmaz, vazgeçirilmez, Cenab-ı Hakkın inayetiyle mağlûb edilmezler! Eğer maddî müdafaadan Kur'an menetmeseydi, bu milletin can damarı hükmünde, umumun teveccühünü kazanan ve her tarafta bulunan o şâkirdler, Şeyh Said ve Menemen Hâdiseleri gibi cüz'î ve neticesiz hâdiselerle bulaşmazlar; Allah etmesin eğer mecburiyet derecesinde onlara zulmedilse ve Risale-i Nura hücum edilse,

_______________________________

Hâşiye: Bu istida, Kastamonu zelzelesinden yirmi gün evvel yazılmıştı. Risale-i Nur bereketiyle her vilâyetten ziyade âfâttan mahfuz kalmıştı. Şimdi âfât başladı ve dâvamızı tasdik etti!..

sh:» (T: 377)

elbette hükûmeti iğfal zındıklar ve münafıklar bin derece pişman olacaklar!

Elhasıl; madem biz ehl-i dünyanın dünyalarına ilişmiyoruz, onlar da bizim Âhiretimize, îmanî hizmetimize ilişmesinler!

Mevkuf

SAİD NURSÎ

* * *

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Efendiler!

Size kat'î haber veriyorum ki: Buradaki zatların, bizimle ve Risale-i Nurla münasebeti olmıyan veya az bulunanlardan başka, istediğiniz kadar hakikî kardeşlerim ve hakikat yolunda hakikatlı arkadaşlarım var. Biz, Risale-i Nurun keşfiyat-ı kat'iyyesiyle iki kere iki dört eder derecesinde sarsılmaz bir kanaatle bilmişiz ki; ölüm bizim için, sırr-ı Kur'an ile, idam-ı ebedîden terhis tezkeresine çevrilmiş; ve bize muhalif ve dalâlette gidenler için o kat'î ölüm, ya idam-ı ebedi (Eğer Âhirete kat'î îmanı yoksa), veya ebedî ve karanlıklı haps-i münferiddir. (Eğer Âhirete inansa ve sefahet ve dalâletde gitmiş ise). Acaba dünyada bu mes'eleden daha büyük, daha ehemmiyetli bir mes'ele-i insaniye var mı ki, bu ona âlet olsun? Sizden soruyorum! Madem yoktur ve olamaz, neden bizimle uğraşıyorusunuz? Biz, en ağır cezanıza karşı kendimiz, âlem-i nura gitmek için bir terhis tezkeresini alıyoruz diye kemal-i metanetle bekliyoruz. Fakat bizi reddedip, dalâlet hesabına mahkûm edenleri, sizi bu meclisde gördüğümüz gibi, idam-ı ebedî ile ve haps-i münferidle mahkûm ve pek yakın bir zamanda o dehşetli cezayı çekeceklerini müşahede derecesinde biliyoruz, belki görüyoruz, onlara insaniyet damariyle cidden acıyoruz. Bu kat'î ve ehemmiyetli hakikatı isbat etmeye ve en mütemerridleri dahi ilzam etmeye hazırım! Değil vukufsuz garazkâr mâneviyatta behresiz ehl-i vukufa karşı belki en büyük âlim ve feylesoflarınıza karşı gündüz gibi isbat etmezsem her cezaya razıyım! İşte yalnız bir nümune olarak, iki Cuma gününde mahpuslar için te'lif edilen ve Risale-i Nurun umdelerini ve hülâsa ve esaslarını beyan ederek

sh:» (T: 378)

Risale-i Nurun bir müdafaanamesi hükmüne geçen Meyve Risalesini ibraz ediyorum ve Ankara makamatına vermek için yerin harflerle yazdırmaya müşkilâtlar içinde gizli çalışıyoruz. İşte onu okuyunuz, tam dikkat ediniz, eğer kalbiniz (nefsinize karışmam) beni tasdik etmezse, bana şimdiki tecrid-i mutlak içinde her hakaret ve işkenceyi de yapsanız, sükût edeceğim!

Elhasıl: Yâ, Risale-i Nuru tam serbest bırakınız, veyahut bu kuvvetli ve zedelenmez hakikatı elinizden gelirse kırınız! Ben şimdiye kadar sizi ve dünyanızı düşünmüyordum ve düşünmiyecektim, fakat mecbur ettiniz, belki de sizi ikaz etmek lâzım idi ki, kader-i İlâhi bizi bu yola sevketti, Biz de,

مَنْ اَمَنَ بِالْقَدَرِ اَمَنَ مِنَ الْكَدَرِ düstur-u kudsîyi kendimize rehber edip, herbir sıkıntılarınızı sabır ile karşılayacağız, diye azmettik.

Mevkuf

SAİD NURSÎ

* * *

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Zaman-ı Saadetten şimdiye kadar câri bir âdet-i İslâmiyeye ittibaen Risale-i Nurun hususî menbaları olan yüzer Âyât-ı meşhûreyi, büyük bir en'âm gibi «Hizb-i Kur'anî» yaptığımızı, «Dinde tahrifat yapıyor» diye muaheze etmişler.

Hem, bir sene cezasını çektiğim ve mahrem tutulan zabıtnamede kaydedildiği gibi odun yığınları altından çıkarılan Tesettür Risalesiyle, bu sene yazılmış ve neşredilmiş gibi bizi ittiham etmek ister.

Hem, Ankarada hükûmetin riyasetinde bulunan birisine (Mustafa Kemal'e) söylediğim itirazlara ve ağır sözlere mukabele etmeyip sükût eden ve o öldükten sonra onun yanlışını gösteren bir hakikat-ı hadîsiyeyi beyandaki fıtrî ve lüzumlu ve mahrem tenkidlerim, medar-ı mes'uliyet yapılmış ölmüş ve hükûmetten alâkası kesilmiş bir şahsın hatırı nerede? Ve hükûmetin ve mil-

sh:» (T: 379)

letin bir hâtırası ve Cenab-ı Hakkın bir tecelli-i hâkimiyeti olan adaletleri, kanunları nerede?

Hem; biz, hükümet-i cumhuriye ve esaslarından en ziyade kendimize medar-ı istinad ve onun ile kendimizi müdafaa ettiğimiz «hürriyet-i vicdan» esası, bizim aleyhimizde medar-ı mes'uliyet tutulmuş, güya biz hürriyet-i vicdan esasına muarız gidiyoruz!

Hem, medeniyetin seyyiatını ve kusurlarını tenkid etmesinden hatır ve hayalime gelmiyen birşeyi, zabıtnamelerde isnad ediyor. Gûya ben, radyo (Hâşiye 1), tayyare ve şimendiferin kullanılmasını kabul etmiyorum, diye terakkiyat-ı hâzıra aleyhinde bulunduğumla mes'ul ediyor.

İşte, bu nümunelerine kıyasen ne kadar hilâf-ı adalet bir muamele olduğunu, İnşâallah, insaflı adaletli olan Denizli müddeiumumisi ve mahkemesi göstererek, o zabıtnamelerin evhamlarına ehemmiyet vermiyecekler.

Hem en acîbi budur ki; başka mahkemenin müddeiumumisi benden sordu: "Mahrem Beşinci Şuada demişsin; (Ordu, dizginini o dehşetli şahsın elinden kurtaracak.) Muradın, orduyu hükûmete karşı itaatsizliğe sevketmektir." Ben de dedim; "Maksadım; o kumandan ya ölecek veya tebdil edilecek, ordu onun tahakkümünden kurtulacak demektir. Acaba; hem gayet mahrem, sekiz senede yalnız iki defa elime geçen ve aynı zamanda kaybedilen, hem âhirzamana ait bir Hadîsin mânâsını küllî bir surette beyan eden, hem aslı eskiden te'lif edilen bir risale, hem bir tek nefer görmediği halde nasıl sebeb-i ittiham olur?" Maatteessüf, o insafsızların o acîb ittihamı iddianameye girmiş.

Hem en garibi şudur ki, bir yerde demişim: Cenab-ı Hakkın büyük nimetleri olan tayyare, şimendifer ve radyoya büyük şükür ile mukabele lâzımken, beşer şükür etmedi. Tayyareler ile başlarına bomba yağdı. Ve radyo, öyle büyük bir nimet-i İlâhiyyedir ki, ona mukabil şükür ise; o radyo, milyonlar dilli bir küllî

_____________________________

Hâşiye 1: Radyo gibi azîm bir nimet-i İlâhiyyeye karşı azîm bir şükür olmak için, «Radyo, Kur'anı okuyup bütün zemin yüzündeki insanlara dinlettirip küre-i havanın bir hâfız-ı Kur'an olmasıdır.» demiştim.

sh: » (T: 380)

hâfız-ı Kur'an olup, bütün zemin yüzündeki insanlara Kur'anı dinlettirsin (Hâşiye 2) ve Yirminci Sözde Kur'ânın medeniyet harikalarından gaybî haber verdiğini beyan ederken, bir Âyetin işareti olarak, "Kâfirler, şimendifer ile Âlem-i İslâmı mağlûb ederler." demişim. İslâmı, bu harikalara teşvik ettiğim halde bir sebeb-i ittiham olarak, "Şimendifer ve tayyare ve radyo gibi terakkiyat-ı hâzıra aleyhinde" diye, iddianamenin âhirinde beni evvelki müddeiumumînin garazlarına binaen ittiham eder.

Hem; hiçbir münasebeti olmadığı halde bir adam, Risale-i Nurun ikinci bir ismi olan «Risalet-ün-Nur» tabirinden, «Kur'anın nurundan bir risalettir, bir ilhamdır» demiş. İddianamede, başka yerin verdikleri yanlış mâna ile, gûya «Risale-i Nur bir Resûldür.» diye benim için bir sebeb-i ittiham tutulmuş.

Hem, müdafaatımda yirmi yerde kat'î bir surette hüccetler ile isbat etmişiz ki: Bütün dünyaya karşı da olsa, din ve Kur'an ve Risale-i Nuru âlet edemeyiz ve edilmez! Ve biz, onların bir hakikatını dünya saltanatına değiştirmeyiz ve bilfiil öyleyiz! Bu dâvânın emareleri yirmi senede binlerdir. Madem böyledir, ben ve biz bütün kuvvetimizle deriz:

حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

SAİD NURSÎ

* * *

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

İddianâmeye karşı itiraznamenin tetimmesidir.

Bu itirazda muhatabım, Denizli mahkemesi ve müddeiumumisi değil, belki başta Isparta ve İnebolu müddeiumumileri olarak, yanlış ve nâkıs zabıtnameleriyle buradaki acîb iddianameyi aleyhimize verdiren garazkâr ve vehham memurlardır.

______________________

(Hâşiye 2) Üstadımızın senelerce evvel haber verdiği ve temennî ettiği bir hakikat memleketimizde de tahakkuk etmiş bulunuyor. Elhamdülillâh, şimdi radyomuzda Kur'an okunuyor. İnşâallah öyle bir zaman gelecektir ki, Kur'an hakikatları olan Risale-i Nur, radyolarla ders verilecek, beşeriyet büyük istifadelere nail olacaktır.

sh:» (T: 381)

Evvelâ, asl ve faslı olmayan ve hatırıma gelmiyen bir siyâsî cemiyet nâmını, mâsum ve siyasetle hiç alâkaları olmayan Risale-i Nur talebelerine takıp ve o daire içine giren ve îman ve âhiretinden başka hiçbir maksatları bulunmıyan bîçareleri, o cemiyetin nâşiri, ya faal bir rüknü veya mensubu veya Risale-i Nuru okumuş veya okutmuş veya yazmış diye suçlu sayıp mahkemeye vermek ne kadar adâletin mahiyetinden uzak olduğuna kat'î bir hücceti şudur ki: Kur'an aleyhinde yazılan Doktor Duzinin ve sair zındıkların o muzır eserlerini okuyanlara «Hürriyet-i fikir ve hürriyet-i ilmiye» düsturiyle bir suç sayılmadığı halde, hakikat-ı Kur'aniyeyi ve îmaniyeyi, öğrenmeye gayet muhtaç ve müştak olanlara güneş gibi bildiren Risale-i Nur okumak ve yazmak bir suç sayılmış. Ve hem, yüzer risale içinde, yanlış mânâ verilmemek için mahrem tuttuğumuz ve neşrine izin vermediğimiz iki üç risalede yalnız birkaç cümlelerini bahane gösterip ittiham etmiş. Halbuki o risaleleri (biri müstesna) Eskişehir mahkemesi tetkik etmiş, îcabına bakmış. Ve müstesna ise, hem istidamda ve hem itiraznamemde gayet kat'î cevab verildiği.. ve «Elimizde nur var, siyaset topuzu yok!» diye Eskişehir mahkemesinde yirmi vecihle kat'î isbat edildiği halde, o insafsız müddeiler, üç mahrem ve neşrolmayan risalelerin üç dört cümlelerini bütün Risale-i Nura teşmil eder gibi, Risale-i Nuru okuyan ve yazanı suçlu ve beni de «Hükûmet ile mübareze eder» diye ittiham etmişler.

Ben ve bana yakın ve benim ile görüşen dostlarımı işhad ve kasemle temin ederim ki, bu on seneden ziyadedir ki, iki reisden ve bir meb'usdan ve Kastamonu valisinden başka hükûmetin erkânını, vükelâsını; kumandanları, me'murları, meb'usları kimler olduğunu kat'iyyen bilmiyorum ve bilmeyi de merak etmemişim. Acaba hiç imkânı var mı ki, bir adam mübareze ettiği adamları tanımasın ve bilmeye merak etmesin? Dost mu, düşman mı? Karşısındakini tanımasına ehemmiyet vermesin!

Bu hallerden anlaşılıyor ki; bil'iltizam, her halde beni mahkûm etmek için gayet asılsız bahaneleri îcad ederler. Madem keyfiyet böyledir, ben de buranın mahkemesine değil, belki o insafsızlara derim: Ben, sizin bana vereceğiniz en ağır cezanıza da beş para vermem! Ve hiç ehemmiyeti yok! Çünki ben, kabir kapısında, yetmiş yaşındayım. Böyle mazlum ve mâsum bir iki sene hayatı, şehadet mertebesiyle değiştirmek benim için büyük saadettir.

sh:» (T: 382)

Risale-i Nurun binler hüccetleriyle kat'î îmanım var ki, ölüm bizim için bir terhis tezkeresidir. Eğer idam da olsa, bizim için bir saat zahmet, ebedî bir saadetin ve rahmetin anahtarı olur. Fakat siz, ey zındıka hesabına adliyeyi şaşırtan ve hükûmeti bizimle sebebsiz meşgul eden insafsızlar! Kat'î biliniz ve titreyiniz ki: Siz, idam-ı ebedî ile ve ebedî haps-i münferid ile mahkûm oluyorsunuz. İntikamımız sizden pek çok ve muzaaf bir surette alınıyor görüyoruz; hattâ size acıyoruz. Evet, bu şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm hakikatı, elbette hayattan ziyade bir istediği var. Ve onun idamından kurtulmak çaresi, insanların her mes'elesinin fevkinde en büyük ve en ehemmiyetli ve en lüzumlu bir ihtiyac-ı zarurî ve kat'îsidir. Acaba bu çareyi kendine bulan Risale-i Nur şakirdlerini ve o çareyi binler hüccetler ile bulduran Risale-i Nuru âdi bahaneler ile ittiham edenler, ne kadar kendileri hakikat ve adâlet nazarında müttehem oluyor, divaneler de anlar.

Bu insafsızları aldatan ve hiçbir münasebeti olmıyan bir siyâsî cemiyet vehmini veren üç maddedir:

Birincisi: Eskidenberi benim talebelerim, benim ile kardeş gibi şiddetli alâkadar olmaları; bir cemiyet vehmini vermiş.

İkincisi: Risale-i Nurun bazı şâkirdleri, her yerde bulunan ve cumhuriyet kanunları müsaade eden ve ilişmiyen ve cemaat-i İslâmiye hey'etleri gibi hareket etmelerinden bir cemiyet zannedilmiş. Halbuki, o mahdud üç-dört şâkirdin niyetleri cemiyet memiyet değil, belki sırf hizmet-i îmaniyede hâlis bir kardeşlik ve uhrevî tesanüddür.

Üçüncüsü: O insafsızlar, kendilerini dalâlet ve dünyaperestlikte bildiklerinden ve hükûmetin bazı kanunlarını kendilerine müsait bulduklarından, fikren diyorlar ki: «Herhalde Said ve arkadaşları, bizlere ve hükûmetin bizim medenice nâmeşru hevesatımıza müsait kanunlarına muhalifdirler. Öyle ise muhalif bir cemiyet-i siyasiyedirler.»

Ben de derim: Hey bedbahtlar! Dünya ebedî olsaydı ve insan, içinde dâimî kalsaydı; ve insanî vazifeler yalnız siyaset bulunsaydı, belki bu iftiranızda bir mânâ bulunabilirdi. Hem eğer ben siyasetle işe girseydim, yüz risalede on cümle değil, belki bin cümleyi, siyasetvârî ve mübarezekârâne bulacaktınız. Hem farz-ı muhal olarak, eğer biz dahi sizin gibi bütün kuvvetimizle dünya


sh:» (T: 383)

maksadlarına ve keyflerine ve siyasetlerine çalışıyoruz diye -ki, şeytan da bunu inandırmaya çalışamıyor ve kimseye kabul ettiremez- Haydi, böyle de olsa, madem bu yirmi senede hiçbir vukuatımız gösterilmiyor ve hükûmet ele bakar, kalbe bakamaz ve herbir hükûmette şiddetli muhalifler bulunur. Elbette yine adliye kanunu ile bizleri mes'ul etmezsiniz! Son sözüm:

حَسْبِىَ اللَّهُ لآاِلَهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ

SAİD NURSÎ

* * *

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Eskişehir mahkemesinde gizli kalmış, resmen zabta geçmemiş ve müdafaatımda dahi yazılmamış bir eski hâtırayı ve lâtif bir vâkıa-i müdafaayı beyan ediyorum.

Orada benden sordular ki: «Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?» Ben de dedim: Eskişehir mahkeme reisinden başka, daha sizler dünyaya gelmeden, ben, dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım isbat eder. Hülâsası şudur ki; o zaman, şimdiki gibi, hâli bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu, ben de tanelerini karıncalara verirdim; ekmeğimi onun suyu ile yerdim. İşitenler benden soruyordular, ben de derdim: «Bu karınca ve arı milletleri, cumhuriyetçidirler, o cumhuriyet-perverliklerine hürmeten tanelerini karıncalara verirdim.» Sonra dediler: «Sen, Selef-i Sâlihîne muhalefet ediyorsun?» Cevaben diyordum: «Hulefa-i Râşidîn; herbiri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddîk-ı Ekber (R.A.), Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adâleti ve hürriyet-i şer'iyyeyi taşıyan, mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.»

İşte ey müddeimumi ve mahkeme âzâları! Elli seneden beri bende bulunan bir fikrin aksiyle beni ittiham ediyorsunuz. Eğer lâik cumhuriyet soruyorsanız; ben biliyorum ki, lâik mânâsı, bîtaraf kalmak, yâni hürriyet-i vicdan düsturiyle dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir

sh:» (T: 384)

hükûmet telâkki ederim. On senedir -şimdi yirmi sene oluyor- ki, hayat-ı siyasîye ve içtimaîyeden çekilmişim. Hükûmet-i cumhuriye ne hal kesbettiğini bilmiyorum. El'iyazü billâh, eğer dinsizlik hesabına, îmanına ve âhiretine çalışanları mes'ul edecek kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmiş ise, bunu size bilâperva ilân ve ihtar ederim ki: Bin canım olsa, îmana ve âhiretime feda etmeye hazırım. Ne yaparsanız yapınız! Benim son sözüm,

حَسْبَنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ olarak, siz beni idam ve ağır ceza ile zulmen mahkûm etmenize mukabil derim: Ben, Risale-i Nurun keşf-i kat'îsi ile idam olmuyorum, belki terhis edilip nur âlemine ve saadet âlemine gidiyorum. Ve sizi, ey dalâlet hesabına bizi ezen bedbahtlar! İdam-ı ebedî ile ve dâimî haps-i münferid ile mahkûm bildiğimden ve gördüğümden, tamamiyle intikamımı sizden alarak, kemal-i rahat-ı kalble teslim-i ruh etmeye hazırım!

Mevkuf

SAİD NURSÎ

* * *

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Efendiler! Çok emarelerle kat'î kanaatım gelmiş ki; hükûmet hesabına, «hissiyat-ı diniyeyi âlet ederek emniyet-i dahiliyeyi ihlâl etmek» için bize hücum edilmiyor. Belki bu yalancı perde altında, zındıka hesabına, bizim, îmanımız için ve îmana ve emniyete hizmetimiz için bize hücum edildiğine çok hüccetlerden bir hücceti şudur ki: Yirmi sene zarfında, Risale-i Nurun yirmibin nüshaları ve parçalarını yirmibin adamlar okuyup kabul ettikleri halde, Risale-i Nurun şâkirdleri tarafından emniyetin ihlâline dair hiçbir vukuat olmamış ve hükûmet kaydetmemiş ve eski ve yeni iki mahkeme bulmamış. Halbuki, böyle kesretli ve kuvvetli propaganda, yirmi günde vukuatlar ile kendini gösterecekti. Demek, hürriyet-i vicdan prensibine zıd olarak, bütün dindar nasihatçılara şâmil, lâstikli bir kanunun yüzaltmış üçüncü maddesi sahte bir maskedir. Zındıklar, bazı erkân-ı hükûmeti iğfal ederek,

sh:» (T: 385)

adliyeyi şaşırtıp, bizi herhalde ezmek istiyorlar.

Madem hakikat budur, biz de bütün kuvvetimizle deriz: Ey dinini dünyaya satan ve küfr-ü mutlaka düşen bedbahtlar! Elinizden ne gelirse yapınız. Dünyanız başınızı yesin.. ve yiyecek! Yüzer milyon kahraman başlar feda oldukları bir kudsî hakikata, başımız dahi feda olsun! Her ceza ve idamınıza hazırız! Hapsin harici, bu vaziyette, yüz derece dahilinden daha fenadır. Bize karşı gelen böyle bir istibdad-ı mutlak altında hiçbir hürriyet; ne hürriyet-i ilmiye, ne hürriyet-i vicdan, ne hürriyet-i diniye; olmamasından ehl-i namus ve diyanet ve tarafdar-ı hürriyet olanlar ya ölmek veya hapse girmekten başka çaresi kalmaz! Biz de,

اِنَّا لِلَّهِ وِاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ diyerek Rabbimize dayanıyoruz.

Mevkuf

SAİD NURSÎ

* * *

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Mahkeme reisi Ali Rıza Bey Efendi,

Hukukumu müdafaa etmek için ehemmiyetli bir talebim ve bir ricam var. Ben yeni harfleri bilmiyorum ve eski yazım da pek nâkısdır, hem beni başkalarla görüştürmüyorlar, âdeta tecrid-i mutlak içindeyim. Hattâ iddianame, onbeş dakikadan sonra benden alındı. Hem avukat tutmak iktidarım yok. Hattâ size takdim ettiğim müdafaâtımın, çok zahmetle, bir kısmı gizli olarak ancak yeni harf ile bir suretini alabildim. Hem Risale-i Nurun bir nevi müdafaanamesi ve mesleğinin hülâsası olan Meyve Risalesinin bir suretini müddeiumuma vermek için ve bir iki suretini Ankara makamatına göndermek için yazdırmıştım. Birden onları elimden aldılar, daha vermediler. Halbuki Eskişehir adliyesi, bize bir makineyi hapse gönderdi. Biz müdafaâtımızı onda, yeni harfle bir iki nüsha yazdık; hem o mahkeme dahi yazdı. İşte ehemmiyetli talebim: Ya bize bir makineyi siz veriniz veya bize müsaade ediniz, biz celbedeceğiz. Ta ki hem müdafaatımı, hem Risale-i Nurun müdafaânamesi hükmündeki risaleyi yeni harfle iki-üç suretini alıp,

sh:» (T: 386)

hem Adliye Vekâletine, hem hey'et-i vekileye, hem meclis-i meb'usana, hem Şûra-yı devlete göndereceğiz. Çünki, iddianâmede bütün esas, Risale-i Nurdur ve Risale-i Nura ait dâva ve itiraz, cüz'i bir hâdise ve şahsî bir mes'ele değil ki çok ehemmiyet verilmesin. Belki bu milleti ve memleketi ve hükûmeti ciddî alâkadar edecek ve dolayısiyle Âlem-i İslâmın nazar-ı dikkatini ehemmiyetli bir surette celbedecek bir küllî hâdise hükmünde ve umumî bir mes'eledir.

Evet, Risale-i Nura perde altında hücum eden, ecnebi parmağıyle bu vatandaki milletin en büyük kuvveti olan Âlem-i İslâmın teveccühünü ve muhabbetini ve uhuvvetini kırmak ve nefret verdirmek için siyaseti dinsizliğe âlet ederek perde altında küfr-ü mutlakı yerleştirenlerdir ki, hükûmeti iğfal ve adliyeyi iki defadır şaşırtıp, der: «Risale-i Nur ve şâkirdleri, dini siyasete âlet eder, emniyete zarar ihtimali var.»

Hey bedbahtlar! Risale-i Nurun, gerçi siyesetle alâkası yoktur; fakat küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altı olan anarşiliği ve üstü olan istibdad-ı mutlakı esasiyle bozar, reddeder. Emniyeti, asayişi, hürriyeti, adaleti te'min ettiğine yüzer hüccetlerden biri, bu müdafaanâmesi hükmündeki Meyve Risalesidir. Bunu, âli bir heyet-i ilmiye ve ictimaiye tedkik etsinler, Eğer beni tasdik etmezlerse, ben her cezaya ve işkenceli idama razıyım!

Mevkuf

SAİD NURSÎ

* * *

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Reis Beyefendi;

Kararnamede üç madde esas tutulmuş.

Birisi: Cemiyettir. Ben buradaki bütün Risale-i Nur şâkirdlerini ve benimle görüşenleri veya okuyan ve yazanlarını ayniyle işhad ediyorum, onlardan sorunuz ki, ben hiç birisine dememişim; «Bir cemiyet-i siyasiye veya cemiyet-i nakşiye teşkil edeceğiz.» Daima dediğim budur: Biz, îmanımızı kurtarmaya çalışacağız. Umum ehl-i îman dahil oldukları ve üçyüz milyondan ziyade

sh:» (T: 387)

efradı bulunan bir mukaddes cemaat-i İslâmiyeden başka mabeynimizde medar-ı bahs olmadığını ve Kur'ânda «Hizbullah» nâmı verilen ve umum ehl-i îmanın uhuvveti cihetiyle kendimizi, Kur'âna hizmetimiz için Hizbül-Kur'ân, Hizbullah dairesinde bulmuşuz. Eğer kararnamede bu mâna murad ise, bütün ruhumuzla, kemal-i iftiharla itiraf ederiz. Eğer başka mânâlar murad ise, onlardan haberimiz yoktur!

İkinci Madde: Kararnamenin itirafiyle, Kastamonu zâbıtasının rapor ve tasdikiyle, hiç neşrolunmıyacak tarzda odun ve kömür yığınları altında ve mıhlı sandıklarda bulunan ve Eskişehir Mahkemesinin tetkikinden ve tenkidinden geçen ve bir hafif cezayı çektiren ve kat'iyyen mahrem tutulan «Tesettür Risalesi» ve «Hücumat-ı Sitte ve Zeyli» risalesi gibi kitablardan bazı cümlelerine yanlış mânâ vererek, dokuz sene evvelki zamana bizi götürüp, cezasını çektiğimiz suç ile mes'ul etmek estiyor.

Üçüncü Madde: Kararnamede kaç yerinde: «Devletin emniyetini ihlâl edebilir veya yapabilir.» gibi tâbirlerle imkânât, vukuat yerinde istimâl edilmiş. Herkes, mümkündür ki bir katl yapsın, bu imkân ile mes'ul olabilir mi?

Mevkuf

SAİD NURSÎ

* * *

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Reis Beyefendi!

Ankara makamâtına, Reisicumhura istida suretinde gönderildiğim müdafaanâmemi ve başvekâletin de bunu ehemmiyetle kabul ettiklerini gösteren cevabî mektubunu rabten sunuyorum, takdim ederim. Makam-ı iddianın aleyhimizde beyan ettiği asılsız, ittihamkârâne evhamın kat'î cevabları bu müdafaâtımda vardır. Sâir yerlerin garazkârane ve sathî zabıtnamelerine bina edilen buranın ehl-i vukuf raporunda hilâf-ı vâki ve mantıksız çok sözler vardır ki, onlara karşı da bu itiraznamem takdim edilmişti. Ezcümle:

Size evvelce arzettiğim gibi Eskişehir mahkemesine, 163' üncü

sh:» (T: 388)

madde ile beni mahkûm etmek istedikleri zaman demiştim: Hükûmet-i Cumhuriyetin ikiyüz meb'usu içinde aynı rakam 163 meb'usun imzalariyle Vandaki Dârül-Fünunuma (medreseme) yüzelli bin banknot tahsisat kabul etmeleri ve onun ile hükûmet-i Cumhuriyenin bana karşı teveccühü, bu 163'üncü maddeyi hakkımda hükümden iskat ediyor, dediğim halde, o ehl-i vukuf, «163 meb'us Said aleyhinde takibat yapmışlar» diye tahrif etmiş. İşte makam-ı iddia da, bu ehl-i vukufun böyle bütün bütün asılsız ittihamlarına binaen bizi mes'ul tutuyor. Halbuki, meclisinizin karariyle, en yüksek hey'et-i ilmiye ve fenniyenin tetkikine ve tahkikine havale edilen Risale-i Nurun bütün eczaları tetkikten sonra, bil'ittifak, hakkımızda: «Saidin ve Risale-i Nur şâkirdlerinin yazılarında; dini, mukaddesatı âlet edip, devletin emniyetini ihlâle teşvik veya bir cemiyet kurmak ve hükûmete karşı bir su-i maksadı bulunmak kasdında olduğunu gösterir bir sarahat ve emare olmadığını ve Saidin şâkirdleri, muhaberelerinde hükûmete karşı kötü bir kasd beslemek, bir cemiyet kurmak veya tarikat gütmek fikriyle hareket etmedikleri anlaşılmaktadır diye müttefikan karar vermişler.

Hem ehl-i vukuf, «Said Nursînin yüzde doksan risalesi; hem samimî, hem hasbî, hem ilim ve hakikat ve din esaslarından hiçbir cihetle ayrılmamışlar; bunlarda, dini âlet etmek veya cemiyet teşkil etmeye, emniyeti ihlâl hareketinin bulunmadığı sarihtir. Şâkirdlerin birbiriyle ve Said Nursîyle muhabere mektubları da bu nevidendirler. Beş-on mahrem ve şekvalı ve gayr-ı ilmî olan risalelerden başka bütün risaleleri herbiri bir Âyetin tefsiri ve bir Hadîs-i Şerifin hakikatını nâmına yazılmışlardır. Din, îman, Allah, Peygamber, Âhiret akidelerini ve ibarelerini açıkça anlatmak için temsiller ile yazılmış ve ilmî görüşleri ve ihtiyarlara ve gençlere ahlâkî öğütler ve hayat tecrübesinden alınmış ibretli vak'alar ve faideli menkıbeleri ihtiva eden mevcudun yüzde doksanını teşkil eden risalelerdir. Hükûmete ve idareye ve asayişe ilişecek ciheti yoktur.» diye müttefikan karar vermişler.

İşte, makam-ı iddia, bu yüksek ehl-i vukufun raporuna bakmayarak eski ve müşevveş ve nâkıs rapora binaen acîb tarzlarda bizi ittiham etmesinden hakikaten fevkal-had müteessir bulunmaktayız. Bu insaflı mahkemenin müsellem insaflarına elbette yakıştır-

sh:» (T: 389)

mayız. Hattâ (temsilde hata olmasın) bir bektaşiye: «Ne için namaz kılmıyorsun?» demişler. O da:

«Kur'ânda لاَتَقْرَبُوا الصَّلاَةَ var» demiş. Ona demişler: «Bunun arkasını, yâni وَاَنْتُمْ سُكَارَى yı da oku» denildiğinde: «Ben hâfız değilim.» demiş olması kabilinden, Risale-i Nurun bir cümlesini tutup o cümleyi tâdil ve neticeyi beyan eden âhirini almıyarak aleyhimizde verilmektedir. Takdim edeceğim müdafaanâmemde, o iddianâmeye karşı mukayese edildiğinde bunun otuz-kırk misali görülecektir. Bu nümunelerden lâtif bir vâkıayı beyan ediyorum:

Eskişehir mahkemesinde makam-ı iddianın nasılsa bir sehiv neticesi, Risale-i Nurun îman derslerine «Halkları ifsad ediyor» gibi bir tâbir ve sonradan o tabirden vazgeçtiği halde, Risale-i Nur şâkirdlerinden Abdürrezzak nâmında bir zat mahkemeden bir sene sonra demiş:

«Hey bedbaht! Otuzüç Âyat-ı Kur'âniye işârâtının takdirine mazhar ve İmam-ı Alinin (R.A.) üç kerametinin ihbar-ı gaybisiyle ve Gavs-ı Âzamın (K.S.) kuvvetli bir tarzda ihbariyle kıymet-i diniyesi tahakkuk eden ve bu yirmi sene zarfında idareye hiçbir zararı dokunmayan ve hiçkimseye hiçbir zarar vermemesi ile beraber binler vatan evlâdını tenvir ve irşad eden ve îmanlarını kuvvetlendiren ve ahlâklarını düzelten Risale-i Nurun irşadlarına «ifsâd» diyorsun. Allahtan korkmuyorsun, dilin kurusun!» demiş.

Şimdi, bu şâkirdin haklı olarak bu sözünü makam-ı iddia gördüğü halde, «Said, etrafına fesad saçmış» tâbirini insafınıza, vicdanınıza havale ediyorum.

Makam-ı iddia, Risale-i Nurun içtimaî derslerine ilişmek fikriyle, «Dinin tahtı ve makamı, vicdanıdır; hükme kanuna bağlanmaz. Eskiden bağlanmasiyle içtimaî keşmekeşler olmuştur» dedi. Ben de derim ki: «Din yalnız îman değil, belki amel-i sâlih dahi dini ikinci cüz'üdür. Acaba katl, sirkat, kumar, şarab gibi hayat-ı içtimaiyeyi zehirlendiren pek çok büyük günahları işliyenleri onlardan menetmek için, yalnız hapis korkusu ve hükümetin bir hafiyesinin görmesi tevehhümü kâfi gelir mi? O halde; her hanede, belki herkesin yanında daima bir polis, bir hafiye bulunmak lâzım gelir ki, serkeş nefisler kendilerini o pisliklerden

sh:» (T: 390)

çeksinler. İşte Risale-i Nur, amel-i sâlih noktasında, îman cânibinden, herkesin başında her vakit bir manevî yasakçıyı bulundurur. Cehennem hapsini ve gazab-ı İlâhîyi hatırına getirmekle fenalıktan kolayca kurtarır.»

Hem, makam-ı iddia bir risalenin güzel ve fevkalâde kerametkârane ve tevafukunun imza edilmesiyle, «Bir cemiyet efradı» diye mânâsız bir emare beyan etmiş. Acaba esnafların ve hancıların defterlerinde bulunan bu nevi imzalara cemiyet ünvanı verilir mi? Eskişehirde aynı böyle bir vehim oldu. Cevab verdiğim ve Mucizat-ı Ahmediye Risalesini gösterdiğim zaman taaccüble karşıladılar. Eğer mâbeynimizde dünyevî bir cemiyet olsaydı, bu derece benim yüzümden zarar görenler, elbette kemal-i nefretle benden kaçacak idiler. Demek nasıl ben ve biz, İmam-ı Gazâli ile irtibatımız var, kopmuyor; çünki uhrevîdir, dünyaya bakmıyor aynen öyle de: Bu mâsum ve sâfi ve halis dindarlar, benim gibi bir bîçareye imân derslerinin hatırı için bir kuvvetli alâka göstermişler. Ondan bu asılsız, mevhum bir cemiyet-i siyasiye vehmini vermiş. Son sözüm: حَسْبُنَااللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

Haps-i menferidde mevkuf

SAİD NURSÎ

* * *

BU GELEN KISIM ÇOK EHEMMİYETLİDİR

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Son Sözün Mühim Bir Parçası

Efendiler! Reis Bey, dikkat ediniz! Risale-i Nuru ve şâkirdlerini mahkûm etmek, doğrudan doğruya küfr-ü mutlak hesabına, hakikat-ı Kur'aniye ve hakaik-ı îmaniyeyi mahkûm etmek hükmüne geçmekle binüçyüz senedenberi her senede üçyüz milyon onda yürümüş ve üçyüzmilyon müslümanların hakikata ve saadet-i dareyne giden cadde-i kübrâlarını kapatmaya çalışmaktır

sh:» (T: 391)

ve onların nefretlerini ve itirazlarını kendinize celbetmektir. Çünki o caddede gelip gidenler, gelmiş geçmişlere dualar ve hasenatlariyle yardım ediyorlar. Hem bu mübarek vatanın başına bir kıyamet kopmaya vesile olmaktır. Acaba, mahkeme-i kübrâda, bu üçyüz milyar dâvacıların karşısında sizden sorulsa ki: «Doktor Duzi'nin, başdan nihayete kadar serâpa İslâmiyetiniz ve vatanınız ve dininiz aleyhinde ve frenkçe «Tarih-i İslâm» nâmındaki eseri ki, zındıkların kütübhanelerinizdeki eserlerine, kitablarına ve serbest okumalarına ve o kitabların şâkirdleri, kanununuzca cemiyet şeklini almalariyle beraber, dinsizlik ve komünistlik veya anarşistlik veya pek eski ifsad komitecilik gibi siyasetinize muhalif cemiyetlerine ilişmiyordunuz! Neden hiçbir siyasetle alâkaları olmayan ve yalnız îman ve Kur'an cadde-i kübrâsında giden ve kendilerini ve vatandaşlarını idâm-ı ebedîden ve haps-i münferidden kurtarmak için Kur'anın hakikî tefsiri olan Risale-i Nur gibi gayet hak ve hakikat bir eseri okuyanlara ve hiçbir siyâsî cemiyetle münasebeti olmayan o hâlis dindarların birbiriyle uhrevî dostluk ve uhuvvetlerine cemiyet nâmı verip ilişmişsiniz? Onları pek acib bir kanunla mahkûm ettiniz ve etmek istediniz!» dedikleri zaman ne cevab vereceksiniz? Biz de sizlerden soruyoruz ve sizi iğfal eden ve adliyeyi şaşırtan ve hükûmeti bizimle vatana ve millete zararlı bir surette meşgul eyleyen muarızlarımız olan zındıklar ve münafıklar, istibdad-ı mutlaka «cumhuriyet» nâmı vermekle, irtidad-ı mutlakı rejim altına almakla, sefahet-i mutlak'a «medeniyet» ismi vermekle, cebr-i keyfî-i küfrîye «kanun» ismini takmakla hem sizi iğfal, hem hükûmeti işgal, hem bizi perişan ederek, hâkimiyet-i İslâmiyeye ve millete ve vatana ecnebi hesabına darbeler vuruyorlar.

Ey efendiler! Dört senede dört defa dehşetli zelzeleler, tam tamına dört defa Risale-i Nur şâkirdlerine şiddetli bir surette taarruz ve zulüm zamanlarına tevafuku ve herbir zelzele dahi tam taarruz zamanında gelmesi; ve hücumun durmasiyle zelzelenin durması işaretiyle, şimdiki mahkûmiyetimiz ile gelen semavî ve arzî belâlardan siz mes'ulsünüz!

Denizli hapishanesinde tecrid-i

mutlak ve haps-i münferidde

Mevkuf

SAİD NURSÎ

* * *

sh:» (T: 392)

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

SON SÖZÜN BİR KISMI

Efendiler! Şimdiki hayat-ı içtimaiyeyi bilemediğimden, makam-ı iddianın gidişatına göre, sizce musammem mahkûmiyetimize bir bahane olmak için, pek musırrane ileri sürdüğünüz cemiyetcilik ittihamına karşı pek çok kat'î cevablarımızı Ankara ehl-i vukufunun dahi müttefikan tasdikleriyle beraber bu derece bu noktada ısrarınıza çok hayret ve taaccübde bulunurken kalbime bu mânâ geldi: Madem, hayat-ı içtimaîyenin bir temel taşı ve fıtrat-ı beşeriyenin bir hâcet-i zaruriyesi ve aile hayatından tâ kabile ve millet ve İslâmiyet ve insaniyet hayatına kadar en lüzumlu ve kuvvetli rabıta ve her insanın kâinatta gördüğü ve tek başına mukabele edemediği medar-ı zarar ve hayret ve insânî ve İslâmî vazifelerin îfasına mâni maddî ve mânevî esbabın tehacümatına karşı bir nokta-i istinad ve medar-ı teselli olan dostluk ve kardeşâne cemaat ve toplanmak ve samimane uhrevî cemiyet ve uhuvvet, siyasî cephesi olmadığı halde ve bilhassa hem dünya, hem din, hem âhiret saadetlerine kat'î vesile olarak îman ve Kur'an dersinde hâlis bir dostluk ve hakikat yolunda bir arkadaşlık ve vatanına ve milletine zararlı şeylere karşı bir tesanüd taşıyan Risale-i Nur şâkirdlerinin pek çok takdir ve tahsine şâyân ders-i îmanda toplanmalarına, «cemiyet-i siyasiye» nâmını verenler, elbette ve herhalde, ya gayet fena bir surette aldanmış veya gayet gaddâr bir anarşisttir ki, hem insaniyete vahşiyâne düşmanlık eder, hem İslâmiyete nemrudane adâvet eder, hem hayat-ı içtimaiyeye anarşiliğin en bozuk ve mütereddi tavriyle husumet eder ve bu vatana ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye ve dinî mukaddesata karşı mürtedâne, mütemerridâne, anûdâne mücadele eder. Veya ecnebi hesabına bu milletin can damarını kesmeye ve bozmaya çalışan El-Hannâs bir zındıktır ki, hükûmeti iğfal ve adliyeyi şaşırtır, tâ o şeytanlara, firavunlara, anarşistlere karşı şimdiye kadar istimal ettiğimiz mânevî silâhlarımızı, kardeşlerimize ve vatanımıza çevirsin veya kırdırsın.

Mevkuf

SAİD NURSÎ

* * *

sh:» (T: 393)

Efendiler! Otuz-kırk senedenberi ecnebi hesabına ve küfür ve ilhâd nâmına bu milleti ifsad ve bu vatanı parçalamak fikriyle, Kur'an hakikatına ve îman hakikatlarına her vesile ile hücum eden ve çok şekillere giren bir gizli ifsad komitesine karşı, bu mes'elemizde kendilerine perde yaptıkları insafsız ve dikkatsiz memurlara ve bu mahkemeyi şaşırtan onların Müslüman kisvesindeki propagandacılarına hitaben, fakat sizin huzurunuzda zâhiren sizin ile birkaç söz konuşacağıma müsaade ediniz...

(Fakat ikinci gün beraet kararı, o dehşetli konuşmayı geriye bıraktı.)

Tecrid-i mutlakta ve haps-i münferidde

Mevkuf

SAİD NURSÎ

* * *

Mühim Bir Suale Hakikatlı Bir Cevaptır.

Büyük memurlardan bir kaç zât benden sordular ki: «Mustafa Kemal sana üçyüz lira maaş verip, Kürdistana ve Vilâyet-i Şarkiyeye, Şeyh Sinûsî yerine vâiz-i umumî yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin, ihtilâl yüzünden kesilen yüzbin adamın hayatlarını kurtarmaya sebeb olurdun?» dediler.

Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer-otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüzbinler vatandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevî hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zâyiâtın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet olmayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlâsı taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi. Hattâ ben, hapiste muhterem kardeşlerime demiştim: Eğer Ankaraya gönderilen Risale-i Nurun şiddetli tokatları için beni idama mahkûm eden zatlar, Risale-i Nur ile îmanlarını kurtarıp idam-ı ebedîden necat bulsalar, siz şahid olunuz, ben onları da ruh u cânımla helâl ederim!

Beraetimizden sonra Denizlide beni tarassutla taciz edenlere ve büyük âmirlerine ve polis müdüriyle müfettişlere dedim: Risale-i Nurun kabil-i inkâr olmayan bir kerametidir ki; yirmi sene mazlumiyet hayatımda, yüzer risale ve mektublarımda ve binler şakirdlerde hiçbir cereyan, hiçbir cemiyet ile ve dâhilî ve haricî hiçbir ko-

sh:» (T: 394)

mite ile hiçbir vesika, hiçbir alâka dokuz ay tetkikatta bulunmamasıdır. Hiçbir fikrin ve tedbirin haddi midir ki, bu hârika vaziyeti versin. Bir tek adamın, birkaç senedeki mahrem esrarı meydana çıksa, elbette onu mes'ûl ve mahcub edecek yirmi madde bulunacak. Mâdem hakikat budur; ya diyeceksiniz ki: «Pek hârika ve mağlûb olmaz bir deha bu işi çeviriyor» veya diyeceksiniz: «Gayet inayetkârâne bir hıfz-ı İlâhîdir.» Elbette böyle bir deha ile mübareze etmek hatâdır, millete ve vatana büyük bir zarardır; ve böyle bir hıfz-ı İlâhî ve inâyet-i Rabbâniyeye karşı gelmek Fir'avunane bir temerrüddür.

Eğer deseniz: «Seni serbest bıraksak ve tarassut ve nezaret etmesek, derslerinle ve gizli esrarınla hayat-ı içtimaiyemizi bulandırabilirsin.»

Ben de derim: Benim derslerim, bilâ-istisna bütünü, hükûmetin ve adliyenin eline geçmiş, bir gün cezayı mucib bir madde bulunmamış. Kırk-ellibin nüsha risale, o derslerden milletin ellerinde dikkat ve merakla gezdiği halde, menfaatten başka hiçbir zararı hiçbir kimseye olmadığı, hem eski mahkememin, hem yeni mahkemenin mûcib-i mes'uliyet bir madde bulamamaları cihetiyle, yenisi ittifakla beraetimize; ve eskisi, dünyaca bir büyüğün hatırı için yüzotuz risaleden beş-on kelime bahane edip, yalnız kanaat-ı vicdaniye ile yüz yirmi mevkuf kardeşlerimden yalnız onbeş adama altışar ay ceza verilmesi kat'î bir hüccettir ki, bana ve Risale-i Nura ilişmeniz, mânasız bir tevehhümle çirkin bir zulümdür! Hem daha yeni dersim yok ve bir sırrım gizli kalmadı ki nezaretle tâdilinize çalışsanız.

Ben şimdi hürriyetime çok muhtacım. Yirmi seneden beri lüzumsuz ve haksız ve faidesiz tarassutlar artık yeter! Benim sabrım tükendi. İhtiyarlık vaziyetinden, şimdiye kadar yapmadığım bedduayı yapmak ihtimali var. «Mazlumun âhı, ta Arşa kadar gider.» diye bir kuvvetli hakikattır.

Sonra o zalim, dünyaca büyük makamlarda bulunan bedbahtlar dediler: «Sen, yirmi senedir bir tek defa takkemizi başına koymadın, eski ve yeni mahkemelerin huzurunda başını açmadın, eski kıyafetin ile bulundun. Halbuki onyedi milyon bu kıtafete girdi.»Bende dedim!On yedi milyon değil, belki yedi milyon da değil, belki rızasiyle ve kalben kabuliyle ancak yedibin Avrupa-perest sarhoşların kıyafetlerine ruhsat-ı şer'iyye ve

sh:» (T: 395)

cebr-i kanûnî cihetiyle girmektense; azîmet-i şer'iyye ve takva cihetiyle, yedi milyar zâtların kıyafetlerine girmeyi tercih ederim. Benim gibi yirmibeş senedenberi hayat-ı içtimaiyeyi terkeden adama «inâd ediyor; bize muhalifdir.» denilmez. Haydi inad dahi olsa, mâdem Mustafa Kemâl o inadı kırmadı ve iki mahkeme kıramadı ve üç vilâyetin hükûmetleri onu bozmadı; siz neci oluyorsunuz ki, beyhude hem milletin hem hükûmetin zararına, o inadın kırılmasına çabalıyorsunuz? Haydi siyasî muhalif de olsa, mâdem tasdikiniz ile yirmi senedir dünya ile alâkasını kesen ve mânen yirmi senedenberi ölmüş bir adam, yeniden dirilip, faidesiz kendine çok zararlı olarak hayat-ı siyasiyeye girerek sizin ile uğraşmaz; bu halde onun muhalefetinden tevehhüm etmek, divaneliktir. Divanelerle ciddi konuşmak dahi bir divanelik olmasından, sizin gibilerle konuşmayı terkediyorum. «Ne yaparsanız minnet çekmem!» dediğim, onları hem kızdırdı, hem susturdu. Son sözüm:

حَسْبَنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ * حَسْبِىَ اللَّهُ لآاِلَهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ

* * *

İslâmiyet düşmanları, Bediüzzaman Said Nursî ve Nur Talebelerini mahkemelere sevkederken, ortalığa korkular ve tehdidler yayarlar, resmî makamlara bütün bütün uydurma malûmatlar yazdırırlar, herkesi Bediüzzaman ve Risale-i Nurdan uzaklaştırmak için uğraşırlar, Nur Talebelerinin aralarına fesad sokarak tesanüdlerini bozmak için entrikalar çevirirler.

Bediüzzaman Said Nursî, Nur Talebelerinin menfî propagandalara aldanmamaları.. ve hem de Nur Talebelerinin, sevgili Üstadlarıyla görüşmek iştiyakı şiddetli olduğundan bu ruhî ihtiyacı tatmin için, sair zamanlarda olduğu gibi, Denizli hapsinde de yazdığı mektublardan bir kısmını buraya dercediyoruz. Hapishanelerde

sh: » (T: 396)

yazılan mektub ve eserleri Nur Talebeleri gizlice Üstadlarından getirmeyi temin ederler. Zira Hazret-i Üstad, her hapishanede tecrid-i mutlak içinde bırakılmış ve başkalarıyla görüşmesi yasak edilmiştir.

* * *

«Bu Fıkra Bir Casus Vasıtasıyla Resmî Memurların Eline Geçtiği İçin Lâhikaya Girmiştir.»

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

Ramazan-ı Şerif'den birgün evvel, gizli zındık düşmanlarım tarafından verildiğine kuvvetli ihtimal verdiğimiz -doktorun tasdikiyle- bir zehirin hastalığıyla hararetim kırk dereceden geçmeye başlamış iken, Kastamonu'da adliye müddeiumumileri ve taharrî komiserleri, menzilimi taharrî etmeye geldiler. Ben, o dakikadan sonra, başıma gelen dehşetli taarruzu, bir hiss-i kablelvuku ile anlayarak ve "Şiddetli zehirli hastalığım dahi ölüme gidiyor" diye Isparta Vilâyetinde kıymetdar kardeşlerimin kucaklarında teslim-i ruh edip o mübarek toprakta defnolmamı, kalben niyaz ettim. Hizb-ül Ekber-ül Kur'anı açtım. Birden bu Âyet-i Kerime

وَاصْبِرْ ِلحُكْمِ رَبِّكَ فَاِنَّكَ بِاَعْيُنِنَا وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ

karşıma çıktı, "Bana bak!" dedi. Ben de baktım, üç kuvvetli emare ile mânâ-yı işarî bana ve bize teselli veriyor. Şimdi başımıza gelen bu musibeti bir cihette hiçe indirdi ve Ispartaya mevkufen beşinci nefyimi, o kalbî duamın kabul olmasına delil eyledi.

Birinci Emare: (Şeddeler sayılır) Hesab-ı ebcedî ile binüçyüz altmışiki, bu senenin Arabî

aynı tarihine tevafuk edip, mânâsiyla der: "Sabreyle! Başına gelen kaza-yı Rabbâniyeye teslim ol! Sen inayet gözü altındasın, merak etme! Gecelerde tesbihat ve tahmidata devam eyle!"

Tahlil: Üç ر altıyüz; dört ن ikiyüz; bir س bir م yüz; bir ص bir ف bir م iki yüz on; dört ك bir ع yüz elli; üç ح bir و bir ى kırk; bir ل dokuz ب bir د bir و dört ا

sh: » (T: 397)

altmış iki eder. Yekûnu binüçyüz altmışiki ederek, bu senenin aynı tarihine ve başımıza gelen musibetin aynı dakikasına tamı tamına tevafuku, kuvvetli bir emaredir.

.........................................................................

Üçüncü emarenin beyanına şimdilik lüzum olmadığından yazdırılmadı.

SAİD NURSÎ

***

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Bu hâdise tesiriyle ben, kendimi mâsum kardeşlerime rıza-yı kalble feda etmeye kat'î azm ve cezmettiğim ve çaresini fikren aradığım vakitte Celcelûtiyeyi okudum. Birden hatıra geldi ki: İmam-ı Ali (R.A.), «Yâ Rab! Eman ver.» diye dua etmiş. İnşâallah o duanın sırriyle selâmete çıkarsınız. Evet Hazret-i Ali Radiyallahu Anhu, Kaside-i Celcelûtiyede iki suretle, Risale-i Nurdan haber verdiği gibi, «Âyetül-Kübra Risalesi» ne işareten وَبِاْلاَيَاتِ الْكُبْرَى اَمِنِىِّ مِنَ الْفَجَتْ der. Ve bu işarette îma eder ki: Âyetül-Kübra yüzünden ehemmiyetli bir musibet, Risale-i Nur Talebelerine gelecek... «Âyetül-Kübra hakkı için o füc'et ve o musibetten şâkirdlerine eman ver!» diye niyaz eder. O risaleyi ve menbaını şefaatcı yapar. Evet, Âyetül-Kübra Risalesinin tab'ı bahanesiyle gelen musibet, aynen o remz-i gaybîyi tasdik etti. Hem o kasidede Risale-i Nurun mühim eczalarına tertibiyle işaretlerin hâtimesinde mukabil sahifede der:

فَتِلْكَ حُرُوفُ النُّورِ فَاجْمَعْ خَوَاصَّهَا * وَحَقِّقْ مَعَانِيهَا بِهَا الْخَيْرُ تُمِّمَتْ

Yâni: «Sen, onların hassalarını topla ve mânâlarını tahkik eyle, bütün hayır ve saadet onlar ile tamam olur.» Harflerin mânâlarını tahkik et, karinesiyle, mânâyı ifade etmiyen hecâi harfler murad olmayıp belki kelimeler mânâsındaki Sözler namiyle risaleler muraddır.

لاَيَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللَّهُ * رَبَّنَا لاَتُؤَاخِذْنَآ اِنْ نَسِينَآ اَوْ اَخْطَاْنَا

sh:» (T: 398)

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

Aziz Sıddık Kardeşlerim,

Geçen Leyle-i Kadrinizi ve gelen bayramınızı bütün mevcudiyetimle tebrik ve sizleri Cenab-ı Erhamürrâhimînin birliğine ve rahmetine emanet ediyorum. مَنْ اَمَنَ بِالْقَدَرِ اَمَنَ مِنَ الْكَدَرِ sırrıyle sizi teselliye muhtaç görmemek ile beraber derim ki:

وَاصْبِرْ ِلحُكْمِ رَبِّكَ فَاِنَّكَ بِاَعْيُنِنَا وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ

Âyetinin mânâ-yı işârisiyle verdiği teselliyi tamamiyle gördüm. Şöyle ki:

Dünyayı unutmak, Ramazanımızı âsude geçirmek düşünürken, hatıra gelmiyen ve bütün bütün tahammülün fevkinde bu dehşetli hâdise, hem benim, hem Risale-i Nurun, hem sizin, hem Ramazanımız, hem uhuvvetimiz için ayn-ı inâyet olduğunu ben müşahede ettim. Bana ait cihetinin ise, çok faidelerinden yalnız iki-üçünü beyan ederim.

Birincisi: Ramazanda, çok şiddetli bir heyecan, bir ciddiyet, bir iltica, bir niyaz ile müdhiş hastalığa galebe ederek çalıştırdı.

İkincisi: Herbirinize karşı bu sene de görüşmek ve yakınınızda bulunmak arzusu şiddetli idi. Yalnız birinizi görmek ve Ispartaya gelmek için bu çektiğim zahmeti kabul ederdim.

Üçüncüsü: Hem Kastamonu'da, hem yolda, hem burada, fevkalâde bir tarzda, bütün elîm hâletler birden değişiyor ve me'mûlün ve arzumun hilâfına olarak bir dest-i inâyet görünüyor, اَلْخَيْرُ فِيمَا اخْتَارَهُ اللَّهُ dediriyor. En ziyade beni düşündü-

sh:» (T: 399)

ren, Risale-i Nuru, en gafil ve dünyaca büyük makamlarda bulunanlara da kemal-i dikkatle okutturuyor, başka bir sahada fütûhata meydan açıyor. Ve en ziyade rikkatime dokunan ve kendi elemimden başka herbirinizin sıkıntısından başıma toplanan bütün elemlere ve teessüflere karşı, Ramazanda bir saati yüz saat hükmüne getiren o şehr-i mübarekte, bu musibet dahi, o yüz sevabı, herbir saati on saat derecesinde ibadet yapmakla bine iblâğ ettiğinden, Risale-i Nurdan tam ders alan ve dünyanın fâni ve ticaretgâh olduğunu bilen ve herşeyi, îmanı ve âhireti için feda eden ve bu dershane-i Yusufiyedeki muvakkat sıkıntılar, dâimî lezzetler ve faideler vereceklerine inanan sizin gibi ihlâslı zâtlara acımak ve rikkatten ağlamak hâletini, tebrik ve sebatınızı gayet istihsan ve takdir etmek haletine çevirdi. Ben de,

اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كُلِّ حَالٍ سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ

dedim. Bana ait bu faideler gibi hem uhuvvetimizin, hem Risale-i Nurun hem Ramazanımızın, hem sizin, bu yüzde öyle fâideleri var ki, perde açılsa, «Yâ Rabbena! Şükür.. bu kaza ve kader-i İlâhî, hakkımızda bir inayettir,» dedirtecek, kanaatım var.

Hâdiseye sebebiyet verenlere itâb etmeyiniz. Bu musibetin geniş ve dehşetli plânı çoktan kurulmuştu. Fakat mânen pek çok hafif geldi. İnşâallah çabuk geçer.

عَسَى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ

sırriyle, me'yus olmayınız.

SAİD NURSÎ

* * *

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

Aziz Kardeşlerim,

Yakınınızda bulunmakla çok bahtiyarım. Sizin hayalinizle ara sıra konuşurum, müteselli olurum. Biliniz ki, mümkün olsaydı

sh:» (T: 400)

bütün sıkıntılarınız kemal-i iftihar ve sevinçle çekerdim. Ben sizin yüzünüzden, Ispartayı ve havalisini, taşiyle toprağiyle seviyorum. Hatta, diyorum ve resmen de diyeceğim: Isparta hükûmeti bana ceza verse, başka vilâyet beni beraet ettirse, yine burayı tercih ederim. Evet ben, üç cihetle Ispartalıyım. Gerçi tarihçe isbat edemiyorum, fakat kanatim var ki, İsparit Nahiyesinde dünyaya gelen Saidin aslı buradan gitmiş. Hem, Isparta Vilâyeti, öyle hakikî kardeşleri bana vermiş ki; değil Abdülmecid ve Abdurrahman, belki Saidi onların herbirisine maalmemnuniye feda eylerim.

Tahmin ederim, şimdi Küre-i Arzda, Risale-i Nur Şakirdlerinden, kalben ve ruhen ve fikren daha az sıkıntı çeken yoktur. Çünki, kalb ve ruh ve akılları, îman-ı tahkikî nurlariyle sıkıntı çekmezler. Maddî zahmetler ise, Risale-i Nur dersiyle hem geçici, hem sevablı, hem ehemmiyetsiz, hem hizmet-i îmaniyenin başka bir mecrada inkişafına vesile olmasını bilerek, şükür ve sabırla karşılıyorlar. İman-ı tahkikî, dünyada dahi medar-ı saadettir diye halleriyle isbat ediyorlar. Evet, «Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler» deyip, metînâne bu fâni zahmetleri bâki rahmetlere tebdile çalışıyorlar. Cenab-ı Erhamürrâhimîn, onların emsallerini çoğaltsın. Bu vatana medar-ı şeref ve saadet yapsın; ve onları da Cennetül-Firdevsde saadet-i ebediyeye mazhar eylesin, âmin...

SAİD NURSÎ

* * *

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Bayramınızı tekrar tebrikle beraber, sureten görüşmediğimize teessüf etmeyiniz. Bizler hakikaten dâima beraberiz. Ebed yolunda da İnşâallah bu beraberlik devam edecek. İmanî hizmetinizde kazandığınız ebedî sevablar ve ruhî ve kalbî faziletler ve sevinçler, şimdiki geçici ve muvakkat gamları ve sıkıntıları hiçe indirir kanaatındayım. Şimdiye kadar, Risale-i Nur şâkirdleri gibi, çok kudsî hizmette çok az zahmet çekenler olmamiş. Evet Cennet ucuz değil! İki hayatı imha eden küfr-ü mutlaktan kurtarmak, bu zamanda pek çok ehemmiyetlidir. Bir parça meşakkat olsa da,

sh:» (T: 401)

şevk ve şükür ve sabırla karşılamalı. Mâdem bizi çalıştıran Hâlıkımız Rahîm ve Hakîmdir; başa gelen her şeyi rıza ile, sevinç ile, rahmetine, hikmetine itimad ile karşılamalıyız.

SAİD NURSÎ

* * *

BU DEFAKİ KÜÇÜK MÜDAFAATIMDA DEMİŞTİM

Risale-i Nurdaki şefkat, hakikat, hak, bizi siyasetten menetmiş. Çünki; mâsumlar belâya düşerler, onlara zulmetmiş oluruz. Bazı zâtlar bunun izahını istediler. Ben de dedim:

Şimdiki fırtınalı asırda, gaddar medeniyetten neş'et eden hodgâmlık ve asabiyet-i unsuriye ve umumî harpten gelen istibdâdât-ı askeriye ve dalâletten çıkan merhametsizlik cihetinde öyle bir eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdâdât meydan almış ki, ehl-i hak, hakkını kuvve-i maddiye ile müdafaa etse, ya eşedd-i zulüm ile, tarafgirlik bahanesiyle çok bîçareleri yakacak, o hâlette o da azlem olacak veyahut mağlûb kalacak. Çünkü, mezkûr hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar, bir-iki adamın hatasiyle yirmi-otuz adamı, âdi bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız vuranı vursa, otuz zâyiata mukabil yalnız biri kazanır, mağlûb vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i zalimânesiyle o ehl-i hak dahi bir ikinin hatasiyle yirmi-otuz bîçareleri ezseler, o vakit, hak namına dehşetli bir haksızlık ederler.

İşte, Kur'anın emriyle, gayet şiddetle ve nefretle siyasetten ve idareye karışmaktan kaçındığımızın hakikî hikmeti ve sebebi budur. Yoksa bizde öyle bir hak kuvveti var ki, hakkımızı tam ve mükemmel müdafaa edebilirdik. Hem mâdem herşey geçici ve fânidir ve ölüm ölmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor ve zahmet ise rahmete kalboluyor; elbette biz, sabır ve şükürle tevkkül edip sükût ederiz. Zarar ile, icbâr ile sükûtumuzu bozdurmak ise; insafa, adâlete, gayret-i vataniyeye ve hamiyet-i milliyeye bütün bütün zıttır, muhaliftir.

sh:» (T: 402)

Hülâsa-i kelâm: Ehl-i hükûmetin ve ehl-i siyasetin ve ehl-i idarenin ve inzibatın ve adliye ve zâbıtanın bizimle uğraşacak hiçbir işleri yoktur. Olsa olsa, dünyada hiçbir hükûmetin müdafaa edemediği ve aklı başında hiçbir insanın hoşlanmadığı küfr-ü mutlak ve dehşetli bir tâun-u beşerî ve maddiyunluktan gelen zındıkanın taassubiyle, bir kısım gizli zındıklar şeytanetiyle bazı resmî memurları aldatarak evhamlanıdırıp, aleyhimize sevketmek var. Biz de deriz: Değil böyle birkaç vehhamı, belki dünyayı aleyhimize sevketseler, Kur'ânın kuvvetiyle, Allahın inayetiyle kaçmayız. O irtidadkâr küfr-ü mutlaka ve o zındıkaya teslim-i silâh etmeyiz!

SAİD NURSÎ

* * *

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Aziz Sıddık Kardeşlerim,

Sizin sebat ve metanetiniz, masonların ve münafıkların bütün plânlarını akîm bırakıyor. Evet kardeşlerim, saklamağa lüzum yok; o zındıklar, Risale-i Nuru ve Şâkirdlerini, tarikata ve bilhassa Nakşi Tarikatına kıyas edip, o ehl-i tarikatı mağlûb ettikleri plânlar ile bizleri çürütmek ve dağıtmak fikriyle bu hücumu yaptılar.

Evvelâ: Ürkütmek ve korkutmak ve o mesleğin su-i istimalâtını göstermek.

Ve Saniyen: O mesleğin erkânlarının ve müntesîbinin kusuratlarını teşhir etmek.

Ve Salisen: Maddiyyun felsefesinin ve medeniyetinin câzibedar sefahet ve uyutucu lezzetli zehirleriyle ifsad etmekle mâbeynlerinde tesanüdü kırmak. Ve üstadlarını ihanetlerle çürütmek ve mesleklerini fennin, felsefenin bazı düsturlariyle nazarlarından sukut ettirmektir ki, Nakşilere ve ehl-i tarikata karşı istimal ettikleri aynı silâh ile bizlere hücum ettiler, fakat aldandılar. Çünki, Risale-i Nurun meslek-i esası, ihlâs-ı tam ve terk-i enaniyet ve zahmetlerde rahmeti ve elemlerde bâki lezzetleri hissedip aramak ve fâni aynı lezzet-i sefihanede elîm elemleri göstermek ve îmanın bu dünyada dahi hadsiz lezzetlere medar olmasını ve hiçbir felsefenin eli yetişmediği noktaları ve hakikatları ders vermek olduğundan, onların plânlarını İnşâallah tam akîm bırakacak ve

sh:» (T: 403)

«Meslek-i Risale-i Nur ise, tarikatlara kıyas edilmez!» diye onları susturacak.

SAİD NURSÎ

* * *

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Aziz Kardeşlerim,

Bu eski ve yeni iki medrese-i Yusufiyedeki şiddetli imtihanda sarsılmayan ve dersinden vazgeçmeyen ve yakıcı çorbadan ağızları yandığı halde talebeliğini bırakmıyan ve bu kadar tehacüme karşı kuvve-i maneviyesi kırılmıyan zâtları, ehl-i hakikat ve nesl-i âti alkışlayacakları gibi, melâike ve ruhaniler dahi alkışlıyorlar, diye kanatım var. Fakat, içinizde hastalıklı ve nazik ve fakirler bulunmasiyle maddî sıkıntı ziyadedir. Ve buna karşı da, herbiriniz herbirisine birer tesellici ve ahlâkta ve sabırda birer nümune-i imtisal ve tesanüd ve taltifte birer şefkatli kardeş ve ders müzakeresinde birer zeki muhatab ve mucîb ve güzel seciyelerin in'ikâsında birer ayine olmanız, o maddî sıkıntıları hiçe indirir, diye düşünüp, ruhumdan ziyade sevdiğim sizler hakkında teselli buluyorum.

Yüzyirmi yaşında bulunan Mevlâna Hâlid'in cübbesini size bir gün göndereceğim. O zât, onu bana giydirdiği gibi, ben de onun nâmına sizin herbirinize teberrüken giydirmek için, hangi vakit isterseniz göndereceğim.

SAİD NURSÎ

* * *

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Aziz Sıddık Kardeşlerim,

Kader-i İlâhî adâleti, bizleri Denizli Medrese-i Yusufiyesine sevketmesinin bir hikmeti; her yerden ziyade Risale-i Nuru ve şâkird-

sh:» (T: 404)

lerine, hem mahpusları, hem ahalisi, belki hem memurları ve adliyesi muhtaç olmalarıdır. Buna binaen biz, bir vazife-i îmaniye ve uhreviye ile bu sıkıntılı imtihana girdik. Evet, yirmi-otuzdan ancak bir ikisi tâdil-i erkân ile namazını kılan mahpuslar içinde, birden Risale-i Nur şâkirdlerinden kırk-ellisi umumen bilâ-istisna mükemmel namazlarını kılmaları, lisan-ı hal ve fiil diliyle öyle bir ders ve irşaddır ki, bu sıkıntı ve zahmeti hiçe indirir, belki sevdirir. Ve şâkirdler, ef'alleriyle bu dersi verdikleri gibi, kalblerindeki kuvvetli tahkikî imanlariyle dahi buradaki ehl-i îmanı ehl-i dalâletin evham ve şübehatından kurtarmalarına medar çelikten bir kal'a hükmüne geçeceğini, rahmet ve inayet-i İlâhiyyeden ümid ediyoruz.

Buradaki ehl-i dünyanın, bizi konuşmaktan ve temastan men'leri, zarar vermiyor. Lisan-ı hal, lisan-ı kalden daha kuvvetli ve tesirli konuşuyor. Madem hapse girmek terbiye içindir; milleti seviyorlarsa, mahpusları Risale-i Nur Şâkirdleriyle görüştürsünler. Tâ bir ayda, belki bir günde, bir seneden ziyade terbiye alsınlar. Hem millete ve vatana, hem kendi istikballerine ve ahiretine menfaatli birer insan olsunlar. Gençlik Rehberi bulunsa idi çok faidesi olurdu. İnşâallah bir zaman girer.

SAİD NURSÎ

* * *

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Aziz Sıddık Kardeşlerim,

Bugün, büyük ve merhum Kardeşim Molla Abdullah ile Ziyaeddin hakkındaki malûmunuz muhavereyi tahattur ettim. Sonra sizi düşündüm. Kalben dedim: Eğer, perde-i gayb açılsa, bu sebatsız zamanda böyle sebat gösteren ve bu yakıcı, ateşli hallerden sarsılmayan bu samimî dindarlar ve ciddî müslümanlar, eğer herbiri bir veli, hattâ bir kutub görünse, benim nazarımda, şimdi verdiğim ehemmiyeti ve alâkayı pek az ziyadeleştirecek. Ve eğer birer âmî ve âdî görünse, şimdi verdiğim kıymeti hiç noksan etmiyecek, diye karar verdim. Çünkü böyle pek ağır şerait altında îman kurtarmak hizmeti, herşeyin fevkindedir. Şahsî makamlar ve hüsn-ü zanların ilâve ettikleri meziyetler; böyle

sh:» (T: 405)

dağdağalı, sarsıntılı hallerde hüsn-ü zanlarını kırmakla, muhabbetleri azalır. Ve meziyet sahibi dahi onların nazarlarında mevkiini muhafaza etmek için tasannua ve tekellüfe ve sıkıntılı vekara mecburiyet hisseder. İşte, hadsiz şükür olsun ki, bizler böyle soğuk tekellüflere muhtaç olmuyoruz.

SAİD NURSÎ

* * *

.................................................................

Kardeşlerim, gerçi bu vaziyet, hem muvafıka ve bir kısım memurlara, Risale-i Nura karşı bir çekinmek, bir ürkmek vermiş; fakat bütün muhaliflerde ve dindarlarda ve alâkadar memurlarda bir dikkat, bir iştiyak uyandırıyor. Merak etmeyiniz, o Nurlar parlayacaklar!..

SAİD NURSÎ

* * *

Aziz Kardeşlerim,

Ben tahmin ediyorum ki, hakikî ve en son müdafaanamemiz, Denizli hapsinin meyvesi olan risalecik olacak. Çünki evvelce bazı evham yüzünden, bir seneden beri ve aleyhimize geniş bir tarzda çevrilen plânlar bunlardır: Tarikatçılık, komitecilik ve dînî hissiyatı siyasete âlet etmek ve cumhuriyet aleyhinde çalışmak ve idare ve asayişe ilişmek gibi asılsız bahaneler ile bize hücum ettiler. Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, onların plânları akîm kaldı. O kadar geniş bir sahada, yüzer talebelerde, yüzler risalede, onsekiz sene zarfındaki mektub ve kitablarda hakikat-ı imaniyeden ve Kur'aniyeden ve âhiretin tahkikinden ve saadet-i ebediyeye çalışmaktan başka birşey bulmadılar. Plânlarını gizlemek için, gayet âdî bahaneleri aramağa başladılar. Fakat, hükûmetin bazı erkânını iğfal edip aleyhimize çeviren dehşetli ve gizli bir zındıka komitesi şimdi doğrudan doğruya küfr-ü mutlak hesabına bize hücum etmek ihtimaline karşı, Güneş gibi zâhir ve şüphe bırakmaz ve dağ gibi metin, sarsılmaz olan «Meyve Risalesi» onlara karşı en kuvvetli bir müdafaa olup, onları susturacak diye bize yazdırıldı zannediyorum.

SAİD NURSÎ

Sh: » (T:406)

Aziz kardeşlerim,

Bu cuma gününde mühim bir hizb okurken siz hatıra geldiniz. "Bu musibetten kurtulmak için ne yapacağız?" lisan-ı hâl ile dediniz. Benim kalbime bu geldi: Sıkı bir tesanüdle, el ele, omuz omuza veriniz. Çünki birbirinden ve Risale-i Nur'dan ve benden çekinmek ve inkâr etmek ve bizi ezmek isteyen gizli kuvvete dalkavukluk etmek gibi tedbirleri yapanların zarardan başka hiçbir menfaatleri yoktur. Sizi temin ederim; eğer bilseydim ki benden teberri etmekle kurtulacaksınız, beni tahkir ve ihanet ve gıybet etmeye izin verip helâl ederdim. Fakat, bizi ezmek isteyen gizli kuvvet sizi biliyor, aldanmıyor; za'fınızdan, teberrinizden cesaret alır, daha ziyade ezer.

Hem mesleğimiz hıllet ve uhuvvet olduğundan, şahsiyet ve enaniyet cihetinden bir rekabet olmaz. Benim gibi çok kusurlu ve çok zaîf bir bîçarenin noksaniyetlerine değil, belki Risale-i Nur'un kemalâtına bakmalı.

Said Nursî

***

Aziz Sıddık Kardeşlerim,

Bu dünyanın hayatı pek çabuk değişmesine ve zevaline ve fenâ ve fâni akıbetsiz lezzetlerine ve firak, iftirak tokatlarına karşı bir ehemmiyetli medar-ı teselli ise, samimî dostlar ile görüşmektir. Evet, bazan bir tek dostunu bir iki saat görmek için yirmi gün yol gider ve yüz lirayı sarfeder. Şimdi bu acîb, dostsuz zamanda, samimî kırk-elli dostunu birden, bir iki ay görmek ve Lillâh için muhabbet etmek ve hakikî bir teselli alıp vermek elbette başımıza gelen bu meşakkatlar ve zayiat-ı mâliye, ona karşı pek ucuz düşer, ehemmiyeti kalmaz. Ben kendim, buradaki kardeşlerimden on sene firakdan sonra, bir tekini görmek için bu meşakkati kabul ederdim. Teşekki, kaderi tenkid ve teşekkür, kadere teslimdir.

SAİD NURSÎ

* * *

sh:» (T: 407)

Aziz Ve Sıddık Kardeşlerim,

Mâdem âhiret için, hayır için, ibadet ve sevab için, îman ve âhiret için Risale-i Nur ile bağlanmışsınız. Elbette bu ağır şerait altında, her bir saati yirmi saat ibadet hükmünde ve o yirmi saat ise, Kur'an ve îman hizmetindeki mücahede-i mâneviye haysiyetiyle yüz saat kadar kıymetdar ve yüz saat ise, böyle herbiri yüz adam kadar ehemmiyetli olan hakiki mücâhid kardeşler ile görüşmek ve akd-i uhuvvet etmek, kuvvet vermek ve almak ve teselli etmek ve müteselli olmak ve hakikî bir tesanüd ile kudsî hizmete sebatkârâne devam etmek ve güzel seciyelerinden istifade etmek ve Medresetüz-Zehranın şâkirdliğine liyakat kazanmak için açılan bu imtihan meclisi olan şu medrese-i Yusufiyede tayinini ve kaderce takdir edilen kısmetini almak ve mukadder rızkını yemek ve o yemekten sevab kazanmak için buraya gelmenize şükretmek lâzımdır. Bütün sıkıntılara karşı mezkûr faideleri düşünüp sabır ve tahammüle mukabele etmek gerektir.

SAİD NURSÎ

* * *

Aziz Sıddık, Sebatkâr ve Vefadâr Kardeşlerim,

Sizi müteessir etmek veya maddî bir tedbir yapmak için değil, belki şirket-i mâneviye-i duaiyenizden daha ziyade istifadem için ve sizin de daha ziyade itidal-i dem ve ihtiyat ve sabır ve tahammül ve şiddetle tesanüdünüzü muhafaza için bir halimi beyan ediyorum ki; burada bir günde çektiğim sıkıntı ve azâbı, Eskişehir'de bir ayda çekmezdim. Dehşetli masonlar, insafsız bir masonu bana musallat eylemişler; tâ hiddetimden ve işkencelerine karşı, «Artık yeter!» dememden bir bahane bulup, zâlimane tecavüzlerine bir sebep göstererek yalanlarını gizlesinler. Ben, hârika bir ihsan-ı İlâhî eseri olarak şâkirane sabrediyorum ve etmeye de karar verdim. Madem biz kadere teslim olup, bu sıkıntıları, خَيْرُ الاُمُورِ اَحْمَزُهَا sırriyle, ziyade sevab kazanmak cihetiyle mânevî bir nimet biliyoruz. Ve madem, geçici dünyevî musibetlerin sonları ekseriyetle ferahlı ve hayırlı oluyor. Ve madem biz, hakkalyakîn derecesinde yakîni bir kat'î kanaatımız

sh:» (T: 408)

var ki, biz öyle bir hakikata hayatımızı vakfetmişiz ki, Güneşten daha parlak ve Cennet gibi güzel ve saadet-i ebediye gibi şirindir. Elbette biz bu sıkıntılı haller ile müftehirane, müteşekkirane «Bir mücahede-i mânevîye yapıyoruz» diye şekva etmemek lâzımdır.

Aziz kardeşlerim, evvel âhir tavsiyemiz: Tesanüdünüzü muhafaza; enaniyet, benlik, rekabetten tahaffuz ve itidal-i dem ve ihtiyattır.

SAİD NURSÎ

* * *

Aziz Sıddık Kardeşlerim,

Bu müddeiumumun iddianamesinden anlaşıldı ki, hükûmetin bazı erkânını iğfal edip aleyhimize sevkeden gizli zındıkların plânları akîm kalıp yalan çıktı. Şimdi bahane olarak, cemiyetçilik ve komitecilik isnadiyle yalanlarını setre çalışıyorlar. Ve bunun bir eseri olarak benimle kimseyi temas ettirmiyorlar! Gûya temas eden, birden bizden olur. Hattâ büyük memurlar da çok çekiniyorlar ve bana sıkıntı verdirmekle kendilerini âmirlerine sevdiriyorlar.

SAİD NURSÎ

* * *

Aziz Sıddık Kardeşlerim,

Ben, gerçi sizinle sureten görüşemiyorum; fakat sizin yakınınızda ve beraber bir binada bulunduğumdan çok bahtiyarım ve müteşekkirim. Ve ihtiyarım olmadan, bazan lüzumlu tedbirler ihtar edilir. Ezcümle: Birisi, yanımdaki koğuşa masonlar tarafından hem yalancı, hem casus bir mahpus gönderilmiş. Tahrip kolay olmasından -hususan böyle haylâz gençlerde- o herif bana çok sıkıntı vermesi ve o gençleri ifsad etmesi ile bildim ki; sizlerin irşâd ve ıslahlarınıza karşı zındıka ifsada, ahlâkları bozmağa çalışıyor. Bu vaziyete karşı gayet ihtiyat ve mümkün olduğu kadar eski mahpuslardan gücenmemek ve gücendirmemek ve ikiliğe mey-

sh:» (T: 409)

dan vermemek ve itidal-i dem ve tahammül etmek ve mümkün olduğu derecede bizim arkadaşlar, uhuvvetlerini ve tesanüdlerini tevazu ile ve mahviyetle ve terk-i enaniyetle takviye etmek gayet lâzım ve zarurîdir. Dünya işleriyle meşgul olmak beni incitiyor. Sizin dirayetinize itimad edip zaruret olmadan bakamıyorum.

SAİD NURSÎ

* * *

Kardeşlerim,

Her ihtimale karşı, bu sabah ihtar edilen bir mes'eleyi beyan etmek lâzım geldi.

Bizim, Kur'ân'dan aldığımız hakikatlar, Güneş, gündüz gibi şek ve şüphe ve tereddüdü kaldırmadığını, yirmi senedenberi «Acaba zındık feylesoflar buna karşı ne diyecekler ve dayandıkları nedir?» diye nefsim ve şeytanım çok araştırdılar. Hiçbir köşede bir kusur bulamadıklarından sustular. Zannederim, çok hassas ve iş içinde bulunan nefis ve şeytanımı susturan bir hakikat, en mütemerridleri de susturur. Madem biz, böyle sarsılmaz ve en büyük ve en ehemmiyetli ve fiat takdir edilmez derecede kıymettar ve bütün dünyası ve canı ve cânânı pahasına verilse yine ucuz düşen bir hakikatın uğrunda ve yolunda çalışıyoruz. Elbette bütün musibetlere ve sıkıntılara, düşmanlara, kemal-i metanetle mukabele etmemiz gerektir. Hem, belki karşımıza, aldanmış veya aldatılmış bazı hocalar ve şeyhler ve zâhirde müttâkiler çıkarılır. Bunlara karşı vahdetimizi ve tesanüdümüzü muhafaza edip, onlar ile uğraşmamak lâzımdır, münakaşa etmemek gerektir.

SAİD NURSÎ

* * *

Aziz Sıddık Kardeşlerim,

Kastamonu'da, ehl-i takva bir zât, şekva tarzında dedi: «Ben sukut etmişim, eski halimi ve zevkleri ve nurları kaybetmişim.» Ben de dedim: «Belki terakkî etmişsin ki, nefsi okşayan ve uhrevî meyvesini dünyada tattıran ve hodbinlik hissini veren zevkleri, keşifleri geri bırakıp daha yüksek makama mahviyet ve

sh:» (T: 410)

terk-i enaniyet ve fâni zevkleri aramamak ile uçmuşsun.» Evet, bir ehemmiyetli ihsan-ı İlâhî; ihsanını, enaniyetini bırakmayana ihsas etmemektir. Ta ucb ve gurura girmesin!

Kardeşlerim, bu hakikata binaen, bu adam gibi düşünen veya hüsn-ü zannın verdiği parlak makamları nazara alan zatlar, sizlere bakıp, içinizde mahviyet ve tevazu ve hizmetkârlık kisvesiyle görünen şâkirdleri âdî, âmî adamlar görür ve der: «Bunlar mı hakikat kahramanları ve dünyaya karşı meydan okuyan?... Heyhat! Bunlar nerede, evliyaları bu zamanda âciz bırakan bu kudsî hizmet mücahidleri nerede?» diyerek, dost ise inkisar-ı hayâle uğrar, muarız ise kendi muhalefetini haklı bulur.

SAİD NURSÎ

Bediüzzaman Hazretleri Denizli hapsinde iken, gayet mühim dokuz mes'eleyi ihtiva eden "Meyve Risalesi"ni iki Cuma gününde te'lif etmiştir. Bu eser, Risale-i Nur'un hakikatlarını hülâsaten cem'eden kıymettar bir risaledir. Hapis müddetinde Nur talebeleri bu Meyve Risalesi'ni müteaddid defalar yazmak ve okumak suretiyle meşgul olmuşlar. Ve ilk önce gayet gizli olarak kibrit kutuları içine yazılıp koğuşlar arasında neşredilen Meyve Risalesi, bilâhare gayet kıymetli ve menfaatli ve hapislere tiryak gibi faydalı olduğu anlaşılmasıyla serbest yazılmış. Denizli Mahkemesine, Temyiz Mahkemesine ve Ankara makamlarına Risale-i Nur'un hakikî müdafaası olarak gönderilmiştir.

Denizli hapsinde çok mühim tesiri olduğu ve taşıdığı kudsî hakaik-i îmaniye itibariyle bir cihette Denizli beraetine vesile olduğu için, ehemmiyetine binaen bu Meyve Risalesi'nden Altıncı ve Yedinci Meselelerinin buraya derci münasib görülmüştür.

* * *

MEYVE RİSALESİDEN ALTINCI MESELE

Risale-i Nur'un çok yerlerinde izahı ve kat'i hadsiz hüccetleri bulunan İman-ı Billâh rüknünün binler küllî bürhanlarından bir tek bürhana kısaca bir işarettir.


sh:» (T: 411)

Kastamonu'da Lise talebelerinden bir kısmı yanıma geldiler. "Bize Hâlıkımızı tanıttır, muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyorlar" dediler. Ben dedim: Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusiyle mütemadiyen Allah'tan bahsedip Hâlikı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.

Mesela: Nasıl ki mükemmel bir eczahane ki, her kavanozunda hârika ve hassas mizanlarla alınmış hayattar macunlar ve tiryaklar var; şüphesiz gayet maharetli ve kimyager ve hâkim bir eczacıyı gösterir. Öyle de, Küre-i Arz eczahanesinde bulunan dörtyüzbin çeşid nebatat ve hayvanat kavanozlarındaki ziyahat macunlar ve tiryaklar cihetiyle, bu çarşıdaki eczahaneden ne derece ziyade mükemmel ve büyük olması nisbetinde- okuduğunuz fenn-i tıp mikyasiyle- Küre-i Arz eczahane-i kübrasının eczacısı olan Hakîm-i Zülcelâl-i hattâ kör gözlere de gösterir, tanıttırır.

Hem, meselâ: Nasıl bir hârika fabrika ki, binler çeşit çeşit kumaşları basit bir maddeden dokuyor; şeksiz, bir fabrikatörü ve meharetli bir makinisti tanıttırır. Öyle de, Küre-i Arz denilen yüzbinler başlı, her başında yüzbinler mükemmel fabrika bulunan bu seyyar makine-i Rabbaniye ne derece bu insan fabrikasından büyükse, mükemmelse, o derece de - okuduğunuz fenn-i makine mikyasıyle- Küre-i Arz'ın ustasını ve sahibini bildirir ve tanıttırır.

Hem meselâ: Nasılki, gayet mükemmel binbir çeşit erzak, etrafından celbedip içinde muntazaman istif ve ihzar edilmiş depo ve iaşe anbarı ve dükkân, şeksiz bir fevkalâde iaşe ve erzak malikini ve sahibini ve mumurunu bildirir. Öyle de, bir senede yirmidört bin senelik bir dairede muntazaman seyehat eden ve yüzbinler ve ayrı ayrı erzak isteyen taifeleri içine alan ve seyehatiyle mevsimlere uğrayıp, baharı bir büyük vagon gibi, binler ayrı ayrı taamlarla doldurarak, kışta erzakı tükenen biçare zîhayatlara getiren ve Küre-i Arz denilen bu Rahmani iaşe anbarı ve bu sefine-i Sübhâniyye ve binbir çeşit cihazatı ve malları ve konserve paketleri taşıyan bu depo ve dükkân-ı Rabbanî, ne derece o fabrikadan büyük ve mükemmel ise, -okuduğunuz veya okuyacağınız fenn-i iaşe mikyasiyle- o kat'iyette ve o derecede Küre-i Arz deposunun sahibini, mutasarrıfını, müdebbirini bildirir; tanıttırır, sevdirir.

Hem nasılki: Dörtyüzbin millet içinde bulunan ve her milletin istediği erzakı ayrı ve istimal ettiği silâhı ayrı ve giydiği elbisesi ayrı ve talimatı ayrı ve terhisatı ayrı olan bir ordunun mû'cizekâr


sh:» (T: 412)

bir kumandanı, tek başıyla bütün o ayrı ayrı milletlerin ayrı ayrı erzaklarını ve çeşit çeşit eslihalarını ve elbiselerini ve cihazatlarını, hiçbirini unutmıyarak ve şaşırmıyarak verdiği o acîp ordu ve ordugâh, şüphesiz, bedahetle o hârika kumandanı gösterir, takdirkârane sevdirir. Aynen öyle de, zemin yüzünün ordugâhında ve her baharda yeniden silâh altına alınmış bir yeni orduyu Sübhânide nebatat ve hayvanat milletlerinden dörtyüz bin nev'in çeşit çeşit elbise, erzak, esliha, tâlim, terhisleri gayet mükemmel ve muntazam ve hiç birini unutmıyarak ve şaşırmıyarak bir tek kumandan-ı âzam tarafından verilen Küre-i Arzın bahar ordugâhı, ne derece mezkûr insan ordu ve ordugâhından büyük ve mükemmel ise, -sizin okuyacağınız fenn-i askerî mikyasiyle- dikkatli ve aklı başında olanlara o derece Küre-i Arz'ın Hâkimini ve Rabbini ve Müdebbirini ve Kumandan-ı Akdesini hayretler ve takdislerle bildirir. Ve tahmid ve tesbihle sevdirir.

Hem nasılki: Bir hârika şehirde milyonlar elektrik lâmbaları hareket ederek her yeri gezerler, yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki elektirik lâmbaları ve fabrikası şeksiz, bedahetle elektiriği idare eden ve seyyar lâmbaları yapan ve fabrikayı kuran ve iştial maddelerini getiren bir mu'cizekâr ustayı ve fevkalâde kudretli bir elektrikçiyi hayretler ve tebriklerle tanıttırır;« Yaşasınlar» ile sevdirir. Aynen yöle de, bu âlem şehrinde dünya sarayının damındaki yıldız lâmbaları, bir kısmı kozmoğrafyanın dediğine bakılsa, Küre-i Arz'dan bin defa büyük ve top güllesinden yetmiş def'a sür'atli hareket ettikleri halde, intizamını bozmuyor; birbirine çarpmıyor sönmüyor, yanmak maddeleri tükenmiyor.

Okuduğunuz kozmoğrafyanın dediğine göre, Küre-i Arz'dan bir milyon defadan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşayan ve bir misafirhane-i Rahmaniyyede bir lâmba ve soba olan güneşimizin yanmasının devamı için her gün Küre-i Arz'ın denizleri kadar gazyağı ve dağları kadar kömür veya bin arz kadar odun yığınları lâzımdır ki sönmesin. Ve onu ve onun gibi ulvî yıldızları gazyağsız, odunsuz, kömürsüz yandıran ve söndürmeyen ve beraber ve çabuk gezdiren ve birbirine çarptırmayan bir nihayetsiz kudreti ve saltanatı, ışık parmaklariyle gösteren bu kâinat şehr-i muhteşemindeki dünya sarayının elektirik lâmbaları ve idareleri ne derece o misalden daha büyük, daha mükemmeldir. O derecede -sizin okuduğunuz veya okuyacağınız fenn-i elektrik


sh:» (T: 413)

mikyasiyle- bu meşher-i âzam-ı kainatın Sultanını, Münevvirini, Müdebbirini, Sâniini, o nurani yıldızları şahit göstererek tanıttırır. Tesbihatla, takdisatla sevdirir, perestiş ettirir.

Hem Meselâ, nasılki; bir kitap bulunsa ki: Bir satırında bir kitap ince yazılmış ve herbir kelimesinde ince kalemle bir sûre-i Kur'âniye yazılmış, gayet mânidar ve bütün mes'eleleri birbirini te'yid eder ve kâtibini ve müellifini fevkalâde maharetli ve iktidarlı gösteren bir acîp mecmua, şeksiz, gündüz gibi kâtip ve musannifini kemâlâtıyla, hünerleriyle bildirir, tanıttırır. Mâşâallah, Bârekâllah cümleleriyle takdir ettirir. Aynen öyle de: Bu kâinat kitab-ı kebîri ki, bir tek sahifesi olan zemin yüzünde ve bir tek forması olan baharda, üçyüzbin ayrı ayrı kitaplar hükmündeki üçyüzbin nebatî ve hayvanî taifeleri beraber, birbiri içinde, yanlışsız, hatâsız, karıştırmayarak, şaşırmıyarak, mükemmel, muntazam ve bazen ağaç gibi bir kelimede bir kasideyi; ve çekirdek gibi bir noktada bir kitabın tamam bir fihristesini yazan bir kalem işlediğini gözümüzle gördüğümüz bu nihayetsiz mânidar ve her kelimesinde çok hikmetler bulunan şu mecmua-i kâinat ve bu mücessem Kur'an-ı Ekber-i Âlem, mezkûr misaldeki kitaptan ne derece büyük ve mükemmel manidâr ise, o derecede -sizin okuduğunuz fenn-i hikmet-ül eşya ve mektepte bilfiil mübaşeret ettiğiniz fenn-i kıraat ve fenn-i kitabet geniş mikyaslariyle ve dûrbin gözleriyle- bu kitab-ı kâinatın Nakkaşını, Kâtibini hadsiz kemâlâtıyla tanıttırır. «Allahü Ekber» cümlesiyle bildiri. «Sübhanâllah» takdisiyle tarif eder. «Elhamdülillâh» senâlarıyla sevdirir...

İşte bu fenlere kıyasen, yüzer fünundan herbir fen, geniş mikyasiyle ve hususî aynasiyle ve dûrbinli gözüyle ve ibretli nazariyle bu kâinatın Hâlik-i Zülcelâlini esmasiyle bildirir. Sıfâtını, kemâlâtını tanıttırır.

İşte bu muhteşem ve parlak bir bürhan-ı Vahdâniyet olan mezkûr hücceti ders vermek içindir ki; Kur'an-ı Mûcizü'l-beyan çok tekrar ile en ziyade خَلَقَ السَّمَوَاتِ وَالاَرْضِ ve رَبُّ السَّمَوَاتِ وَالاَرْضِ âyetleriyle Hâlikımızı bize tanıttırıyor; diye o mektepli gençlere dedim. Onlar dahi tamamiyle kabul edip tasdik ederek «Hadsiz şükür olsun Rabbimize ki; tam kudsi ve ayn-ı hakikat bir ders aldık. Allah senden razı olsun." dediler!


sh:» (T: 414)

Ben de dedim: İnsan binler çeşit elemler ile müteellim ve binler nev'i lezzetler ile mütelezziz olacak bir zîyahat makine ve gayet derece acziyle beraber hadsiz, maddî mânevî düşmanları ve nihayetsiz fakriyle beraber hadsiz zâhiri ve bâtini ihtiyaçları bulunan ve mütemadiyen zeval ve firak tokatlarını yiyen bir bîçare mahluk iken, birden îman ve ubûdiyetle böyle bir Padişah-ı Zülcelâle intisab edip bütün düşmanlarına karşı bir nokta-i istinat ve bütün hâcatına medar bir nokta-i istimdat bularak herkes mensup olduğu efendisinin şerefiyle, makamiyle iftihar ettiği gibi, o da böyle nihayetsiz Kadîr ve Rahîm bir Pâdişâha îman ile intisab etse ve ubûdiyetle hizmetine girse ve ecelin idam ve ilânını kendi hakkında terhis tezkeresine çevirse ne kadar memnun ve minnettar ve ne kadar müteşekkirâne iftihar edebilir kıyas ediniz.

O mektepli gençlere dediğim gibi musibetzede mahpuslara da tekrar ile derim: Onu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır. Hattâ bir bahtiyar mazlum idam olunurken bedbaht zalimlere demiş: "Ben idam olmuyorum. Belki terhis ile saadete gidiyorum. Fakat, ben de sizi idam-ı ebedi ile mahkûm gördüğümden sizden tam intikamımı alıyorum." لآاِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ diyerek sürur ile teslim-i ruh eder.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

* * *


sh:» (T: 415)

MEYVE RİSALESİDEN YEDİNCİ MESELE

)Denizli hapsinde bir Cuma gününün meyvesidir.)

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

وَمَآ اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ . مَا خَلَقَكٌمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ . فَانْظُرْ اِلىَ اَثَارِ رَحْمَةِ اللَّهِ كَيْفَ يُحْىِ الاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اَنَّ ذَالِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ

Bir zaman Kastamonu'da "Hâlıkımızı bize tanıttır." diyen lise talebelerine sâbık Altıncı Mes'elede mektep fünununun dilleriyle verdiğim dersi, Denizli Hapishanesinde benimle temas edebilen mahpuslar okudular. Tam bir kanaat-ı îmâniye aldıklarından âhirete bir iştiyak hissedip, "Bize âhiretimizi de tam bildir; tâ ki: Nefsimiz ve zamanın şeytanları bizi yoldan çıkarmasın, daha böyle hapislere sokmasın." dediler. Ve Denizli hapsindeki Risale-i Nur Şâkirdlerinin ve sâbıkan Altıncı Mes'eleyi okuyanların arzuları ile, âhiret rüknünün dahi bir hulâsasının beyanı lâzım geldi. Ben de Risale-i Nur'dan bir kısacık hulâsa ile dedim:

Nasılki Altıncı Mes'elede biz Hâlikımızı Arzdan, Semavattan sorduk; onlar fenlerin dilleri ile Halıkımızı bize güneş gibi tanıttırdılar. Aynen biz de âhiretimizi başta O bildiğimiz Rabbimizden, sonra Peygamberimizden, sonra Kur'anımızdan, sonra sair Peygamberler ve mukaddes kitaplardan, sonra melâikelerden, sonra kâinattan soracağız.

İşte, evvela birinci mertebede âhireti Allah'tan soruyoruz. O da bütün gönderdiği elçileriyle ve fermanlariyle ve bütün isimleriyle ve sıfatlariyle:"Evet âhiret var ve sizi oraya sevk ediyorum." ferman ediyor. Onuncu Söz, oniki parlak ve kat'i "Hakikat"lar ile Esma-i Husnâdan bir kısım isimlerin âhirete dair cevaplarını isbat ve izah eylemiş. Burada, o izaha iktifâen gayet kısa bir işaret ederiz.

Evet, madem hiçbir saltanat yoktur ki, o saltanata itaat edenlere mükâfatı ve isyan edenlere mücâzatı bulunmasın. Elbette Rububiyyet-i Mutlaka mertebesinde bir Saltanat-ı Sermediyyenin, o saltanata

sh:» (T: 416)

îmân ile intisab ve itâat ile fermanlarına teslim olanlarına mükâfatı ve o izzetli saltanatı, küfür ve isyanla inkâr edenlere de mücâzâtı, o Rahmet ve Cemale, o İzzet ve Celâle lâyık bir tarzda olacak diye Rabbü'l-Âlemin ve Sultanü'd-Deyyan isimleri cevap veriyorlar.

Hem mâdem güneş gibi, gündüz gibi, zemin yüzünde bir umumi rahmeti ve ihâtalı bir şefkat ve kerem gözümüzle görüyoruz. Mesela: O rahmet, her baharda umum ağaçları ve meyveli nebatları; Cennet hûrileri gibi giydirip, süslendirip, ellerine her çeşit meyveleri verip bizlere uzatıp "Haydi alınız, yeyiniz." dediği gibi; bir zehirli sineğin eliyle bizlere şifalı, tatlı balı yedirdiği ve elsiz bir böceğin eliyle en yumuşak ipeği bizlere giydirdiği gibi, bir avuç kadar küçücük çekirdeklerde, tohumcuklarda binler batman taamları bizim için saklayan ve ihtiyat zahiresi olarak o küçücük depolarda yerleştiren bir rahmet, bir şefkat; elbette hiç şüphe olamaz ki, bu derece nâzeninâne beslediği bu sevimli ve minnettarları ve perestişkârları olan mü'min insanları îdam etmez! Belki; onları daha parlak rahmetlere mazhar etmek için hayat-ı dünyeviye vazifesinden terhis eder diye Rahim ve Kerîm isimleri sualimize cevap veriyorlar; "El-Cennetü Hakkun" diyorlar.

Hem mâdem biz gözümüzle görüyoruz ki: Umum mahlûklarda ve zemin yüzünde öyle bir hikmet eli işliyor ve öyle bir adalet ölçüleriyle işler dönüyor ki; akl-ı beşer onun fevkinde düşünemiyor. Mesela: İnsanın bin cihâzâtına takılan hikmetlerinden yalnız bir küçük çekirdek kadar kuvve-i hâfızasında bütün tarihçe-i hayatını ve ona temas eden hadsiz hâdisatı o kuvvecikde yazıp, onu bir kütüphâne hükmüne getirip ve insanın haşirde mahkemesi için neşir olacak olan defter-i âmâlinin bir küçük senedi olarak her vakit hatırlatmak sırrı ile her insanın eline vererek dimağının cebine koyan bir ezelî hikmet; ve bütün masnuatta gayet hassas mizanlar ile âzâlarını yerleştiren, ve mikroptan gergedana, sinekten simurga kuşuna, bir çiçekli nebattan milyarlarla, trilyonlarla çiçekler açan bahar çiçeğine kadar, israfsız ölçülerle bir tenâsüp, bir muvazene, bir intizam ve bir cemâl içinde masnuatı bir hüsn-ü san'at yapan ve her zîyahatın hukuk-u hayatını kemâl-i mizanla veren; iyiliklere güzel neticeler ve fenalıklara fena neticeler verdiren ve Âdem (A.S) zamanından beri tâği ve zalim kavimlere vurduğu tokatlarla kendini pek kuvvetli ihsas ettiren bir adâlet-i

sh:» (T: 417)

sermediye, elbette ve hiç bir şüphe getirmez ki: Güneş gündüzsüz olmadığı gibi, o hikmet-i Ezelîye, o adâlet-i Sermediyede, âhiretsiz olmazlar ve ölümde en büyük zalimler ve en biçare mazlumların bir tarzda gitmelerindeki âkibetsiz dehşetli bir haksızlığa, ve adâletsizliğe ve hikmetsizliğe hiçbir veçhile müsaade etmezler diye Hakîm ve Hakem ve Adl ve Âdil isimleri bizim sualimize kat'i cevap veriyorlar.

Hem mâdem bütün zîyahat mahlûkların, elleri yetişmediği ve iktidarları dairesinde olmayan bütün hâcatlarını, bütün fıtrî matlablarını bir nevi dua bulunan istidad_ı fıtrî ve ihtiyac-ı zarurî dilleriyle istedikleri vakitte, gayet Rahîm ve işitici ve şefkatli bir dest-i gaybî tarafından verildiğinden ve ihtiyarî olan daavât-ı insâniyenin husûsan havasların ve nebilerin dualarının on adetten altı yedisi hilaf-ı âdet makbul olmasından kat'i anlaşılıyor ki: Her dertlinin âhını, her muhtacın duasını işiten ve dinleyen bir Semî-i Mucib perde arkasında var, bakar ki; en küçük bir zîyahatın en küçük bir ihtiyacını görür ve en gizli bir âhını işitir, şefkat eder, fiilen cevap verir, memnun eder.

Elbette ve her halde hiçbir şüphe ihtimâli kalmaz ki: Mahlûkların en ehemmiyetlisi olan nev'i insanın en ehemmiyetli olan ve umumî ve umum kâinatı ve umum esmâ ve sıfât-ı İlâhiyyeyi alâkadar eden beka-i uhreviyeye ait dualarını içine alan ve nev'i insanın güneşleri ve yıldızları ve kumandanları olan bütün peygamberleri arkasına alıp onlara, duasına "âmin, âmin" dedirten ve ümmetinden her gün her ferd-i mütedeyyin hiç olmazsa kaç defalar ona selâvat getirmekle onun duasına âmin âmin diyen ve belki bütün mahlûkat o duasına iştirâk ederek "Evet yâ Rabbenâ!..İstediğini ver;biz de onun istediğini istiyoruz."diyorlar. İşte Bütün bu reddedilmez şerâit altında beka-i uhreviye ve saadeti ebediyye için haşrin hadsiz esbab-ı mucibesinden Muhammed (A.S.M) yalnız tek duası, Cennet'in vücuduna ve baharın icadı kadar kudretine kolay olan âhiretin icadına kâfi bir sebeptir, diye Mucib ve Semi' ve Rahîm isimleri bizim sualimize cevap veriyorlar.

Hem mâdem gündüz, bedahetle güneşi gösterdiği gibi¸zemin yüzünde, mevsimlerin tebeddülünde, küllî ölmek ve dirilmekte perde arkasında bir mutasarrıf; gayet intizamla koca Küre-i Arzı bir bahçe, belki bir ağaç kolaylığında, ve intizamında ve azametli

sh:» (T: 418)

baharı bir çiçek suhuletinde ve mizanlı zînetinde, ve zemin sahifesinde üçyüzbin haşir ve neşrin numune ve misallerini gösteren üçyüz bin kitap hükmündeki nebatat ve hayvanat taifelerini zeminin yüzünde yazar beraber ve birbiri içinde şaşırmıyarak, karışık iken karıştırmayarak, birbirine benzemekle beraber iltibassız, sehivsiz, hatâsız, mükemmel, muntazam, mânidar yazan bir Kalem-i Kudret; bu azameti içinde hadsiz bir rahmet, nihayetsiz bir hikmet ile işlediği gibi; koca kâinatı bir hânesi misillü insana musahhar ve müzeyyen edip tefriş etmek ve o insanı halife-i zemin ederek; ve dağların ve göklerin ve yerin tahammülünden çekindikleri emânet-i kübrayı ona vermesi ve sair zîhayatlar bir derece zâbitlik mertebesi ile mükerrem etmesi ve hitâbât-ı Sübhâniyyesine ve sohbetine müşerref etmekle ile fevkalâde bir makam verdiği ve bütün semavi fermanlarda ona saadet-i ebediyyeyi ve beka-i uhreviyye kat'î vaad ve ahdettiği halde, elbette ve hiç şüphe olmaz ki: Bahar kadar kudretine kolay gelen dâr-ı saadeti o mükerrem ve müşerref insanlar için açacak ve yapacak ve haşir ve kıyameti getirecek diye Muhyî ve Mümît ve Hayy ve Kayyûm ve Kadîr ve Alîm isimleri, Hâlikımızdan sormamıza cevap veriyorlar.

Evet, her baharda bütün ağaçları ve otların köklerini aynen ihya ve nebatî ve hayvanî üçyüzbin nevi' haşrin ve neşrin nûmunelerini icad eden bir kudret, Muhammed ve Mûsa Aleyhimessalâtü Vesselâmların her birinin ümmetinin geçirdiği bin senelik zaman, karşı karşıya hayalen getirilip bakılsa, haşrin ve neşrin bin misâlini ve bin delilini ikibin baharda (*) gösterdiği görülecek. Ve böyle bir kudretten haşr-i cismâniyi uzak görmek, bin derece körlük ve akılsızlıktır.

Hem mâdem nev'i beşerin en meşhurları olan yüzyirmidört bin peygamberler ittifak ile saadet-i ebediyyeyi ve beka-yı uhrevîyi Cenâb-ı Hakk'ın binler vaad ve ahidlerine istinaden ilân edip mu'cizeleri ile doğru olduklarını ispat ettikleri gibi, hadsiz ehl-i velâyet keşf ile ve zevk ile ayni hakikata imza basıyorlar: Elbette o hakikat güneş gibi zâhir olur. Şüphe eden divâne olur.

Evet bir fende ve bir san'ata mütehassıs bir iki zâtın o fen ve o san'ata ait hükümleri ve fikirleri, o fende ihtisası olmayan bin adamın,

_____________

(*) Sâbık her bir bahar, kıyameti kopmuş, ölmüş ve karşısındaki bahar onun haşri hükmündedir.

sh:» (T: 419)

-hattâ başka fenlerde âlim ve ehl-i ihtisas da olsalar- muhalif fikirlerini hükümden iskat ettikleri gibi; bir mes'elede, meselâ: Ramazan hilâlini yevm-i şekte ispat etmek, ve "Süt konservelerine benzeyen ceviz-i hindi bahçesi rûy-i zeminde var." diye dâva etmekte iki ispat edici, bin inkâr edici ve nefyedicilere galebe edip dâvayı kazanıyorlar. Çünki: İspat eden yalnız bir ceviz-i hindîyi veyahut yerini gösterse, kolayca dâvayı kazanır. Onu nefiy ve inkâr eden, bütün rûy-i zemini aramak, taramakla hiçbir yerde bulunmadığını göstermekle dâvâsını ispat edebildiği gibi; Cenneti ve dâr-ı saadeti ihbar ve ispat eden, yalnız bir izini, ve sinemadaki gibi keşfen bir gölgesini, bir tereşşuhunu göstermekle dâvayı kazandığı halde; onu nefy ve inkâr eden, bütün kâinatı ve ezelden ebede kadar bütün zamanları görmek ve göstermekle ancak inkârını ve nefyini ispat ile davayı kazanabilir. Ve bu ehemmiyetli sırdandır ki,« hususi bir yere bakmayan ve îmanî hakikatlar gibi umum kâinata bakan nefiyler, inkârlar -zatında mûhal olmamak şartı ile- ispat edilmez» diye ehl-i tahkik ittifak edip bir düstur-u esâsî kabul etmişler.

İşte bu kat'i hakikata binaen; binler feylesofların muhalif fikirleri böyle îmanî mesêlelerde bir tek muhbir'i sâdıka karşı hiçbir şüphe hatta hiçbir vesvese vermemek lâzım iken, yüzyirmidört bin ispat edici ehl-i ihtisas ve muhbir-i sâdıkın ve hadsiz ve nihayetsiz müsbit ve mütehassıs ehl-i hakikat ve ashab-ı tahkikın ittifak ettikleri Erkân-ı Îmaniyyede; aklı gözüne inmiş, kalbsiz, ve mâneviyattan uzaklaşmış, körleşmiş, bir kaç feylesofun inkârları ile şüpheye düşmek ne kadar ahmaklık ve divânelik olduğunu kıyas ediniz.

Hem mâdem, gözümüzle gündüz gibi, hem nefsimizde, hem etrafımızda bir rahmet-i âmme ve bir hikmet-i şâmile ve bir inâyet-i dâime müşâhede ediyoruz. Ve dehşetli bir saltanat-ı Rubûbiyyet ve dikkatli bir adâlet-i âliyye ve izzetli icraat-ı Celâliyyenin âsârını ve cilvelerini görüyoruz. Hattâ bir ağacın meyveleri ve çiçekleri sayısınca o ağaca hikmetler takan bir hikmet, ve her bir insanın cihâzâtı ve hissiyyâtı ve kuvveleri adedince ihsanlar, in'amlar ona bağlamış bir Rahmet, ve Kavm-i Nûh ve Hûd ve Salih Aleyhimüsselâm ve Kavm-ı Âd ve Semûd ve Fir'avun gibi âsî milletlere tokatlar vuran, ve en küçük bir zîyahatın hakkını muhafaza eden izzetli ve inâyetli bir Adâlet; ve

sh:» (T: 420)

وَمِنْ اَيَآتِهِ اَنْ تَقُومَ السَّمآءُ وَالاَرْضُ بِاَمْرِهِ ثُمَّ اِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ الاَرْضِ اِذَآ اَنْتُمْ تَخْرُجُونَ Âyeti, azametli bir icaz ile der.

Nasılki; iki kışlada yatan ve duran muti askerler bir kumandanın çağırmasıyle bir boru sesiyle silâh başına ve vazife başına gelmeleri gibi; aynen öyle de, bu iki kışlanın misâlinde ve emre itaatında koca semavat ve Küre-i Arz, Sultan-ı Ezelînin askerlerine iki muti kışla gibi ne vakit Hazret-i İsrâfil Aleyhisselâm'ın borusu ile o kışlalarda ölüm ile yatanlar çağrılsa, derhal cesed libaslarını giyip dışarı fırlamalarını isbat edip gösteren her baharda arz kışlası içindekiler, Melek-i Ra'dın borusuyla aynı vaziyeti göstermesiyle nihâyetsiz azameti anlaşılan bir saltanat-ı Rubûbiyet; elbette ve her halde ve hiç şüphe getirmez ki, (Onuncu Sözde isbat edildiği gibi ) o rahmet ve hikmet ve inâyet ve adâlet ve Saltanat-ı Sermediyyenin gayet kat'i istedikleri dâr-ı âhiret ve dâire-i haşir ü neşrin açılmamasıyle o nihâyetsiz Cemâl-i Rahmet, nihâyetsiz bir çirkin merhametsizliğe inkılâb etmesine, ve o hadsiz kemâl-i hikmet, hadsiz kusurlu abesiyete ve faydasız israfata dönmesine; ve o gayet şirin inâyet, gayet acı ihânetlere çevrilmesi, ve o gayet mizanlı ve hakkaniyetli adâlet, gayet şiddetli zulümlere kalb olmasına, ve o gayet derecede haşmetli ve kuvvetli Saltanat-ı sermediye sukut etmesine, ve haşrin gelmemesiyle bütün haşmeti kaybolmasına ve Kemâlât-ı Rubûbiyyeti acz ve kusur ile lekedar olmasına; hiçbir cihet-i imkânı yok! hiçbir akıl bu vaziyette ihtimal vermez, yüz muhal birden içinde bulunur. Hem dâire-i imkân haricinde bâtıl ve mümteni'dir. Çünki nâzenin ve nâzdar beslediği ve akıl ve kalb gibi cihâzatla saadet-i ebediyeye ve âhirette beka-i dâimîye iştiyak hissini verdiği halde onu ebedi idam etmek, ne kadar gadirli bir merhametsizlik, ve onun yalnız dimağına yüzer hikmetli ve faydalar taktığı halde onu diriltmemek üzere bütün cihâzâtını ve binler faideleri bulunan istidâdâtını âkibetsiz bir ölümle faidesiz, neticesiz, hikmetsiz, bütün bütün israf etmek ne derece hilâf-ı hikmet ve binler vaad ve ahidlerini yerine getirmemekle -hâşâ- aczini ve cehlini göstermek; ne kadar o haşmet-i Saltanata ve o kemâl-i

sh:» (T: 421)

Rubûbiyyete zıt olduğunu... her zîşuur anlar. Bunlara kıyasen inâyet ve adâleti tatbik eyle. İşte Hâlıkımızdan sorduğumuz âhirete dâir sualimize Rahman, Hakîm, Âdl, Kerîm ve Hâkim isimleri mezkûr hakikatlerle cevap veriyorlar; şeksiz şüphesiz, güneş gibi âhireti isbat ediyorlar.

Hem mâdem biz gözümüzle görüyoruz öyle ihâtalı ve azametli bir hafîziyyet hükmeder ki, zîyahat her şeyin ve her hâdisenin çok sûretlerini ve gördüğü fıtrî vazifesinin defterini Esmâ-i İlâhiyeye karşı lisân-ı hal ile tesbihatına dair sahife-i amâlini misâli levhalarda ve çekirdeklerinde ve tohumcuklarında ve levh-i mahfuzun nümunecikleri olan kuva-yı hâfızalarında ve bilhassa insanın dimağındaki manen pek büyük ve sureten pek küçük kütüphanesi olan kuvve-i hâfızasında ve sair maddî ve manevî in'ikâs âyinelerinde kaydeder, yazdırır; zabtederek muhafaza altına alır. Sonra mevsimi geldikçe bütün o mânevi yazıları maddi bir tarzda da gözümüze gösterip milyonlar misaller ve deliller ve nümuneler kuvvetiyle وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ Âyetindeki en acib bir hakikat-ı haşriyeyi, kudretin bir çiçeği olan her bahar, kendi çiçek-i ekberinde milyarlar dil ile kâinata ilân eder. Ve başta nev'i insan olarak bütün zîyahatlar ve bütün eşya, fenâya düşmek ve ademe sukut etmek ve hiçlikte mahvolmak ve yoklukta idam edilmek için yaratılmamışlar. Belki bekaya terakki ederek devama tasaffi ile ve sermedî vazifeye istidadi ile girmek için halkolunduklarını gayet kuvvetli isbat eder.

Evet, her baharda müşahede ediyoruz ki: Güz mevsimi kıyametinde vefat eden hadsiz nebatat, bahar haşrinde herbir ağaç, herbir kök, herbir çekirdek, herbir tohum وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ Âyetini okuyup bir mânasını, bir ferdini kendi diliyle, geçmiş senelerde gördüğü vazifenin misâlleriyle tefsir ederek o azametli hafîziyyete şehadet eder.

هُوَ الاَوَّلُ وَالاَخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ Âyetindeki dört muazzam hakikatleri her şeyde gösterip hafîziyyeti âzami derecede, ve haşri bahar kolaylığında ve kat'iyetinde bizlere ders verir.

sh:» (T: 422)

Evet, bu dört ismin cilveleri en cüz'îden en külliye kadar cereyan ederler. Meselâ: Nasılki, bir ağacın menşei olan bir çekirdek اَلاَوَّلُ ismine mazhariyetle o ağacın gayet mükemmel proğramını ve icadının noksansız, cihâzâtını ve teşekkülünün bütün şerâitini câmi bir kutucuktur ki: Hafîziyyetin azametini isbat eder.

وَالاَخِرُ ismine mazhar olan meyvesi ise, çekirdekleriyle o ağacın işlediği bütün fıtrî vazifelerinin fihristesini ve amellerinin listesini ve hayat-ı saniyesinin düsturlarını ihtiva eden bir sandukçadır ki, âzami derecede Hafîziyyete şehadet eder.

وَالظَّاهِرُ ismine mazhar olan o ağacın sûret-i cismaniyesi ise, öyle tenasüplü ve san'atlı ve süslü bir hulle, bir libas ve ayrı ayrı nakışlar ve zînetler ve yaldızlı nişanlar ile tezyin edilmiş, güya yetmiş renkli bir hurî elbisesidir ki, Hafîziyyet içinde azamet-i Kudret ve Kemâl-i Hikmet ve Cemâl-i Rahmeti gözlere gösterir.

وَالْبَاطِنُismine âyine olan o ağacın içindeki makinesi ise; öyle muntazam ve mükemmel ve mu'cizatlı bir fabrika, bir tezgâh, bir kimyahane ve hiçbir dalı ve meyveyi ve yaprağı gıdasız bırakmayan mizanlı bir kazan-ı erzaktır ki: Hafîziyyet içinde Kemâl-i Kudret ve Adâleti ve Cemâl-i Rahmet ve Hikmeti güneş gibi isbat eder.

Aynen öyle de: Küre-i Arz, senevi mevsimler cihetinde bir ağaçtır. İsm-i Evvel cilvesiyle güz mevsiminde Hafîziyyete emânet edilen bütün tohumlar ve çekirdekler, bahar çarşafını giyen zemin yüzünün milyarlar dal-budak, meyve, veren ve çiçek açan ağacının teşkilâtına dâir İlâhi emirlerin mecmuacıkları ve kaderden gelen düsturların listeleri ve geçen yazın işlediği vazifelerin küçücük sahife-i amelleri ve defter-i hidemâtlarıdır ki, bilbedâhe, bir Hafîz-i Zülcelâl-i Vel'ikrâm'ın; hadsiz kudret, adâlet, hikmet, rahmet ile iş gördüğünü gösteriyor.

Ve senevi zemin ağacının âhiri ise; ikinci güzde o ağacın gördüğü bütün vazifelerini, ve Esmâ-i İlâhiyyeye karşı ettiği bütün fıtrî tesbihatlarını ve gelecek bahar haşrinde neşir olabilen bütün sahâif-i a'mallerini, zerrecik ve küçücük kutucukların içine koyup Hafîz-i

sh:» (T: 423)

Zülcelâl'in dest-i hikmetine teslim eder, هُوَ اْلاَخِرُ ismini hadsiz dillerle kâinat yüzünde okur.

Ve bu ağacın zâhiri ise, haşrin üçyüz bin misâllerini ve emârelerini gösteren üçyüz bin küllî ve çeşit çeşit çiçekler açıp hadsiz Rahmâniyet ve Rezzakıyyet ve Rahîmiyyet ve Kerîmiyyet sofralarını sererek zîyahatlara ziyâfetler vermekle هُوَ اْلظَّاهِرُ ismini meyveleri, çiçekleri, taamları sayısınca lisanlariyle zikredip medh ü senâ eder, gündüz gibi وَاِذَاالصُّحُفُ نُشِرَتْ hakikatını gösterir.

Bu haşmetli ağacın bâtını ise, had ve hesaba gelmez muntazam makineleri ve mîzanlı fabrikaları kemâl-i dikkat ve intizamla işlettiren öyle bir kazan ve öyle bir tezgâhtır ki, bir dirhemden binler batman taamları izhar eder pişirir, açlara yetiştirir. Ve öyle bir mîzan dikkatle işler ki, zerre kadar tesadüfün karışmasına bir yer bırakmaz. هُوَ اْلْبَاطِنُ ismini zeminin iç yüzüyle yüzbinler dil ile tesbih eden bazı melâike gibi yüzbin tarzlarda ilân edip isbat eder.

Hem arz; senevi hayatı haysiyyetiyle bir ağaç olduğu ve o dört isim içinde Hafîziyyeti, ve keza o dört ismi haşir kapısına bir anahtar yaptığı gibi, aynen öyle de, dehrî ve dünya hayatı cihetiyle yine meyveleri âhiret pazarına gönderilen bir muntazam ağaçtır. Ve o dört isme öyle bir mazhar, bir âyine, ve âhirete giden bir yol açar ki; genişliğini ihâtaya ve tâbire aklımız kâfi gelmiyor. Yalnız bu kadar deriz: Nasılki bir saatın saniyeleri ve dakikaları ve saatleri; ve günleri sayan haftalık saatin milleri birbirine benzer; birbirini isbat eder. Saniyelerin hareketini gören, sair çarkların hareketlerini tasdik etmeğe mecbur olur. Aynen öyle de; semavat ve Arzın Hâlık-ı Zülcelâlinin bir saat-ı ekberi olan bu dünyanın saniyelerini sayan günler ve dakikalarını hesap eden seneler, ve saatlerini gösteren asırlar ve günlerini bildiren devirler birbirine benzer, ve birbirini isbat eder. Ve bu gecenin sabahı ve bu kışın baharı kat'iyetinde fâni dünyanın karanlıklı kışının bâki bir baharı ve sermedî bir sabahı geleceğini hadsiz emârelerle haber verir diye,

sh:» (T: 424)

Hafîz ismi ile هُوَ اْلاَوَّلُ وَاْلاَخِرُ وًالظَّاهِرُ وَاْلْبَاطِنُ isimleri, Hâlikımızdan sorduğumuz haşir mes'elesine mezkur hakikatle cevap veriyorlar.

Hem, madem gözümüzle görüyoruz ve aklımızla anlıyoruz ki: İnsan, şu kâinat ağacının en son ve en cem'iyetli meyvesi; ve hakikat-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm cihetiyle çekirdek-i aslîsi; ve kâinat Kur'anının âyet-i kübrası; ve İsm-i A'zamı taşıyan âyetü'l-kürsîsî; ve kâinat sarayının en mükerrem misafiri; ve o saraydaki sair sekenelerde tasarrufa me'zun en faal me'muru; ve kâinat şehrinin zemin mahallesinin bahçesinde ve tarlasında vâridat ve sarfiyatı ve zer' edilmesine ( ekilmesine) nezârete me'mur ve yüzer fenlerle ve binler san'atlarla techiz edilmiş en gürültülü ve mes'uliyetli nâzırı; ve kâniat ülkesinin arz memleketinde Pâdişâh-ı Ezel ve Ebedin gayet dikkat altında bir müfettişi; ve bir nevi' halife-i arzı; ve cüz'i ve küllî bütün harekâtı kaydedilen bir mutasarrıfı; ve semâvat ve Arz ve cibalin kaldırmasından çekindikleri emanet-i kübrayı omuzuna alan ve önüne iki acib yol açılan, birinci yolda zîyahatın en bedbahtı ve ikinci yolda en bahtiyarı, çok geniş bir ubûdiyetle mükellef bir abd-i küllî; ve kâinat sultanının ism-i A'zamına mazhar ve bütün esmasına en câmi' bir âyinesi; ve hitâbât -ı sübhâniyyesine ve konuşmalarına en anlayışlı bir muhatab-ı hâssı ;ve kâinatın zîhayatları içinde en ziyade ihtiyaçlısı; ve hadsiz fakriyle ve aczi ile beraber ,hadsiz maksatları ve arzuları ve nihâyetsiz düşmanları ve onu inciten zararlı şeyleri bulunan bir bîçare zîhayatı; ve istidatça en zengini ve lezzet-i hayat cihetinde en müteellimi; ve lezzetleri dehşetli elemlerle âlûde ve bekaya en ziyade müştak ve muhtaç, ve en çok lâyık ve müstehâk; ve devamı ve saadet-i ebediyeyi hadsiz dualarla istiyen ve yalvaran ve bütün dünya lezzetleri ona verilse onun bekaya karşı arzusunu tatmin etmeyen; ve ona ihsanlar eden Zâtı perestiş derecesinde seven ve sevdiren ve sevilen çok hârika bir mu'cize-i Kudret-i Samedaniyye ve bir acûbe-i hilkat; ve kâinatı içine alan ve ebede gitmek için yaratıldığına, bütün cihâzât-ı insâniyyesi şehadet eden; böyle yirmi küllî hakikatler ile Cenâb-ı Hakk'ın Hak ismine bağlanan; ve en küçük zîyahatın en cüz'i ihtiyacını gören ve niyazını işiten ve fiilen cevap veren Hafîz-i Zülcelâl'in, Hafîz ismiyle

sh:» (T: 425)

mütemadiyen amelleri kaydedilen, ve kâinatı alâkadar edecek ef'alleri o ismin kâtîbîn-i kiramlarıyle yazılan ve her şeyden ziyade o ismin nazar-ı dikkatine mazhar bulunan bu insanlar, elbette ve elbette ve herhalde ve hiçbir şüphe getirmez ki; bu yirmi hakikatın hükmiyle, insanlar için bir haşir ve neşir olacak. Ve «Hak» ismiyle evvelki hizmetlerinin mükâfatını, ve kusuratının mücâzâtını çekecek. Ve «Hafîz» ismiyle cüz'î-küllî kayd altına alınan hem amelinden muhasebeye ve sorguya çekilecek. Ve dâr-ı bekada saadet-i ebediye ziyafetgâhının, ve şekâvet-i dâime hapishânesinin kapıları açılacak. Ve bu âlemde çok taifelere kumandanlık yapan ve karışan ve bazan karıştıran bir zabit, toprağa girip istediği amellerinden sual olunmamak ve uyandırılmamak üzere yatıp saklanmayacaktır!...

Yoksa, sineğin sesini işitip hakk-ı hayatını vermekle fiilen cevap verdiği halde, gök gürültüsü kuvvetinde bekaya ait hadsiz hukuk-u insaniyenin, mezkûr yirmi hakikatlar lisanları ile edilen, ve arş ve ferşi çınlatan dualarını işitmemek ve o hadsiz hukuku zâyi etmek ve sinek kanadının intizamı şehadetiyle, sinek kanadı kadar israf etmeyen bir hikmet, bütün o hakikatların bağlandıkları insanî istidâdatı ve ebede uzanan emelleri ve arzuları ve o istidat ve arzuları besleyen kâinatın pek çok rabıtalarını ve hakikatlarını bütün bütün israf etmek; öyle bir haksızlıktır ve öyle imkân haricindedir ve öyle zâlimane bir çirkinliktir ki: Hak ve Hâfiz ve Hakîm ve Cemîl ve Rahîm isimlerine şehadet eden bütün mevcudat onu reddederler: yüz derece muhal ve bin vecihle mümteni'dir derler.

İşte biz Hâlikımızdan haşre dair sorduğumuz suale Hak, Hafîz, Hakîm, Cemîl, Rahîm isimleri cevap verip derler: "Biz hak ve hakikat olduğumuz gibi ve hem bize şehadet eden mevcudatın tahakkuku misillû, haşir haktır ve muhakkaktır."

Hem mâdem.. Daha yazacaktım, fakat güneş gibi mâlum olmasından kısa kesiyorum.

İşte geçmiş misâllerde ve mâdemlerdeki maddelere kıyasen, Cenâb-ı Hakk'ın; yüz belki bin esmâsından kâinata bakan isimlerinin her birisi, nasılki mevcudattaki âyineleri ve cilveleriyle müsemmâlarını bedâhetle isbat ederler. Aynen öyle de: Haşri ve dâr-ı âhireti de gösterirler ve kat'iyetle isbat ederler.

sh:» (T: 426)

Hem nasıl, Hâlikımızdan şu sorduğumuz sualimize, O Rabbimiz bütün fermanlariyle ve nâzil ettiği bütün kitaplariyle ve müsemma olduğu ekser isimleriyle bize kudsî ve kat'i cevap veriyor. Aynen öyle de: Melâikeleriyle ve onların diliyle daha başka bir tarzda dedirir Şöyle ki :

Melekler derler "Sizin zaman-ı Âdem'den beri hem ruhanîlerle, hem bizimle görüşmenizin yüzer tevatür kuvvetinde hâdiseleri var ve bizim ve ruhânilerin vücudlarına ve ubûdiyetlerine delâlet eden hadsiz emâreler ve deliller var. Ve biz âhiret salonlarında ve bazı dairelerinde gezdiğimizi birbirimize mutabık olarak sizin kumandanlarınız olan Enbiyalar ile görüştüğümüz zaman söylemişiz ve daima da söylüyoruz. Elbette bu gezdiğimiz bâki ve mükemmel salonlar ve bu salonların arkalarında tefriş ve tezyin edilmiş olan saraylar ve menziller, hiç şüphemiz yoktur ki, gayet ehemmiyetli misafirleri o yerlerde iskân etmek üzere bekliyorlar. Size kat'i beyan ediyoruz." Diye sualimize cevap veriyorlar.

Hem mâdem Hâlikımız, bize en büyük muallim ve en mükemmel üstad ve şaşırmaz ve şaşırtmaz en doğru rehber olarak Muhammed-i Arabi Aleyhissalâtü Vesselâm-ı tâyin etmiş. Ve en son elçi olarak göndermiş. Biz dahi, ilmelyakîn mertebesinden aynelyakîn ve hakkalyakîn mertebelerine terakki ve tekemmül etmek üzere her şeyden evvel bu Üstadımızdan, Hâlikımızdan sorduğumuz suali sormaklığımız lâzım geliyor. Çünki: O Zât, (A.S.M.) Hâlikımız tarafından herbiri birer nişane-i tasdik olan bin mu'cizâtıyle, Kur'an'ın bir mu'cizesi olarak, Kur'an'ın, hak ve Kelâmullah olduğunu isbat ettiği gibi; Kur'an dahi, kırk nevi' i'caz ile, O Zâtın(A.S.M.) bir mu'cizesi olup, O zâtın (A.S.M.) doğru ve Resûlullah olduğunu isbat ederek ikisi beraber, biri âlem-i şehadet lisanı; - bütün hayatında bütün enbiya ve evliyanın tasdikleri altında- diğeri, âlem-i gayb lisanı -bütün semavî fermanların ve kâinat hakikatlarının tasdikleri içinde- binler Âyâtıyle iddia ve isbat ettikleri hakikat-ı haşriye, elbette güneş ve gündüz gibi bir kat'iyettedir.

Evet haşir gibi, en acib ve en dehşetli ve tavr-ı aklın haricinde olan bir mes'ele, ancak, ve ancak böyle hârika iki üstadın dersleriyle halledilir, anlaşılır.

sh:» (T: 427)

Eski zaman peygamberleri, ümmetlerine Kur'an gibi izahat vermediklerinin sebebi; o devirler beşerin bedeviyet ve tufuliyet devri olmasıdır. İptidai derslerde izah az olur.

E l h â s ı l: Mâdem Cenâb-ı Hakk'ın ekser isimleri âhireti iktiza edip isterler. Elbette o isimlere delâlet eden bütün hüccetler, bir cihette âhiretin tahakkukuna dahi delâlet ederler. Ve mâdem melâikeler âhiretin ve âlem-i bekanın dâirelerini gördüklerini haber veriyorlar. Elbette melâikelerin ve ruhların ve ruhâniyâtın vücudlarına ve ubûdiyetlerine şehadet eden deliller, dolayısiyle Âhiretin vücuduna dahi delâlet ederler. Ve mâdem Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bütün hayatında vahdâniyyetten sonra en daimi dâvası ve müddeası ve esası âhirettir. Elbette, O Zâtın nübüvvetine ve sıdkına delâlet eden bütün mu'cizeleri ve hüccetler, bir cihette, dolayısıyle âhiretin tahakkukuna ve geleceğine şehadet ederler. Ve mâdem Kur'an'ın dörtten birisi haşir ve âhirettir. Ve bin âyâtıyle haşrı isbat eder. Ve onu haber verir. Elbette Kur'an'ın hakkaniyetine şehadet ve delâlet eden bütün hüccetler ve deliller ve bürhanlar, dolayısiyle âhiretin vücuduna ve tahakkukuna ve açılmasına dahi delâlet ve şehadet ederler.

İşte bak, bu rükn-ü îmani ne kadar kuvvetli ve kat'i olduğunu gör...

* * *

 

Son Güncelleme: Perşembe, 25 Nisan 2024 09:48  

REKLAMLAR

Web Site Tasarımı

Yönetim Panelli Website Tasarımlarınız için

0532 307 60 09

 

 

İSTATİSTİKLER

OS : Linux c
PHP : 5.3.29
MySQL : 5.7.43
Zaman : 09:48
Ön bellekleme : Etkisizleştirildi
GZIP : Etkisizleştirildi
Üyeler : 31076
İçerik : 1250
Web Bağlantıları : 2
İçerik Tıklama Görünümü : 2232298

Haberler

Hakîkati insanların ölçüleri ile değil, insanları hakîkatin ölçüleri ile tanı.

( Hz. Ali (ra) )