ahmetturkan.gen.tr

HAYATTAN DERSLER

  • Yazıtipi boyutunu arttır
  • Varsayılan yazıtipi boyutu
  • Yazıtipi boyutunu azaltır
Home RİSALE-İ NUR RİSALE-İ NUR DAMLALARI RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI

RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI

e-Posta Yazdır PDF

Risale-i Nurun yolu, mesleği; bu zamandaki hayat şartlarına, insanların ahvâl-i rûhiyelerine göre en selâmetli, en kısa ve umumî bir cadde-i Kur'ândır. Serâpâ ilim ve tefekkür üzerine gitmektedir. İctimâî hayatta çeşitli hizmetler gören ferdlerin istifadesi büyüktür. Risale-i Nuru okuyan ve ondan ders alarak tefekkür-ü îmâniyeyi kazananlar, dünyevî vazife ve mesleklerini, âhiret hayatına ve ebedî saâdete vesile yaparak büyük bahtiyarlığa erişecektir. İslâm Dinindeki bu büyük hakikati derkeden münevverler, elbette hak dininin hizmetini büyük bir saâdetle derûhde edecekler, hakikati arayan, fakat bulamayan insanlığa da neşre çalışacaklar. Evet, talebe, profesör, meb'ûs, kim olursa olsun, mes'ûliyet dâiresi olanlar, muhîtini tenvir ile mükelleftir. Bir vilâyet, hattâ bir memleketin saâdet ve selâmeti, tenvir ve irşadı ile mükellef olanlar, elbette çok daha ziyâde müteyakkız davranmak mecburiyetindedirler.

Said Nursî, Risale-i Nurla, bu millete en büyük hizmeti, iyiliği yapmıştır. Mukâbilinde, şahsı için bir teşekkür dahi istemiyor; gerçi şahsına tevcîh edilen yüksek medih ve tavsifâtı hâvî mektûblar var. Bunları, okuyucuların, Nurlardan istifadelerine bir alâmet olduğu cihetle, Risale-i Nur hesabına kabûl etmiş. –Hakikatte– Said Nursî’nin bu milletten, gençlikten istediği; îmânla, dünyevî ve uhrevî saâdeti kazanmalarıdır. Bunun için, Kur'ânın bu zamana ait dersi olan Risale-i Nuru esâs tutup her yerde, her dâirede neşrini, îmân hakikatlerinin öğrenilmesini istemektedir. Kendisi defalarca, bu millet ve memleket aleyhindeki cereyanlara karşı yegâne çarenin Risale-i Nur olduğunu ihtar etmekte ve müjdelemektedir.

Üstad’ın Rızâ-yı İlâhîye mâtuf hizmet, hareket ve fa'âliyetlerini başka maksad ve gayelere yorumlamak isteyenler, ancak basîretsizliklerini ilân ediyorlar.

İnsanın yüksek mâhiyet ve rûhunun istediği hakîki saâdet, ancak Kur'ânın gösterdiği yolda ve rızâ-yı İlâhînin parıldadığı ufuktadır. Bediüzzaman, Risale-i Nurla insanlığa bu yolu ve bu ufku göstermekte, Sırat-ı Müstakîm ashâbının nurlu kafilesine iltihak etmenin, insan için elzem olduğunu duyurmakta ve isbât etmektedir.

İşte biz, âcizâne hazırladığımız bu eserle bu hakikate bir nebze hizmet etmek istedik. İstikbâlin münevver bahtiyarlarına bir me'haz olarak bu eseri neşrediyoruz. Daha derin ve geniş bir tarihçe hazırlanması dileğimizdir.

وَمِنَ اللّٰهِ التَّوْفِيقُ

Hazırlayanlar

Birinci Kısım - İlk Hayatı

BİRİNCİ KISIM

İlk Hayatı

28

Jenerik

Bediüzzaman Said Nursî, (Rûmî 1293) tarihinde Bitlis Vilâyeti’ne bağlı Hizan Kazası’nın İsparit Nahiyesi’nin Nurs Köyü’nde doğmuştur. Babasının adı Mirza, anasının adı Nuriye’dir. Dokuz yaşına kadar peder ve vâlidesinin yanında kaldı. O esnâda bir hâlet-i rûhiye, tahsilde bulunan büyük biraderi Molla Abdullâh’ın, ilimden ne derece feyizyâb olduğunu tedkike sevketti. Molla Abdullâh’ın gittikçe tekâmül ederek köydeki okumamış arkadaşlarından okumakla tezâhür eden meziyetini düşünüp hayran kaldı. Bunun üzerine ciddi bir şevk ile tahsili gözüne aldı ve bu niyetle nahiyeleri İsparit Ocağı dâhilinde bulunan Tağ Köyü’nde Molla Mehmed Emin Efendi’nin medresesine gitti. Fakat fazla duramadı. Hâlet-i fıtriyeleri icâbı, dâima izzetini (Hâşiye) [1] koruması ve hattâ âmirâne söylenen küçük bir söze dahi tahammül edememesi; medreseden ayrılmasına sebeb oldu. Tekrar Nurs’a döndü. Nurs’ta ayrıca bir medrese olmadığından dersini büyük biraderinin haftada bir defa sılaya geldiği günlere hasrederdi. Bir müddet sonra Pirmis Karyesi’ne, sonra Hizan Şeyhinin yaylasına gitti. Burada da tahakküme tahammülsüzlüğü, dört talebe ile geçinmemesine sebeb oldu. Bu dört talebe birleşip, kendisini dâima tâciz ettiklerinden bir gün Şeyh Seyyid Nur Muhammed Hazretlerinin huzuruna çıkıp, izhâr-ı acz ile arkadaşlarını şikâyet etmeyerek şöyle dedi:

Şeyh Efendi, bunlara söyleyiniz, benimle döğüştükleri vakit, dördü birden olmasınlar, ikişer ikişer gelsinler.

Seyyid Nur Muhammed, küçük Said’in bu mertliğinden hoşlanarak:

Sen benim talebemsin, kimse sana ilişemez! buyurdu.

Bu hâdiseden sonra “Şeyh Talebesi” diye yâdedildi. Burada bir müddet kaldıktan sonra, biraderi Molla Abdullâh ile beraber Nurşin Köyü’ne geldiler. Yaz olması dolayısıyla, ahâli ve talebelerle birlikte Şeyhan

31
Jenerik

Yaylası’na gittiler. Orada, biraderi Molla Abdullâh ile bir gün döğüşmüş. Tağî Medresesi Müderrisi Mehmed Emin Efendi, küçük Said’e:

Ne için kardeşinin emrinden çıkıyorsun? diye işe karışmış.

Bulundukları medrese, meşhûr Şeyh Abdurrahman Hazretlerinin olması dolayısıyla, hocasına şu yolda cevab verir:

Efendim, şu tekyede bulunmak hasebiyle, siz de benim gibi talebesiniz. Şu hâlde burada hocalık hakkınız yoktur!. diyerek, gündüz vakti bile herkesin güçlükle geçebileceği cesîm bir ormandan geceleyin geçerek Nurşin’e gelir.

Şarkî Anadolu’da medrese teşkilâtındaki hususiyetlerden birisi şudur ki: İcâzet almış bir âlim, istediği köyde hasbeten-lillâh bir medrese açar; medrese talebelerinin ihtiyacı, iktidarı olursa medrese sâhibi tarafından, iktidarı yoksa halk tarafından te'min edilir; hoca meccânen ders verir, talebelerin iâşe ve levâzımatını da halk derûhde ederdi. Bunların içinde yalnız Molla Said, hiçbir sûretle zekât almıyordu. Zekât ve başkasının eser-i minneti olan bir parayı kat'iyyen kabûl etmiyordu. (Hâşiye-1) [2]

Nurşin’de bir müddet kaldıktan sonra Hizan’a döndü. Sonra medrese hayatını terkederek pederinin yanına geldi ve bahara kadar evde kaldı. O sırada şöyle bir rüya görür:

Kıyâmet kopmuş, kâinât yeniden dirilmiş. Molla Said, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ı nasıl ziyaret edebileceğini düşünür. Nihâyet sırat köprüsünün başına gidip durmak hâtırına gelir: “Herkes oradan geçer, ben de orada beklerim” der ve sırat köprüsünün başına gider. Bütün Peygamberân-ı İzâm hazeratını birer birer ziyaret eder, Peygamber Efendimizi de ziyarete mazhar olunca uyanır.

Artık bu rüyadan aldığı feyiz, tahsil-i ilim için (Hâşiye-2) [3] büyük bir şevk uyandırır. Pederinden izin alarak, tahsil yapmak üzere Arvâs Nahiyesi’ne gider. Burada icra-yı tedrîs eden meşhûr Molla Mehmed Emin Efendi, kendisine ders vermeye tenezzül etmeyip talebelerinden birisine

32
Jenerik

okutmasını tavsiye edince, izzetine ağır gelir. Bir gün bu meşhûr müderris câmide ders okutmakta iken, Molla Said i'tirâz ederek:

Efendim, öyle değil!. hitâbında bulunur. Okutmasına tenezzül etmediğini hatırlatır. Orada bir müddet kaldıktan sonra, Mir Hasan Velî Medresesi’ne gitti. Aşağı derecede okuyan yeni talebelere ehemmiyet verilmemek bu medresenin âdeti olduğunu anlayınca, sıra ile okunması icâb eden yedi ders kitabını terkederek, sekizinci kitaptan okuduğunu söyledi.

Birkaç gün sonra Vastan Kasabası’na gitti ise de, orada tebdil-i hava için ancak bir ay kadar kaldı; bilâhare Molla Mehmed isminde bir zâtın refâkatinde Erzurum Vilâyeti’ne tâbi Bayezid’e hareket etti. Hakîki tahsiline işte bu tarihte başlar. Bu zamana kadar hep “Sarf” ve “Nahiv” mebâdîleriyle meşgul olmuştu ve “İzhâr”a kadar okumuştu. Bayezid’de Şeyh Mehmed Celâlî Hazretlerinin nezdinde yaptığı bu hakîki ve ciddi tahsili, üç ay kadar devam etmiştir. Fakat pek garîbdir. Zîra Şarkî Anadolu usûl-ü tedrîsiyle, “Molla Câmî”den nihâyete kadar ikmal-i nüsah etti. Buna da her kitaptan bir veya iki ders, nihâyet on ders tederrüs etmekle muvaffak oldu ve mütebâkisini terkeyledi. Hocası Şeyh Mehmed Celâlî Hazretleri ne için böyle yaptığını suâl edince Molla Said cevaben:

Bu kadar kitabı okuyup anlamaya muktedir değilim. Ancak, bu kitaplar bir mücevherât kutusudur, anahtarı sizdedir. Yalnız sizden şu kutuların içinde ne bulunduğunu göstermenizin istirhamındayım, yani bu kitapların neden bahsettiklerini anlayayım da, bilâhare tab'ıma muvâfık olanlara çalışırım, demiştir.

Maksadı ise, esâsen kendisinde fıtraten mevcûd bulunan icâd ve teceddüd fikrini medrese usûllerinde göstermek ve bir teceddüd vücûda getirmek (Hâşiye) [4] ve bir sürü hâşiye ve şerhlerle vakit zâyi' etmemekti.

33
Jenerik

Bu sûretle, ale'l-usûl yirmi sene tahsili lâzım gelen ulûm ve fünûnun zübde ve hülâsasını üç ayda tahsil ve ikmal etmiştir.

Bunun üzerine hocalarının; “hangi ilim tab'ına muvâfık” olduğu suâline cevaben:

Bu ilimleri birbirinden tefrik edemiyorum. Ya hepsini biliyorum veyâhut hiçbirisini bilmiyorum, der.

Herhangi bir kitabı eline alırsa, anlardı. Yirmidört saat zarfında “Cem'ül-Cevâmi'”, “Şerhü'l-Mevâkıf”, “İbnü'l-Hacer” gibi kitapların ikiyüz sahifesini, kendi kendine anlamak şartıyla mütâlaa ederdi. O derece ilme dalmıştı ki, hayat-ı zâhirî ile hiç alâkadar görünmezdi. Hangi ilimden olursa olsun sorulan suâle tereddüdsüz derhâl cevab verirdi.∗∗∗

O Zamanki Hayatına Kısa Bir Bakış

O ZAMANKİ HAYATINA KISA BİR BAKIŞ

Evvelâ: Hükemâ-yı İşrâkìyyûnun mesleklerine sülûk ederek, zühd ve riyâzete başladı. Hükemâ-yı İşrâkìyyûn, tedrîc kanunu mûcibince vücûdlarını riyâzete alıştırmışlardı. O ise, tedrîce riâyet etmeyerek, birdenbire riyâzete daldı. Gün geçtikçe, vücûdu tahammül etmeyerek zaîf düşmeye başladı. Üç günde bir parça ekmekle idare ediyordu. Ulemâ-yı İşrâkìyyûnun, “Riyâzetin küşâyiş-i fikre hizmet ettiği” nazariyesi üzerine, onlar gibi yapacağım diye çalışıyordu.

Sâniyen: İmâm-ı Gazâlî Hazretlerinin “İhyâu'l-Ulûm”unda tasavvuf nokta-i nazarında دَعْ مَا يُرِيبُكَ اِلَى مَا لاَ يُرِيبُكَ kaidesine ittibâen, ekmeği bile bir zaman terkedip, ot ile idareye koyuldu.

Sâlisen: Nâdir konuşuyordu. Kürdlerin edîb dâhîlerinden Molla Ahmed Hânî Hazretlerinin, gündüzleyin bile havf ile girilen kubbe-i saâdetine kapanır, bazen geceleyin de orada kalırdı. Bundan dolayı ahâli, Bediüzzaman’a: “Ahmed Hânî Hazretlerinin feyzine mazhar olmuştur” diyordu. Bu hâli –müşârün-ileyhin– kerâmetine hamlederlerdi. O vakitlerde kendisi onüç-ondört yaşlarında idi.

Sonra, ulemâdan mümtâz sîmâlarla mülâkat etmeye karar verdi; ve Bağdat’a, ziyaret kasdıyla hocasından izin istedi. Derviş kıyafetine girdi. Yolları takib etmeden dağlarda, ormanlarda gece dolaşarak Bağdat’a gitmek niyetinde iken Bitlis’e geldi. Bitlis’te Şeyh Mehmed Emin Efendi Hazretlerinin yanına giderek, iki gün kadar dersinde bulundu.

34
Jenerik

Şeyh Mehmed Emin Efendi, kendisine kisve-i ilmiyeye girmesini teklif etti. Molla Said cevaben:

Ben henüz sinn-i bülûğa vâsıl olmadığımdan, muhterem bir müderris kıyafetini kendime yakıştıramıyorum. Ve ben bir çocuk iken, nasıl hoca olabilirim? diyerek teklifini kabûl etmemiştir.

Bundan sonra, Şirvan’daki biraderinin yanına gitti. Orada büyük kardeşiyle ilk görüşmede aralarında şöylece kısa bir muhâvere cereyan etti.

Molla Abdullâh:

Sizden sonra ben Şerh-i Şemsî kitabını bitirdim, siz ne okuyorsunuz?

Bediüzzaman:

Ben seksen kitab okudum:

Molla Abdullâh:

Ne demek?

Bediüzzaman:

İkmal-i nüsah ettim ve sıranıza dâhil olmayan birçok kitapları da okudum.

Molla Abdullâh:

Öyle ise seni imtihan edeyim?

Bediüzzaman:

Hazırım, ne sorarsanız sorunuz!

Molla Abdullâh, biraderini imtihan eder. Kifâyet-i ilmiyesini takdir ile, sekiz ay evvel talebesi bulunan Molla Said’i kendisine üstad kabûl etti ve talebelerinden gizli olarak küçük biraderinden ders almaya başladı. Ve bittabi, daha evvel okuttuğu kardeşini kendisine üstad yaptığını sezdirmiyordu. Nihâyet talebeler, Molla Abdullâh’ın Molla Said nezdinde ders okuduğunu kapıdan, anahtar deliğinden gizlice görünce taaccüb ederek sormuşlarsa da; Molla Abdullâh cevaben:

Nazar değmemek için, “ben ona ders veriyorum”, demiş ve talebelerini aldatmıştı.

Molla Abdullâh’ın yanında bir müddet kaldıktan sonra Siirt’e gelir. Orada bulunan Molla Fethullâh Efendi’nin medresesine gider. Molla Fethullâh, Molla Said’e:

Geçen sene “Süyûtî” okuyordunuz, bu sene “Molla Câmî”yi mi okuyorsunuz?

35
Jenerik

Bediüzzaman:

Evet “Câmî”yi bitirdim.

Molla Fethullâh hangi kitabı sordu ise, “bitirdim” cevabını alınca, tahayyürde kaldı. Bu kadar kitabı bitirdiğini, hem de az zamanda bitirdiğini aklına sığıştıramadı, taaccüb etti ve dedi:

Geçen sene deli idin, bu sene de mi delisin?

Bediüzzaman:

— İnsan başkasına karşı kesr-i nefis için hakikati ketmedebilir. Fakat babadan daha muhterem olan üstadına karşı hakikat-i mahzdan başka bir şey söyleyemez. Emrederseniz, söylediğim kitaplardan beni imtihan ediniz, der.

Molla Fethullâh hangi kitaptan sordu ise, cevabını güzelce verir.

Bunun üzerine bu muhâvereyi dinleyen ve bir sene evvel Said’in hocasının hocası bulunan Molla Ali-i Suran nâmındaki zât, kendilerinden ders almaya başladı.

Molla Fethullâh:

Pek a'lâ, zekâda hàrikasınız, fakat hıfzınız nasıldır? Makàmât-ı Harîriye’den birkaç satırını iki defa okumakla hıfzedebilir misiniz? diyerek kitabı uzatır.

Molla Said alarak, bir yaprağını bir defa okumakla hıfzetti ve okudu.

Molla Fethullâh:

Zekâ ile hıfzın ifrat derecede bir kimsede tecemmu'u nâdirdir, diyerek hayrette kaldı.

Bediüzzaman orada iken, Cem'ül-Cevâmi' kitabını, günde bir-iki saat iştigâl etmek üzere bir haftada hıfzetti. Bunun üzerine Molla Fethullâh şu kelâmı söyleyerek kitabın üzerine yazdı:

قَدْ جَمَعَ فِى حِفْظِهِ جَمْعُ الْجَوَامِعِ جَمِيعَهُ فِى جُمْعَةٍ

Bu hâl Siirt’te şüyû bulmuş ve Molla Fethullâh, ulemâya:

Bizim medreseye gayet genç bir talebe geldi. Her ne suâl ettimse bilâ-tevakkuf cevab verdi. Bu yaşta zekâsına ve ilmine ve fazlına hayran kaldım, diyerek pek çok medheder.

Bunun üzerine ulemâ bir yerde toplanarak Bediüzzaman’ı dâvet ederler. Bediüzzaman, intihâb ettikleri bütün suâllerine bilâ-tereddüd cevab verirken, Molla Fethullâh’ın yüzüne bakıyordu. Sanki kitaba bakıyor gibi kendilerinden okuyarak cevab veriyordu. Bunu gören ulemâ,

36
Jenerik

Bediüzzaman’ın hàrikulâde bir genç olduğuna hükmedip, faziletini takdir ve senâ ettiler. Bu hâl etrafta işitilir. Ahâli, kendisine veliyullâh derecesinde ihtiram eder ve o nazarla bakarlar. Bu vaziyet, ikinci derecede bulunan bir takım âlim ve talebelerin rekabetlerini arttırdı. Genç, tecrübesiz talebelerden bir kısmı, ilmen mağlûb edemedikleri Bediüzzaman’ı kavga yoluyla iskât etmek teşebbüsünde bulunmuşlarsa da, mes'eleden haberdar olan Siirt ahâlisi, kendisini kurtarmak için gelmişler. Ahâli nazarında büyük mevkii olduğu için, derhâl muârızların ellerinden kurtarılmış ve bir odaya bırakılmış ise de Bediüzzaman, mesleklerine olan fevkalâde muhabbetinden, muârızları bulunan talebe ve ehl-i ilmin câhillere hedef olmamasını te'min için kendisi odadan çıkıp muârızları tarafından telef edilse bile ehl-i ilmin işine câhillerin karışmamasını müdafaa eder. Bu ihtilâfı kaldırmak maksadıyla herhangi bir talebeye:

Beni öldürünüz, ilmin haysiyetini muhâfaza ediniz! diyerek yüzünü çevirmiş ise de hiçbir talebe kendisine hücum etmemiş ve nihâyet ihtilâf bertaraf edilmiştir. Siirt Mutasarrıfı, kendisini muhâfaza etmek üzere yanına çağırdığı ve o talebeleri nefyedeceği haberini tebliğ etmeye gönderdiği jandarmaya karşı Bediüzzaman:

Biz talebeyiz, birbirimizle döğüşürüz, barışırız. Binâenaleyh, mesleğimiz haricinde bulunan birisinin bize karışması muvâfık olmadığından gelemeyeceğim ve hatâ da benimdir, cevabında bulunarak jandarmaları reddetmiştir. Bu esnâda onbeş-onaltı yaşlarında bulunuyordu. Lâkin kuvve-i bedeniyece pek çevik ve metîndi. “Said el-Meşhûr” lakabıyla yâdediliyordu.

Siirt’te, kendisiyle mücâdele etmek isteyen bütün arkadaşlarına karşı hazır bulunduğu ve aynı zamanda sorulacak bütün suâllere cevab vereceğini, kimseye suâl sormayacağını ilân etti. Sonra tekrar Bitlis’e geldi. Bitlis’te bir-iki şeyh hânedânının, âlim ve talebelerin arasında geçimsizlik olduğunu işitir. Fesâdı netice veren sözlerin, bilhassa gıybetin İslâmiyete yakışmadığını onlara ihtar edince; Molla Said’i, Şeyh Emin Efendi’ye şikâyet ederler. Şeyh Emin ise:

Henüz çocuk olduğundan kàbil-i hitâb değildir, der.

Bu söz Molla Said’e tebliğ edildiği ânda, zâten bu gibi sözlere fıtraten tahammülsüz olduğundan Şeyh Emin Efendi’nin huzuruna çıkarak elini öper ve:

Efendim, beni imtihan ediniz; kàbil-i hitâb olduğumu isbât etmek isterim, der.

37
Jenerik

Şeyh Emin Efendi, mütenevvi' ilimlerden ve en müşkül mes'elelerden onaltı suâl tertib ederek sorar. Molla Said, suâllerin umumuna cevab verdikten sonra, Kureyş Câmii’ne gider, ahâliye va'z ve nasihat etmeye başlar. Bunun üzerine Bitlis ahâlisinin bir kısmı Molla Said’e, bir kısmı da Şeyh Emin Efendi’ye yardım etmek isterler. Bundan dolayı vâli, büyük bir vukûâta meydân vermemek için Bediüzzaman’ı nefyeder. Bu defa da Şirvan’a gider. Zâten infirad eden böyle zâtların muârızları pek çok bulunur. Bilhassa mücâdele-i ilmiyede mağlûb düşenlerden bazı zâhir hocalar, Molla Said’i ahâli nazarında küçük düşürmek için var kuvvetleriyle çalışıyorlardı. Her hususatını tecessüs ettirirlerdi. Bir gün nasılsa, kazâen sabah namazını geçirmiş. Buna vâkıf olan hasımları, “Molla Said, namazı terketmiştir” diyerek ahâli arasında işâada bulundular. Molla Said’den soruldu ki:

Niçin herkes bunu böyle söylüyor?

Molla Said:

Evet, esâssız bir şey, âlemin içinde çabuk yayılmaz. Hatâ bendedir. Onun için, iki cezaya uğradım: Birisi Allah’ın itâbı, diğeri nâsın ta'rizi. Bunun esâs sebebi ise, geceleyin âdet edindiğim vird-i şerîfi terkettiğimdir. İşte âlemin rûhu bu hakikate temâs etmişse de, tamamını kavrayamayarak ismini bilemeyip şu vechile hatâyı isimlendirmişler, cevabını verir.

Şirvan’da bulunduğu sırada Siirt civarından birisi gelerek:

Aman efendim, Siirt’e bir çocuk gelmiş, kendisi ondört-onbeş yaşında, umum ulemâyı ilzam etti. Şunu ilzam etmek için sizi dâvete geldim, der.

Molla Said de şu dâvete icâbet ederek Siirt’e gitmek için hazırlanır. Yola düşerler, iki saat gittikten sonra, o küçük hocanın evsâf ve kıyafetini sorar. O adam:

Efendim, ismini bilmiyorum; fakat ilk gelişte derviş kıyafetinde olup omuzunda bir posteki vardı. Bilâhare talebe kıyafetine girdi ve umum ulemâyı ilzam etti.

Bunu dinlediğinde, kendisinden bahsettiğini ve bir sene evvelki kendi vukûâtının şimdi civar köylerde şüyû bulduğunu anlayarak geriye döner, dâvete icâbet etmez.

Bilâhare Siirt’e bağlı Tillo Kasabasına gitti. Meşhûr bir türbeye kapandı. Orada hàrika olarak Kamus-u Okyanus’u Bâbü's-Sin’e kadar hıfzetti. Ne fikre binâen kamusu hıfzettiği sorulduğunda:

38
Jenerik

Kamus, her kelimenin kaç mânâya geldiğini yazıyor; ben de bunun aksine olarak her mânâya kaç kelime kullanıldığını gösterir bir kamus vücûda getirmek merakına düştüm, cevabında bulundu.

Mezkûr türbeye kapandığı vakit küçük biraderi Mehmed, yemeğini getiriyordu. Yemek içindeki taneleri, kubbenin etrafında bulunan karıncalara vererek, kendisi ekmeğini yemeğin suyuna batırarak kanâat ediyordu.

Neden dolayı taneleri karıncalara veriyorsun? denildiğinde;

Bunlarda hayat-ı ictimâiyeye mâlikiyet ve fevkalâde vazife-şinâslık ve çalışma bulunduğunu müşâhede ettiğim için cumhûriyet-perverliklerine mükâfâten kendilerine muâvenet etmek istiyorum, cevabında bulunmuştur... (Hâşiye) [5]

Tillo’da iken, bir gece Şeyh Abdülkadir-i Geylânî (K.S.) Hazretlerini rüyasında görür. Geylânî Hazretleri (K.S.) kendisine hitâben:

Molla Said! Mîran aşîreti reisi Mustafa Paşa’ya gidiniz ve kendisini tarîk-ı hidayete dâvet ediniz. Yaptığı zulümden vazgeçerek namaza ve emr-i mârufa müdâvim olmasını tavsiye ediniz. Aksi takdirde öldürünüz.

Molla Said, bu rüyayı görür görmez, hemen tedârikini yaparak Mîran aşîretine doğru Tillo’dan hareket eder, doğruca Mustafa Paşa’nın çadırına girer. Paşa orada bulunmadığından, biraz istirahat eder. Sonra Mustafa Paşa içeri girer. Orada hazır olanların hepsi kıyâm ettikleri hâlde Molla Said yerinden bile kımıldanmaz. Paşanın nazar-ı dikkatini celbedince, aşîret binbaşılarından Fettâh Bey’den kim olduğunu sorar. Fettâh Bey, meşhûr Molla Said olduğunu bildirir. Hâlbuki Paşa, ulemâdan hiç hoşlanmazdı. Şübhesiz bunun üzerine daha fazla kızmış ise de izhâr etmemişti. Molla Said’e ne için buraya geldiğini sorunca, Molla Said cevaben:

Seni hidayete getirmeye geldim. Ya zulmü terkedip namazını kılacaksın veyâhut seni öldüreceğim! demesinden paşa hiddetlenerek dışarı çıkar. Biraz dolaştıktan sonra yine çadıra girer ve Molla Said’e ne için geldiğini tekrar sorar. Molla Said:

39
Jenerik

Sana söyledim ya.. onun için geldim, der. Mustafa Paşa çadırın direğinde asılı bulunan Said’in kılıncına işâret ederek:

Bu pis kılınçla mı?

Bediüzzaman:

Kılınç kesmez, el keser cevabında bulunur.

Mustafa Paşa tekrar dışarıya çıkarak biraz gezindikten sonra içeriye girer. Bediüzzaman’a:

Benim Cezîre’de çok âlimlerim var; eğer hepsini ilzam edebilirsen senin dediğini yaparım, eğer ilzam edemezsen seni Fırat Nehri’ne atarım.

Molla Said:

Bütün ulemâyı ilzam etmek benim haddim olmadığı gibi, beni de nehre atmak senin haddin değildir. Fakat ulemâya cevab verince sizden bir şey isterim ki, o da mavzer tüfeğidir. Şâyet sözünde durmazsan, seni onunla öldüreceğim, der.

Bu muhâvereden sonra Paşa ile birlikte atlarla Cezîre’ye giderler. Yolda, Paşa, kat'iyyen Molla Said’le konuşmaz. Bani Hanı dedikleri mevkie gelince, yorgunluğundan Molla Said orada biraz yatar; uykudan uyanır uyanmaz etrafında bütün Cezîre âlimlerinin, kitapları ellerinde beklediklerini görür. Biraz görüştükten sonra çay ikram edilir. Cezîre âlimleri Molla Said’in şöhretini işittikleri için, mebhût ve hayran bir vaziyette çaylarını bile unutarak Molla Said’in suâline intizar etmekte idiler. Molla Said ise kendi çayını içtikten sonra dalgın dalgın karşısında bulunan bir-iki âlimin çayını da içer, onlar farkedemezler. Mustafa Paşa, hocalara hitâben:

Ben okumuş değilim, fakat Molla Said ile mücâdelenizde mağlûb olacağınızı şimdi anlıyorum. Zîra bakıyorum ki, siz düşünmekten çaylarınızı unuttuğunuz hâlde, Molla Said kendi çayını içtikten başka, iki-üç bardak da sizin çayınızı içti.

Bunun üzerine, biraz latîfe ettikten sonra Molla Said bu âlimlere karşı;

Efendiler! Bendeniz va'detmişim, hiç kimseye suâl sormam, binâenaleyh suâllerinize muntazırım, der.

Bu hocalar kırk kadar suâl sorarlar. Umumuna cevab verdikten sonra her nasılsa Molla Said bir suâlin cevabını yanlış söylediği hâlde karşısındakiler doğru telâkki ederek tasdik etmişlerdi. Meclis dağılınca Molla Said hatırlar, hemen arkalarından koşarak:

Affedersiniz, bir suâlin cevabını yanlış söylediğim hâlde farkına varmadınız, diyerek cevabını tashih eder.

40
Jenerik

Hocalar dediler:

İşte şimdi hakkıyla bizi tam ilzam ettiniz!

Sonra o hocalardan bir kısmı Molla Said’den ders almaya gelirler.

Bundan sonra Mustafa Paşa, ahdettiği mavzer tüfeğini hediye eder ve namaz kılmaya başlar.

Molla Said, ilimdeki emsâlsiz hàrika isti'dâdı derecesinde vücûdca da gayet idmanlı ve kuvvetli idi. Güreş tutmaktan pek hoşlanırdı. Medreselerde bulunan umum talebelerle güreşirdi. Hiçbirisi güreşte bile onu mağlûb edemezdi.

Mustafa Paşa ile bir gün at yarışına çıkarlar. Fakat kasdî olarak Mustafa Paşa gayet serkeş ve ta'limsiz ve hiç binilmemiş bir at hazırlanmasını emreder. Molla Said’e binmek için verir. (Allâhu a'lem, attan düşüp ölmesini istemiş.) Onaltı yaşında bulunan Molla Said, serkeş atı biraz dolaştırdıktan sonra koşturmayı arzu eder. At, onun verdiği istikametten çıkarak başka bir istikamete doğru koşar. Var kuvvetiyle durdurmak ister ise de muvaffak olamaz. Nihâyet çocukların bulunduğu yere gider. Cezîre ağalarından birisinin oğlu yol üstünde iken hayvan iki ayağını kaldırıp çocuğun omuzları arasına vurunca çocuk yere düşerek hayvanın ayakları altında çırpınmaya başlar. Nihâyet etraftan imdâda ulaşırlar. Çocuğu hareketsiz, ölü sûretinde görünce Molla Said’i öldürmek isterler. Ağanın hizmetçileri hançerlerini çekince, Molla Said hemen rovelverine el atar ve adamlara hitâben:

Hakikate bakılırsa çocuğu Allah öldürmüş; zâhire bakılırsa at öldürmüş; sebebe bakılırsa, Kel Mustafa öldürmüş, çünkü bu atı bana o verdi. Durunuz, ben gelip çocuğa bakayım, ölmüş ise sonra muhârebe edelim, diyerek attan inerek çocuğu kucaklar; çocukta hareket görmeyince soğuk suyun içine batırıp çıkarır. Çocuk gülerek gözünü açar. Bunun üzerine bütün ahâli mütehayyir kalırlar.

Bu acîb vak'a üzerine bir müddet Cezîre’de kaldıktan sonra, talebesi Molla Sâlih ile bedevî Arabların meskeni olan Biro’ya giderler. Orada biraz kalınca tekrar Mustafa Paşa’nın eskisi gibi zulme başladığını işitir, yanına gider ve ona nasihat eder, tehdid eder. Bir gün bir münâkaşa arasında Mustafa Paşa’ya:

Yine mi zulme başladın, seni Hak nâmına öldüreceğim! tehdidinde bulunur. Paşa’nın kâtibi ortaya atılır. O sırada Molla Said, Mustafa Paşa’yı zulmünden dolayı çok tahkîr eder.

Paşa bu tahkîre tahammül edemeyerek, öldürmek için üzerine hücum eder; fakat Mîran ağaları zabtederler. Nihâyet Mustafa Paşa’nın oğlu Abdülkerim Molla Said’e yaklaşarak:

41
Jenerik

Onun akîdesi yanlıştır; ricâ ederim, şimdilik buradan başka yere teşrîf ediniz, der.

Abdülkerim’in sözünü kırmaz, yalnız olarak, bedevîlerin meskeni olan Biro Çölü’ne doğru hareket eder. Yolda bedevî eşkıyâlarına tesâdüf eder. Bedevîlerin silâhları mızrak ve Molla Said’in silâhı mavzer olduğundan, eşkıyâlara doğru kurşun atmaya başlar, eşkıyâlar çekilirler. Yoluna devam ederken ikinci çeteye tesâdüf eder. Bu defa eşkıyâlar çok olduğundan etrafını çevirirler. Kendisini öldürecekleri sırada içlerinden birisi tanıyarak:

Ben bunu Mîran aşîretinin içinde gördüm. Bu meşhûr bir adamdır deyince, derhâl bedevîler çekilerek kusurlarının af buyrulmasını dilerler. Ve korkulu olan yerlerde kendilerine muhâfızlık yapmak istemişlerse de Molla Said reddedip, yalnız olarak yoluna devam eder. Birkaç gün sonra Mardin’e gelir. Mardin ulemâsı muârazaya kalkışırlarsa da muvaffak olamazlar, evlâdları yaşında olan genç Said’de hàrika bir şekildeki ilmî kudreti görünce kendilerine üstad kabûl ederler.

Bu esnâda, Mardin’e gelen iki talebeye tesâdüf etti. Bunlardan birisi, Cemâleddin-i Efganî’ye mensûb olup; diğeri, Tarîkat-ı Sinûsiyeden idi. Bunlar vâsıtasıyla hem Cemâleddin-i Efganî’nin mesleğine, hem de Tarîk-ı Sinûsî’ye âşinâlık peydâ etti.

Molla Said çok genç yaşta iken siyâsî hayata atılır, vatan ve millete hizmete başlar. İlk hayat-ı siyâsiyesi Mardin’de başlamıştır. Bunun üzerine bir mutasarrıfın pençe-i kahrıyla, elleri bağlı, muhâfız nezâretinde Bitlise nefyedildi. Jandarmalarla yolda giderken namaz vakti gelir. Namaz kılmak için, kayıdların açılmasını jandarmalara ihtar eder. Jandarmalar kabûl etmeyince, demir kayıdları bir mendil gibi açarak önlerine atar, jandarmalar, bu hâli kerâmet addedip hayretler içinde kalırlar. Teslîmiyetle, ricâ ve istirham ile:

Biz şimdiye kadar muhâfızınız idik, bundan sonra hizmetçiniziz! derler (∗) [6] .

Bitlis’te iken bir gün kendilerine vâli ile bir kısım memurların içki içtikleri ihbar olununca, hiddetlenerek:

Bitlis gibi dindar bir memlekette hükûmeti temsîl eden bir zâtın irtikâb ettiği bu muâmeleyi kabûl edemem! diyerek içki meclisine gider.

42
Jenerik

Evvelâ içki hakkında bir hadîs-i şerîf okuduktan sonra pek acı sözler söyler. Vâlinin vurdurmak için işâret etmesi ihtimaline binâen de bir elini rovelverinin bulunduğu yerde tutar. Fakat vâli fevkalâde mütehammil ve hamiyetli bir zât olduğundan, kat'iyyen ses çıkarmaz. Oradan ayrılınca vâlinin yâveri genç Said’e:

Ne yaptınız? Söyledikleriniz, i'dâmınızı mûcibdir, der.

Genç Said:

İ'dâm hayâlime gelmedi, hapis ve nefiy zannederdim. Her ne ise bir münkeri def'etmek için ölürsem ne zararı var? Cevabında bulunur.

Oradan avdetinden bir-iki saat sonra, iki polis vâsıtasıyla vâli kendisini istetir. Vâlinin odasına girerken vâli hürmet ve ta'zîmle genç Said’i karşılayarak elini öpmek ister. İltifatla yer göstererek:

Herkesin bir üstadı vardır. Sen de benim üstadımsın, der.∗∗∗

► (01) ◄

Genç Said, fıtraten, bir kanun altında yaşamayı ve harekâtının tahdid olunmasını sevmez, her hâlinde, her hareketinde gayet serbest olmasını arzu eder ve dâima; “Ben, hürriyet ve serbestiyetimi hiçbir keyfî kanunla tahdid ettirmem.” derdi. Bunun içindir ki, ilk İstanbul’a teşrîflerinde yine her kayıddan uzak kalmakta ısrar etmiş ve hayatının bütün safhalarında bu vaziyet müşâhede edilmiştir. Ondaki bu serbestiyet ve hürriyet aşkı, hayatının yarısından sonra Avrupa’dan gelen müdhiş bir dalâlet ve zındıka taarruzuna karşı koymayı ve felsefe-i tabîiyeden doğan dehşetli bir istibdâd-ı mutlakın hilâf-ı Kur'ân prensiplerine boyun eğmemeyi, onlara itâat etmemeyi ve hakîki hürriyet-i meşrûa olan İslâmî hürriyet ve medeniyete çalışmayı netice vermiştir.

Molla Said, Bitlis’te iken onbeş-onaltı yaşlarında idi. Henüz sinn-i bülûğa vâsıl olmuştu. O zamana kadar bütün ma'lûmâtı “Sünûhât” kabîlinden olduğu için uzun uzadıya mütâlaaya lüzum görmezdi. Fakat o zaman sinn-i bülûğa vâsıl olduğundan mı veyâhut siyasete karıştığından mı, her nedense eski sünûhât yavaş yavaş kaybolmağa başladı. Bunun üzerine her türlü fenne ait eserleri tedkike koyuldu. Bilhassa Din-i İslâma vârid olan şek ve şübheleri reddetmek için “Metâli'” ve “Mevâkıf” nâm eserler ile ulûm-u âliye (آلِيَه) (Sarf, Nahiv, Mantık vesâire) ve àliyeye (عَالِيَه) (Tefsir ve İlm-i Kelâma) dair kırk kadar kitabı iki sene zarfında hıfzeyledi. Hattâ, her gün okumak şartıyla, hıfzettiği kitapların üç ayda bir kere devrine muvaffak oluyordu. Molla Said’in iki mütezâdd hâli vardı:

43
Jenerik

Birincisi: Fikrinin münkeşif bulunduğu vakitler ki; her ne eline alırsa onu anlamaması, mümkün değildi.

İkincisi: Fikrinin münkabız bulunduğu vakitler ki; mütâlaa değil konuşmaktan bile hoşlanmazdı.

Molla Said, günde bir-iki cüz okumak sûretiyle Kur'ânı hıfza başladı. Her gün iki cüz ezber etmekle, Kur'ânın mühim bir kısmını hıfzına aldı, fakat iki sünûhât ile, tekmîli müyesser olmadı:

Birincisi: Kur'ânın çok sür'atle okunması bir hürmetsizlik olmasın diye;

İkincisi: Kur'ân hakàikının hıfzının daha ziyâde lüzumu var diye kalbine gelmiş. Onun için Kur'ân hakàikının anahtarı olacak ve şübehâta karşı muhâfaza ve mukàbele edecek hikmet ve fünûn-u İslâmiyeye dair kırk risaleyi iki senede hıfzına aldı. Her gün bir parça ezberden okumak sûretiyle, hepsini üç ayda ancak devrediyordu.

“Mirkât” ismindeki kitabı, hâşiye ve şerh olmaksızın hıfzetmeye başladı. Bilâhare eline geçen mezkûr kitabın hâşiye ve şerhi ile kendi nokta-i nazarını karşılaştırmış, bütün mes'eleler muvâfık olup ancak üç kelime tevâfuk etmemiş; bu tevcîhleri de ulemânın tahsinine mazhar olarak kabûl edilmiştir.

Bir gün Bitlis meşâyihinden Şeyh Muhammed Küfrevî Hazretlerinin kendilerine bedduâ ettiğini, birisi yalandan söyler. Bunun üzerine müşârün-ileyhi ziyarete gider. Şeyh Hazretleri, Molla Said’e iltifat eder, teberrüken bir ders verir. İşte Molla Said’in en son aldığı ders bu olmuştur.

Bir gece Molla Said, rüyasında Şeyh Muhammed Küfrevî Hazretlerini görür. Kendisine hitâben:

“Molla Said, gel beni ziyaret et, gideceğim” demesi üzerine hemen gider, ziyaret eder ve şeyhin uçup gittiğini görünce uyanır. Saate bakar, saat gecenin yedisidir. Tekrar yatar. Sabahleyin Şeyhin hânesinden mâtem seslerinin yükseldiğini işitir, oraya gider ve Şeyh Hazretlerinin gece saat yedide vefât ettiğini haber alır. Mahzûn olarak geriye döner.

اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ رَحْمَةُ اللّٰهِ عَلَيْهِ آمِينَ

Molla Said, Şark’ın büyük ulemâ ve meşâyihinden olan Seyyid Nur Mehmed, Şeyh Abdurrahman-ı Tağî, Şeyh Fehim ve Şeyh Muhammed Küfrevî gibi zevât-ı àliyenin herbirisinden ilm ü irfan hususunda ayrı ayrı derslere nâil olduğundan, onları fevkalâde severdi. Ulemâdan Şeyh Emin Efendi, Molla Fethullâh ve Şeyh Fethullâh Efendilere de ziyâde muhabbeti vardı.

44
Jenerik

Van’da mâruf ulemâ bulunmadığından, Hasan Paşa’nın dâveti üzerine Molla Said Van’a gitti. Van’da onbeş sene kalarak, aşâirin irşadı için aralarında seyahatle tedrîs ve tederrüs vazifesiyle hayat geçirdi. Van’da bulunduğu müddet, vâli ve memurîn ile ihtilât ederek, bu asırda, yalnız eski tarzdaki İlm-i Kelâmın, İslâm Dini hakkındaki şek ve şübhelerin reddine kâfî olmadığına kanâat hâsıl etmiş ve fünûnun tahsiline lüzum görmüştür. (Hâşiye-1) [7]

Bu kanâati hâsıl ettiği o zamanda, ulûm-u müsbete denilen bütün fenleri tetebbu'a başlayarak pek kısa bir zamanda Tarih, Coğrafya, Riyâziyât, Jeoloji, Fizik, Kimya, Astronomi, Felsefe gibi ilimlerin esâslarını elde etmiştir. Bu ilimleri bir hocadan ders alarak değil, yalnız kendi mütâlaası sâyesinde hakkıyla anlamıştır. Meselâ: bir Coğrafya muallimini, mübâhaseye girişmeden evvel, yirmidört saat içerisinde eline geçirdiği bir coğrafya kitabını hıfzetmek sûretiyle, ertesi gün Van Vâlisi merhum Tâhir Paşa’nın konağında onu ilzam eder. Ve yine aynı sûrette bir muâraza neticesinde beş gün zarfında Kimya-yı Gayr-ı Uzvîyi (İnorganik Kimya) elde ederek, kimya muallimiyle muârazaya girişir ve onu da ilzam eder. İşte pek genç yaşındaki mezkûr hàrikulâdeliklere ve bahr-i ummân hâlinde bir ilme mâlikiyetine şâhid olan ehl-i ilim, Molla Said’e “Bediüzzaman” lakabını vermiştir. Bediüzzaman, Van’da bulunduğu müddet zarfında, o zamana kadar edindiği fikir ve mütâlaalar ve ilmî ve dinî tedrîs usûllerini görmek ile ve zamanın ihtiyac-ı zarûrîlerini nazar-ı itibara almakla kendisine mahsûs bir usûl-ü tedrîs icâd eder. Bu da, hakàik-ı diniyeyi asrın fehmine uygun en yeni izâh ve beyân tarzlarıyla isbât etmek sûretiyle talebelerini tenvir etmektir.

Molla Said, Van’da bulunduğu zamanlarda, bazı hususlarda o havâlinin ulemâsına muhâlif bulunuyordu. Bu hususlar şunlardır:

Molla Said, Van’da bulunduğu zamanlarda, bazı hususlarda o havâlinin ulemâsına muhâlif bulunuyordu. (Hâşiye-2) [8] Bu hususlar şunlardır:

1 – Kat'iyyen hiç kimseden hediye olarak para almamak ve maaş bile kabûl etmemek. Evet hayatta hiçbir maddî mülkiyeti olmayıp, fakir ve kimsesiz ve dâimî nefiy ve hapislerle çok sıkıntılı ve dehşetli musîbetler içerisinde yaşadığı hâlde kimseden para ve mukàbelesiz hediye almadığı, bilmüşâhede görülmüştür.

2 – Hiçbir âlimden suâl sormamak. Yirmi sene zarfında, dâima ancak sorulanlara cevab vermişti. Bu hususta kendileri derlerdi ki:

45
Jenerik

“Ben ulemânın ilmini inkâr etmem; binâenaleyh kendilerinden suâl sormak fazladır. Benim ilmimden şübhe edenler varsa sorsunlar, onlara cevab vereyim.”

3 – Yanında bulunan talebelerini aynı kendisi gibi zekât ve hediye almaktan men'etmek... Onları da yalnız Rızâ-yı İlâhî için çalıştırırdı. Hattâ çok zamanlar, talebelerini kendi iâşe ederdi.

4 – Dâima mücerred kalmak ve dünyada hiçbir şeyle alâka peydâ etmemek... Bunun içindir ki: “Bütün malımı bir elimle kaldırıp götürebilmeliyim” demiştir. Bu hâlin sebebi sorulunca: “Bir zaman gelecek, herkes benim hâlime gıbta edecektir. Sâniyen, mal ve servet bana lezzet vermiyor; dünyaya ancak bir misâfirhâne nazarıyla bakıyorum” derdi.

Van’da bulunduğu vakit, merhum Vâli Tâhir Paşa, Avrupa kitaplarını tetebbu' ederek kendisine suâller tertib edip sorardı. Bunların hiçbirisini görmediği ve Türkçeyi de yeni konuşmağa başladığı hâlde, cevabında tereddüd etmezdi. Bir gün kitapları görür ve Tâhir Paşa’nın bunlardan suâl tertib ettiğini anlayarak az bir zamanda kitapların muhtevâsını elde eder.

O zamanda en büyük gaye ve düşüncesi, Mısır’daki Câmiü'l-Ezher’e mukâbil Bitlis ve Van’da “Medresetü'z-Zehrâ” isminde bir dâru'l-fünûn vücûda getirmekti. Bu teşebbüsünü kuvveden fiile çıkarmak niyetinde olup bunu tasarlıyordu.

Van’da yaz zamanlarını, Bâşit ve Beytüşşebab nâmındaki yaylalarda geçiriyordu. Bir gün Tâhir Paşa’ya, mezkûr dağların başında Temmuzda bile buz bulunduğunu söyler. Tâhir Paşa i'tirâz eder ve “Temmuzda kat'iyyen oralarda buz bulunmaz” iddiasında bulunur. Yaylada iken bir gün bunu hatırlayarak Tâhir Paşa’ya yazdığı ilk Türkçe mektûbunda der:

— Ey Paşa! Bâşit başında buz tuttu. Görmediğin şeyi inkâr etme. Her şey senin ma'lûmâtında münhasır değildir, vesselâm!

Molla Said, aşîretler arasında olan herhangi bir geçimsizliği işitince hemen müdâhale ederek, irşad yoluyla her iki tarafı da derhâl barıştırırdı. Hattâ hükûmetin bile barıştırmaktan âciz kaldığı Şeker Ağa ile Mîran Reisi Mustafa Paşa’yı barıştırdı. Ve Mustafa Paşa’ya:

Daha tevbe etmedin mi? diye sorunca, Mustafa Paşa da cevaben:

Seydâ! Ne söylerseniz sözünüzden çıkmam, demiştir.

Mustafa Paşa, at ile para teberru etmek ister. Bediüzzaman reddederek:

46
Jenerik

Şimdiye kadar kimseden para almadığımı işitmediniz mi? Bâhusus sizin gibi zâlimden nasıl para alırım? Ve siz gâliba tevbenizi bozdunuz, şu takdirde Cezîre’ye ulaşamazsınız, demiştir.

Ve hakikaten Cezîre’ye yetişmeden yolda öldüğünü haber alır.

Bediüzzaman, riyâziyede hàrikulâde bir sür'at-i intikale mâlik idi. Herhangi bir müşkül mes'eleyi, zihnen hemen hallederdi. Hattâ Cebir Mukàbele ilminde bir risale te'lif etmişti. Tâhir Paşa nezdinde hesab mes'eleleri münâkaşa mevzûu olduğunda hesaba dair hangi mes'ele bahsedilse başkaları ve en mâhir kâtibler neticeyi bulamadan, Molla Said zihnen çıkarıyordu. Çok defalar böyle yarışlara girişir ve umumunda dâima birinci gelirdi. Bir defasında şöyle bir suâl sordular:

Onbeş müslim, onbeş gayr-ı müslim farzedilerek, birbiri ardına dizilince bunlara yapılacak her kur'ada gayr-ı müslime isabet etmesi matlûbdur. Nasıl taksim edilir?

Bu suâle cevaben:

Bunların yüz yirmidört vaziyet-i muhtemelesi vardır, diyerek yapar.

Hem de der:

Bundan daha müşkülünü de kendim icâd ederim. İkibin beşyüz vaziyet-i muhtemeleye göre yaparım.

İki saat zarfında yüz adamdan elli aded gayr-ı müslimi o vaziyette taksim eder ki, dâima kur'ayı gayr-ı müslime düşürür. Ve hattâ beş yüz gayr-ı müslim olmakla iki yüz elli bin vaziyet-i muhtemele üzerine bir mes'ele çıkarttı ve Tâhir Paşa’ya göstererek bir risale şeklinde yazdı. (Hâşiye) [9]

Bediüzzaman, Van’da bulunduğu zamanlarda, Vâli Tâhir Paşa ile bazı gazetelerden havadis okurdu. Bilhassa İslâmiyeti alâkadar eden hususlara dikkat ederdi. Van’daki ikameti esnâsında, Âlem-i İslâmın vaziyetini bir derece öğrenmiş bulunuyordu. Bir gün Tâhir Paşa bir gazetede şu müdhiş haberi ona göstermişti. Haber şu idi:

İngiliz Meclis-i Meb'ûsânı’nda Müstemlekât Nâzırı, elinde Kur'ân-ı Kerîmi göstererek söylediği bir nutukta:

İngiliz Meclis-i Meb'ûsânı’nda Müstemlekât Nâzırı, elinde Kur'ân-ı Kerîmi göstererek söylediği bir nutukta:

“Bu Kur'ân, İslâmların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur'ânı onların elinden kaldırmalıyız; yâhut Müslümanları Kur'ândan soğutmalıyız” diye hitâbede bulunmuş.

İşte bu müdhiş haber, O’nda ta'rifin fevkınde bir te'sir uyandırmıştı. İsti'dâdı şimşek gibi alevli, duyguları ve bütün letâifi uyanık ve ilim, irfan, ihlâs, cesâret ve şecâat gibi hàrika inâyet ve seciyelere mazhar olan

47
Jenerik

Bediüzzaman’ın, bu havadis üzerine: “Kur'ânın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya isbât edeceğim ve göstereceğim!” diye kuvvetli bir niyet rûhunda uyanır ve bu sâikle çalışır. (Hâşiye) [10]

Bediüzzaman’ın, Şarkî Anadolu’da “Medresetü'z-Zehrâ” nâmında bir dâru'l-fünûn açmak, ya Van’da veyâhut da Diyarbekir’de dâru'l-fünûn derecesinde bir medrese te'sisine çalışmak için İstanbul’a geldi. İstanbul’a gelişini bir muharrir şöyle tasvir etmişti: “Şarkın yalçın kayalıklarından, bir ateşpâre-i zekâ İstanbul âfâkında tulû' etti.”

48
Jenerik

İstanbul’a gelmeden evvel bir gün Tâhir Paşa:

İstanbul’a gelmeden evvel bir gün Tâhir Paşa:

Şark ulemâsını ilzam ediyorsun, fakat İstanbul’a gidip o denizdeki büyük balıklara da meydân okuyabilecek misin? demişti. İstanbul’a gelir gelmez ulemâyı münâzaraya dâvet etti. Bunun üzerine İstanbul’daki meşhûr âlimler grup grup ziyarete gelip suâller soruyorlar ve o hepsinin de cevablarını sahîh olarak veriyordu. Bundan maksadı, Şarkî Anadolu’daki ilim ve irfan fa'âliyetine nazar-ı dikkati celbetmekti. Yoksa Molla Said, kat'iyyen hodfürûşluğu sevmezdi. Her türlü gösteriş ve âlâyişten müberrâ olarak hareket ederdi. İlim, cesâret, hâfıza ve zekâ itibariyle pek hàrika idi. Aynı derecede belki daha ziyâde olarak hàlis ve muhlis idi. Tasannu' ve tekellüften kat'iyyen hoşlanmazdı. İstanbul’daki ikametgâhının kapısında şöyle bir levha asılı idi: “Burada her müşkül halledilir, her suâle cevab verilir; fakat suâl sorulmaz.” (Hâşiye) [11] .

İstanbul’da grup grup gelen ulemânın suâllerini cevablandırıyordu. Genç yaşında böyle bilâ-istisna bütün suâllere cevab vermesi ve gayet mukni' ve belîğ ifâde ve hàrika hâl ve tavırlarıyla, ehl-i ilmi hayranlıkla takdire sevkediyordu. Ve “Bediüzzaman” ünvânına bihakkın lâyık görüyorlar ve bu fevkalâde zâtı, bir “nâdire-i hilkat” olarak tavsif ediyorlardı.

Hattâ bu zamanlarda Mısır Câmiü'l-Ezher Üniversitesi reislerinden meşhûr Şeyh Bahît Efendi İstanbul’a bir seyahat için geldiğinde; Kürdistan’ın sarp, yalçın kayaları arasından gelerek İstanbul’da bulunan Bediüzzaman Said Nursî’yi ilzam edemeyen İstanbul ulemâsı, Şeyh Bahît’ten bu genç hocanın ilzam edilmesini isterler. Şeyh Bahît de bu teklifi kabûl ederek bir münâzara zemini arar. Ve bir namaz vakti Ayasofya Câmii’nden çıkıp çayhâneye oturulduğunda bunu fırsat telâkki eden Şeyh Bahît Efendi, yanında ulemâ hazır bulunduğu hâlde Bediüzzaman’a hitâben:

49
Jenerik

مَا تَقُولُ فِى حَقِّ الْاَوْرُوبَائِيَّةِ وَالْعُثْمَانِيَّةِ

Yani: “Avrupa ve Osmanlılar hakkında ne diyorsunuz, fikriniz nedir?” der.

Şeyh Bahît Efendi’nin bu suâlden maksadı; Bediüzzaman’ın şek olmayan bir bahr-i ummân gibi ilmini ve ateşpâre-i zekâsını tecrübe etmek değil, belki, zaman-ı istikbâle ait şiddet-i ihâtasını ve idare-i âlemdeki siyasetini anlamak idi. Buna karşı Bediüzzaman’ın verdiği cevab şu oldu:

اِنَّ الْاَوْرُوبَا حَامِلَةٌ بِالْاِسْلاَمِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا

وَاِنَّ الْعُثْمَانِيَّةَ حَامِلَةٌ بِالْاَوْرُوبَائِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا

Yani “Avrupa, bir İslâm devletine hâmiledir, günün birinde onu doğuracak; Osmanlılar da Avrupa ile hâmiledir, o da onu doğuracak.”

Bu cevaba karşı Şeyh Bahît Hazretleri:

Bu gençle münâzara edilmez, ben de aynı kanâatteyim. Fakat bu kadar vecîz ve belîğâne bir tarzda ifâde etmek, ancak Bediüzzaman’a hàstır (∗) [12] demiştir.

Bediüzzaman’ın İstanbul’da hayatı, bir derece siyâsîdir. Siyaset yoluyla İslâmiyete hizmet edilecek, diye kanâat besliyordu. Siyâsî hayata karışması, İslâmiyete hizmet aşkının bir neticesi idi. Dâima hürriyet tarafdârı idi. Gördüğü haksızlıklardan dolayı Jön Türklere dâima muhâlefette bulunarak: “Siz dini incittiniz, gayretullâha dokundunuz, şerîatı tezyif ettiniz; neticesi vahîm olacaktır” diye izhâr-ı muhâlefetten çekinmiyordu.

Hürriyetten sonra, mücâhid arkadaşlarıyla beraber İttihâd-ı Muhammedî (A.S.M.) Cem'iyeti’ni kurmuşlar, cem'iyet pek kısa bir zamanda inkişafa başlamış, hattâ Bediüzzaman’ın bir makalesiyle Adapazarı ve İzmit havâlisinde ellibin kişi cem'iyete dâhil olmuştu.

Hürriyeti sû-i tefsir etmemek ve meşrûtiyeti, meşrûtiyet-i meşrûa olarak kabûl etmek lâzım geldiğini ileri sürerek bu hususta dinî gazetelerde makaleler neşrediyor ve hitâbelerde bulunuyordu. Bu makale ve hitâbeleri, emsâlsiz denecek kadar belîğ ve mukni' idi. Ehl-i ilim ve ehl-i siyaset, Said Nursî’nin bu yazılarından ve derslerinden çok istifade

50
Jenerik

etmişlerdir. O zamandaki intibâh-ı millîyi, Anadolu ve Asya’nın saâdet-i dünyeviyesinin fecr-i sâdıkı olarak müjde veriyor, fakat elden kaçmaması için evâmir-i şer'iyeyi çabuk imtisal etmenin zarûrî olduğunu ileri sürüyordu. “Eğer meşrûtiyeti, hürriyet-i şer'iye ile kabûl etmezsek ve öyle tatbik edilmezse elimizden kaçacak, müstebid bir idareye yerini terkedecek” diye ihtar ediyordu. O nutuk ve makalelerden nümûne olarak cüz'î bir kısmını buraya dercediyoruz:

Hürriyete Hitâb

[Bediüzzaman Said Nursî’nin, ilân-ı Hürriyetin üçüncü gününde irticâlen söylediği ve sonra Selânik’te Hürriyet Meydânında tekrar ettiği ve o zamanın gazetelerinin neşrettikleri nutkunun sûretidir.]

Hürriyete Hitâb

Ey hürriyet-i Şer'î! Öyle müdhiş ve fakat güzel ve müjdeli bir sadâ ile çağırıyorsun ki; benim gibi bir bedevîyi tabakàt-ı gaflet altında yatmışken uyandırıyorsun. Sen olmasaydın, ben ve umum millet, zindân-ı esârette kalacaktık. Seni ömr-ü ebedî ile tebşîr ediyorum.

Eğer aynü'l-hayat Şerîatı menba'-ı hayat yapsan ve o Cennette neşv ü nemâ bulsan, bu millet-i mazlumenin de eski zamana nisbeten bin derece terakkî edeceğini müjde veriyorum.

Eğer hakkıyla seni rehber etse ve ağrâz-ı şahsî ve fikr-i intikam ile sizi lekedâr etmezse...

Yâ Rab! Ne saâdetli bir kıyâmet ve ne güzel bir haşir ki; وَ الْبَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ hakikatinin küçük bir misâlini bu zaman bize tasvir ediyor. Şöyle ki:

Asya’nın ve Rumeli’nin köşelerinde medfûn olan medeniyet-i kadîme hayata başlamış; menfaatini mazarrat-ı umumiyede arayan ve istibdâdı arzu edenler ﴾ يَا لَيْتَنِى كُنْتُ تُرَابًا ﴿ demeye başladılar.

Yeni Hükûmet-i Meşrûtamız mu'cize gibi doğduğu için inşâallâh bir seneye kadar ﴾ نُكَلِّمُ مَنْ كَانَ فِى الْمَهْدِ صَبِيًّا  ﴿ sırrına mazhar olacağız. Mütevekkilâne, sabûrâne tuttuğumuz otuz sene Ramazan-ı sükûtun sevâbıdır ki; azâbsız Cennet-i terakkî ve medeniyet kapılarını bize açmıştır. Hâkimiyet-i milliyenin berâat-ı istihlâli olan kanun-u şer'î, hàzin-i Cennet gibi bizi duhûle dâvet ediyor.

51
Jenerik

Ey mazlum ihvân-ı vatan! Gidelim dâhil olalım!

Birinci kapısı, şerîat dâiresinde ittihâd-ı kulûb;

İkincisi, muhabbet-i milliye,

Üçüncüsü, maârif,

Dördüncüsü, sa'y-i insanî,

Beşincisi, terk-i sefâhettir. Ötekilerini sizin zihninize havâle ediyorum...

……………………………………..

Sakın, ey ihvân-ı vatan! Sefâhetlerle ve dinde lâübâlîliklerle tekrar öldürmeyiniz. Ve bütün efkâr-ı fâsideye ve ahlâk-ı rezîleye ve desâis-i şeytaniyeye ve tabasbusata karşı; Şerîat-ı Garrâ üzerine müesses olan kanun-u esâsî Azrâil hükmüne geçti, onları susturdu.

Sakın ey ihvân-ı vatan! İsrâfât ve hilâf-ı şerîat ve lezâiz-i nâmeşrûa ile tekrar ihyâ etmeyiniz. Demek şimdiye kadar mezarda idik, çürüyorduk. Şimdi bu ittihâd-ı millet ve meşrûtiyet ile rahm-ı mâdere geçtik, neşv ü nemâ bulacağız.

Yüz bu kadar sene geri kaldığımız mesâfe-i terakkîden, İnşâallâh Mu'cize-i Peygamberî ile, şimendifer-i kanun-u Şer'iye-i esâsiyeye amelen ve burâk-ı meşveret-i Şer'iyeye fikren bineceğiz. Bu vahşet-engîz sahrâ-yı kebîri kısa zamanda tayyetmekle beraber, milel-i mütemeddine ile omuz omuza müsâbaka edeceğiz.

Zîra onlar kâh öküz arabasına binmişler, yola gitmişler.. biz birden bire şimendifer ve balon gibi mebâdîye bineceğiz, geçeceğiz. Belki câmi'-i ahlâk-ı hasene olan Hakikat-i İslâmiyenin ve isti'dâd-ı fıtrînin ve feyz-i îmânın ve şiddet-i açlığın hazma verdiği teshîl yardımı ile fersah fersah geçeceğiz. Nasıl ki vaktiyle geçmiştik.

Talebeliğin bana verdiği vazife ile ve hürriyetin fermân-ı me'zuniyetiyle ihtar ediyorum ki:

Ey ebnâ-yı vatan! Hürriyeti sû-i tefsir etmeyiniz; tâ elimizden kaçmasın ve müteaffin olan eski esâreti başka kapta bize içirmekle bizi boğmasın (Hâşiye) [13]Zîra hürriyet, mürâat-ı ahkâm ve âdâb-ı Şerîat ve ahlâk-ı hasene ile tahakkuk ve neşv ü nemâ bulur……

Bediüzzaman∗∗∗

52
Jenerik

Yaşasın Şerîat-ı Ahmedî (A.S.M.)

Yaşasın Şerîat-ı Ahmedî (A.S.M.)

Dini Ceride: 77

5 / Mart / l325

(18 / Mart / 1909)

Şerîat-ı Garrâ, Kelâm-ı Ezelî’den geldiğinden, ebede gidecektir. Nefs-i emmârenin istibdâd-ı rezîlesinden selâmetimiz; İslâmiyete istinâd iledir, o Hablü'l-Metîn’e temessük iledir ve haklı hürriyetten hakkıyla istifade etmek, îmândan istimdâd iledir. Zîra, Sâni'-i Âleme hakkıyla abd ve hizmetkâr olanın, halka ubûdiyete tenezzül etmemesi gerektir.

Herkes kendi âleminde bir kumandan olduğundan, âlem-i asğarında cihad-ı ekber ile mükelleftir. Ve Ahlâk-ı Ahmediye ile tahalluk ve sünnet-i nebeviyeyi ihyâ ile muvazzaftır.

Ey evliyâ-yı umûr! Tevfik isterseniz; kavânîn-i âdetullâha tevfik-i hareket ediniz. Yoksa; tevfiksizlikle cevab-ı red alacaksınız. Zîra, mâruf umum enbiyânın memâlik-i İslâmiye ve Osmaniyeden zuhûru, kader-i İlâhiyenin bir işâret ve remzidir ki; bu memleket insanlarının makine-i tekemmülâtının buharı diyânettir. Ve bu Asya ve Afrika tarlasının ve Rumeli bostanının çiçekleri, Ziyâ-yı İslâmiyetle neşv ü nemâ bulacaktır.

Dünya için din fedâ olunmaz. Gebermiş istibdâdı muhâfaza için vaktiyle mesâil-i şerîat rüşvet verilirdi. Dinin mes'eleleri terk ve fedâ edilmesinden, zarardan başka ne faidesi görüldü?..

Milletin kalb hastalığı za'f-ı diyânettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir.

Bizim cemâatimizin meşrebi, muhabbete muhabbet ve husûmete husûmettir. Yani, beyne'l-İslâm muhabbete imdâd ve husûmet askerini bozmaktır.

Mesleğimiz ise Ahlâk-ı Ahmediye ile tahalluk ve sünnet-i Peygamberîyi ihyâ etmektir. Ve rehberimiz, Şerîat-ı Garrâ ve kılıncımız da, berâhin-i kàtıa.. ve maksadımız İ'lâ-yı Kelimetullâhtır!...

Bediüzzaman∗∗∗

53
Jenerik

Hakikat

Hakikat

Dinî Ceride No. 70

26 Şubat 1324

(Mart 1909)

Biz “Kàlû Belâ”dan Cem'iyet-i Muhammedî’de dâhiliz.

Cihetü'l-vahdet-i ittihâdımız, Tevhiddir. Peymân ve yemînimiz, îmândır. Mâdem ki muvahhidiz, müttehidiz. Herbir mü'min, İ'lâ-yı Kelimetullâh ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakkî etmektir.

Zîra, ecnebîler, fünûn ve sanâyi silâhıyla bizi istibdâd-ı manevîleri altında eziyorlar. Biz de fen ve san'at silâhıyla, İ'lâ-yı Kelimetullâhın en müdhiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilâf-ı efkâra cihad edeceğiz. Amma, cihad-ı haricîyi, Şerîat-ı Garrânın berâhin-i kàtıasının elmas kılınçlarına havâle edeceğiz. Zîra, medenîlere galebe çalmak, iknâ iledir; söz anlamayan vahşîler gibi icbar ile değildir.

Biz muhabbet fedâileriyiz. Husûmete vaktimiz yoktur.

Meşrûtiyet ki, adâlet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. Onüç asır evvel Şerîat-ı Garrâ teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa’ya dilencilik etmek, Din-i İslâma büyük bir cinayettir ve şimâle müteveccihen namaz kılmak gibidir.

Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa istibdâd tevzî' olunmuş olur. ﴾ اِنَّ اللّٰهَ لَقَوِىٌّ عَزِيزٌ ﴿ hâkim ve âmir-i vicdânî olmalı. O da mârifet-i tâmm ve medeniyet-i âmm veyâhut Din-i İslâm nâmıyla olmalı. Yoksa; istibdâd dâima hükümfermâ olacaktır.

İttifak, hüdâdadır, hevâ ve heveste değil! İnsanlar, hür oldular amma yine abdullâhtırlar. Herşey hür oldu. Başkasının kusuru, insanın kusuruna sened ve özür olamaz. Ye's, mâni-i her-kemâldir. “Neme lâzım, başkası düşünsün.” istibdâdın yâdigârıdır.

Bediüzzaman∗∗∗

54
Jenerik

Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin Van’daki Horhor Medresesinin bahçesinden Van Kalesi ve mağaraların görünüşü

55
Jenerik

► (02) ◄

İstanbul Hahambaşısı Yahudî Karasso ile Bediüzzaman arasında Selânik’te cereyan eden bir konuşma sırasında, Karasso konuşmayı yarıda bırakarak dışarıya fırlamış ve arkadaşlarına “Eğer yanında biraz daha kalsaydım, az kalsın beni de Müslüman edecek idi” diyerek mağlûbiyetini hayret ve telâşla izhâr etmiştir. Karasso ki, Osmanlı İmparatorluğunu parçalamak için sinsî ve tertibli bir şekilde çalışan gizli bir teşkilâta mensûb olup, ortada fevkalâde bir rol oynuyordu. Karasso’nun Bediüzzaman’ı ziyaret etmekten maksadı, onu kendi fikrine çevirmek ve meş'ûm gayesine âlet etmek idi. Fakat heyhât!...∗∗∗

Dîvân-ı Harb-i Örfî

Nihâyet menhus Otuzbir Mart Hâdisesi meydâna gelir. Şerîat isteyen ve o hâdisede ismi karışan onbeş kadar hoca i'dâm edilir. Bediüzzaman, onlar mahkeme binasının bahçesinde asılı durduktan ve kendisi de pencereden onları gördüğü bir hâlde muhâkeme olunur. Mahkeme reisi Hurşid Paşa sorar:

Sen de şerîat istemişsin?..

Bediüzzaman cevab verir:

— Şerîatın bir hakikatine, bin rûhum olsa fedâ etmeye hazırım. Zîra şerîat, sebeb-i saâdet ve adâlet-i mahz ve fazilettir. Fakat, ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil!

Bediüzzaman’ın dîvân-ı harbdeki bu kahramanca müdafaası, o zaman iki defa tab'edilip neşredilmiştir. O dehşetli mahkemeden i'dâmını beklerken berâet etmiş ve mahkemeye teşekkür etmeyerek, yolda Bayezid’den tâ Sultanahmet’e kadar arkasında kalabalık bir halk kitlesi mevcûd olduğu hâlde: “Zâlimler için yaşasın Cehennem! Zâlimler için yaşasın Cehennem!” nidâlarıyla ilerlemiştir.

Dîvân-ı harbdeki müdafaasının bir kısmı bu Tarihçe-i Hayat’ta yazılmıştır. Tâ ki Otuzbir Mart Hâdisesinin içyüzü ve Bediüzzaman’ın kahramanca müdafaası bir derece anlaşılabilsin.

56
Jenerik

İki Mekteb-i Musîbet Şehâdetnâmesi yâhut Dîvân-ı Harb-i Örfî ve Said-i Nursî adlı eserden parçalar:

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ ❀ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

Mukaddime

Mukaddime

Vaktâ ki hürriyet, divânelikle yâdolunurdu; zaîf istibdâd, tımarhâneyi bana mekteb eyledi. Vaktâ ki îtidâl, istikamet; irtica ile iltibas olundu; meşrûtiyette şiddetli istibdâd, hapishâneyi mekteb eyledi.

Ey şu şehâdetnâmemi temâşâ eden zevât! Lütfen, rûh ve hayâlinizi, misâfireten, yeni medeniyete karışmış, asabî bir bedevî talebenin hâl-i ihtilâlde olan ceset ve dimağına gönderiniz. Tâ tahtie ile hatâya düşmeyiniz!...

Otuzbir Mart Hâdisesinde Dîvân-ı Harb-i Örfî’de dedim ki:

Ben talebeyim. Onun için herşeyi Mîzan-ı Şerîatla muvâzene ediyorum. Ben, milliyetimizi yalnız İslâmiyet biliyorum. Onun için herşeyi de İslâmiyet nokta-i nazarından muhâkeme ediyorum.

Ben hapishâne denilen âlem-i berzahın kapısında dururken ve darağacı denilen istasyonda âhirete giden şimendiferi beklerken, cem'iyet-i beşeriyenin gaddârâne hâllerini tenkid ederek; değil yalnız sizlere, belki bu zamandaki nev'-i benî beşere îrâd ettiğim bir nutuktur. Onun için, ﴾ يَوْمَ تُبْلَى السَّرَائِرُ ﴿ sırrınca, kabr-i kalbden hakàik çıplak çıktı. Nâmahrem olan kimseler nazar etmesin.

Âhirete kemâl-i iştiyak ile müheyyâyım. Bu asılanlarla beraber gitmeye hazırım. Nasıl ki, bir bedevî garâib-perest, İstanbul’un acâib ve mehâsinini işitmiş, fakat görmemiş; nasıl kemâl-i hâhişle görmeyi arzu eder!... Ben de ma'raz-ı acâib ve garâib olan Âlem-i âhireti, o hâhişle görmek istiyorum. Şimdi de öyleyim. Beni oraya nefyetmek, bana ceza değil! Sizin elinizden gelirse, beni vicdânen tâzib ediniz! Ve illâ başka sûretle azâb, azâb değil, benim için bir şândır!

Bu hükûmet, zaman-ı istibdâdda akla husûmet ediyordu; şimdi de hayata adâvet ediyor... Eğer hükûmet böyle olursa; yaşasın cünûn! Yaşasın mevt! Zâlimler için de yaşasın Cehennem!..

57
Jenerik

Ben zâten bir zemin istiyordum ki, efkârımı onda beyân edeyim. Şimdi bu Dîvân-ı Harb-i Örfî iyi bir zemin oldu. Bidâyetlerde herkesten suâl olunduğu gibi, Dîvân-ı Harbde bana da suâl ettiler:

– Sen de Şerîat istemişsin?

Dedim:

– Şerîatın bir hakikatine bin rûhum olsa fedâ etmeğe hazırım! Zîra Şerîat, sebeb-i saâdet ve adâlet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil!..

Hem de dediler:

– İttihâd-ı Muhammediye’ye (A.S.M.) dâhil misin?

Dedim:

– Maaliftihâr! En küçük efrâdındanım. Fakat, benim ta'rif ettiğim vechile... Ve o ittihâddan olmayan, dinsizlerden başka kimdir? Bana gösterin!..

İşte o nutku şimdi neşrediyorum. Tâ ki, meşrûtiyeti lekeden ve ehl-i Şerîatı me'yûsiyetten ve ehl-i asrı tarih nazarında cehil ve cünûndan ve hakikati evhâm ve şübheden kurtarayım. İşte başlıyorum:

Dedim:

– Ey Paşalar, Zâbitler!

Hapsimi iktiza eden cinayetlerin icmâli:

اِذًا مَحَاسِنِى اللَّاتِى اَدَلُّ بِهَا كَانَتْ ذُنُوبِى فَقُلْ لِى كَيْفَ اَعْتَذِرُ

Yani; medâr-ı iftiharım olan mehâsinim, şimdi günah sayılıyor. Artık nasıl i'tizar edeyim? Mütehayyirim!

Mukaddime olarak söylüyorum:

Mert olan, cinayete tenezzül etmez. Şâyet isnâd olunsa cezadan korkmaz. Hem de haksız yere i'dâm olunsam, iki şehîd sevâbını kazanırım. Şâyet hapiste kalsam, böyle, hürriyeti lafızdan ibaret bulunan gaddâr bir hükûmetin en rahat mevkii hapishâne olsa gerektir. Mazlumiyetle ölmek, zâlimiyetle yaşamaktan daha hayırlıdır.

Bunu da derim ki: Siyaseti dinsizliğe âlet yapan bazı adamlar, kabahatlerini setr için başkasını irtica ile ve dinini siyasete âlet yapmakla ittiham ederler. Şimdiki hafiyeler eskilerden beterdirler. Bunların sadâkatine nasıl i'timâd olunur? Adâlet onların sözlerine nasıl bina olunur? Hem de cerbeze ile insan, adâlet yaparken zulme düşüyor. Zîra insan kusursuz olmaz. Fakat uzun zamanda ve efrâd-ı kesîre içinde ve tahallül-ü

58
Jenerik

mehâsinle ta'dil olunan müteferrik kusurları, cerbeze ile cem'edip bir zaman-ı vâhidde bir şahs-ı vâhidden sudûrunu tevehhüm ederek şedîd cezaya müstehak görür. Hâlbuki bu tarz, bir zulm-ü şedîddir.

Şimdi gelelim onbir buçuk cinayetlerimin ta'dâdına:(Hâşiye) [14]

Birinci Cinayet

BİRİNCİ CİNAYET:

Geçen sene bidâyet-i Hürriyette elli-altmış telgraf umum şark aşîretlerine Sadâret vâsıtasıyla çektim. Meâli şu idi:

“Meşrûtiyet ve kanun-u esâsî işittiğiniz mes'ele ise; hakîki adâlet ve meşveret-i Şer'iyeden ibarettir. Hüsn-ü telâkki ediniz, muhâfazasına çalışınız. Zîra, dünyevî saâdetimiz meşrûtiyettedir. Ve istibdâddan herkesten ziyâde biz zarar-dîdeyiz.”

Her yerden bu telgrafın cevabı, müsbet ve güzel olarak geldi. Demek Vilâyât-ı Şarkıyeyi tenbih ettim, gâfil bırakmadım. Tâ yeni bir istibdâd onların gafletinden istifade etmesin. “Neme lâzım” demediğimden cinayet işledim ki, bu mahkemeye girdim!..

İkinci Cinayet

İKİNCİ CİNAYET:

Ayasofya’da, Bayezid’de, Fâtih’te, Süleymaniye’de umum ulemâ ve talebeye hitâben müteaddid nutuklar ile Şerîatın ve müsemmâ-yı meşrûtiyetin münâsebet-i hakîkiyesini izâh ve teşrîh ettim. Ve mütehakkimâne istibdâdın, Şerîatla bir münâsebeti olmadığını beyân ettim. Şöyle ki: سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ hadîsinin sırrıyla, Şerîat âleme gelmiş; tâ istibdâdı ve zâlimâne tahakkümü mahvetsin.

Herhangi bir nutuk îrâd ettim ise; herbir kelimesine kimsenin bir i'tirâzı varsa, bürhân ile isbâta hazırım.

Ve dedim ki: Asıl, şerîatın meslek-i hakîkisi, hakikat-i meşrûtiyet-i meşrûadır. Demek meşrûtiyeti, delâil-i şer'iye ile kabûl ettim. Başka medeniyetçiler gibi taklidî ve hilâf-ı şerîat telâkki etmedim. Ve Şerîatı rüşvet vermedim. Ve ulemâ ve şerîatı, Avrupa’nın zunûn-u fâsidesinden iktidarıma göre kurtarmağa çalıştığımdan cinayet ettim ki, bu tarz muâmelenizi gördüm!..

Üçüncü Cinayet

ÜÇÜNCÜ CİNAYET:

İstanbul’da yirmi bine yakın hemşehrilerimi, –hammal ve gâfil ve sâfdil olduklarından– bazı particiler onları iğfal ile Vilâyât-ı Şarkıyeyi

59
Jenerik

lekedâr etmelerinden korktum. Ve hammalların umum yerlerini ve kahvelerini gezdim. Geçen sene anlayacakları sûrette meşrûtiyeti onlara telkin ettim. Şu meâlde:

İstibdâd, zulüm ve tahakkümdür. Meşrûtiyet, adâlet ve şerîattır. Pâdişah, Peygamberimizin emrine itâat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itâat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tâbi olmayıp zulmedenler, pâdişah da olsalar haydutturlar. Bizim düşmanımız cehâlet, zarûret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı; san'at, mârifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz. Ve bizi bir cihette teyakkuza ve terakkîye sevkeden hakîki kardeşlerimiz Türklerle ve komşularımızla dost olup el ele vereceğiz. Zîra husûmette fenâlık var, husûmete vaktimiz yoktur. Hükûmetin işine karışmayacağız. Zîra, hikmet-i hükûmeti bilmiyoruz..

İşte o hammalların, Avusturya’ya karşı (benim gibi bütün Avrupa’ya karşı)(∗) [15] boykotları ve en müşevveş ve heyecanlı zamanlarda âkılâne hareketlerinde bu nasihatin te'siri olmuştur. Pâdişaha karşı irtibatlarını ta'dil etmeye ve boykotajlarla Avrupa’ya karşı harb-i iktisadî açmağa sebebiyet verdiğimden, demek cinayet ettim ki, bu belâya düştüm!

Dördüncü Cinayet

DÖRDÜNCÜ CİNAYET:

Avrupa, bizdeki cehâlet ve taassub müsâadesiyle, şerîatı (Hâşâ ve kellâ) istibdâda müsâid zannettiklerinden, nihâyet derecede kalben üzülmüştüm. Onların zannını tekzîb etmek için, meşrûtiyeti herkesten ziyâde Şerîat nâmına alkışladım. Lâkin yine korktum ki, başka bir istibdâd tekrar o zannı tasdik eder diye, ne kadar kuvvetim varsa Ayasofya Câmiinde meb'ûsâna hitâben feryâd ettim ve söyledim ki:

Meşrûtiyeti, “meşrûiyet” ünvânı ile telâkki ve telkin ediniz. Tâ yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdâd, pis eliyle o mübâreki ağrâzına siper etmekle lekedâr etmesin. Hürriyeti, âdâb-ı Şerîatla takyid ediniz. Zîra câhil efrâd ve avâm-ı nâs kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefîh ve itâatsiz olur. Adâlet namazında kıbleniz dört mezheb olsun. Tâ ki, namaz sahîh ola.

Zîra, hakàik-ı meşrûtiyetin sarâhaten ve zımnen ve iznen dört mezhebden istihrâcı mümkün olduğunu da'vâ ettim.

Ben ki, bir âdi talebeyim. Ulemâya farz olan bir vazifeyi omuzuma aldım, demek cinayet ettim ki, bu tokadı yedim!..

60
Jenerik

Beşinci Cinayet

BEŞİNCİ CİNAYET:

Gazeteler, iki kıyâs-ı fâsid cihetiyle ve haysiyet kırıcı bir neşriyat ile ahlâk-ı İslâmiyeyi sarstılar ve efkâr-ı umumiyeyi perîşan ettiler. Ben de gazetelerle, onları reddeden makaleler neşrettim. Dedim ki:

Ey gazeteciler! Edîbler edebli olmalı; hem de Edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalı. Ve onların sözleri, kalb-i umumî-i müşterek-i milletten, bîtarafâne çıkmalı. Ve matbuât nizâmnâmesini, vicdânınızdaki hiss-i diyânet ve niyet-i hàlisa tanzim etmeli.

Hâlbuki, siz iki kıyâs-ı fâsidle; yani: Taşrayı İstanbul’a ve İstanbul’u Avrupa’ya kıyâs ederek efkâr-ı umumiyeyi bataklığa düşürdünüz. Ve şahsî garazları ve fikr-i intikamı uyandırdınız. Zîra, elifbâ okumayan çocuğa felsefe-i tabîiye dersi verilmez. Ve erkeğe, tiyatrocu karı libâsı yakışmaz. Ve Avrupa’nın hissiyatı, İstanbul’da tatbik olunmaz. Akvâmın ihtilâfı, mekânların ve aktârın tehâlüfü; zamanların ve asırların ihtilâfı gibidir. Birisinin libâsı, ötekinin endâmına gelmez. Demek, Fransız Büyük İhtilâli, bize tamamen hareket düsturu olamaz! Yanlışlık, tatbik-i nazariyât ve muktezâ-yı hâli düşünmemekten çıkar.

Ben ki ümmî bir köylüyüm; böyle cerbezeli ve muğâlatalı ve ağrâzlı muharrirlere nasihat ettim, demek cinayet işledim!.

Altıncı Cinayet

ALTINCI CİNAYET:

Kaç defa büyük ictimâ'larda, heyecanları hissettim. Korktum ki, avâm-ı nâs siyasete karışmakla âsâyişi ihlâl etsinler. Türkçeyi yeni öğrenen köylü bir talebenin lisânına yakışacak lafızlar ile heyecanı teskin ettim.

Ezcümle; Bayezid’de talebenin ictimâ'ında ve Ayasofya mevlidinde ve Ferâh Tiyatrosundaki heyecana yetiştim. Bir derece heyecanı teskin ettim. Yoksa bir fırtına daha olacaktı.

Ben ki bedevî bir adamım. Medenîlerin entrikalarını bildiğim hâlde işlerine karıştım. Demek, cinayet ettim!

Yedinci Cinayet

YEDİNCİ CİNAYET:

İşittim; İttihâd-ı Muhammedî (A.S.M.) nâmıyla bir cem'iyet teşekkül etmiş. Nihâyet derecede korktum ki; bu ism-i mübârekin altında bazılarının bir yanlış hareketi meydâna gelsin. Sonra işittim; bu ism-i mübâreki bazı mübârek zevât, –Süheyl Paşa ve Şeyh Sâdık gibi zâtlar– daha basit ve sırf ibâdete ve Sünnet-i Seniyeye tebaiyete nakletmişler. Ve o siyâsî cem'iyetten kat'-ı alâka ettiler. Siyasete karışmayacaklar.

Lâkin tekrar korktum, dedim: Bu isim umumun hakkıdır, tahsîs ve tahdid kabûl etmez. Ben nasıl ki, dindar müteaddid cem'iyete bir cihetle

61
Jenerik

mensûbum; zîra maksadlarını bir gördüm. Kezâlik, o ism-i mübâreke intisab ettim. Lâkin ta'rif ettiğim ve dâhil olduğum İttihâd-ı Muhammedînin (A.S.M.) ta'rifi budur ki:

Şarktan garba, cenûbdan şimâle uzanan bir silsile-i nurânî ile merbût bir dâiredir.

Dâhil olanlar da bu zamanda üçyüz milyondan ziyâdedir.

Bu ittihâdın cihetü'l-vahdeti ve irtibatı, Tevhid-i İlâhîdir.

Peymân ve yemîni, îmândır.

Müntesibleri, “Kàlû Belâ”dan dâhil olan umum mü'minlerdir.

Defter-i esmâları da, Levh-i Mahfûz’dur.

Bu ittihâdın nâşir-i efkârı, umum Kütüb-ü İslâmiyedir.

Günlük gazeteleri de, İ'lâ-yı Kelimetullâhı hedef-i maksad eden umum dinî gazetelerdir.

Kulüp ve encümenleri, câmi ve mescidlerdir ve dinî medreseler ve zikirhânelerdir.

Merkezi de, Haremeyn-i Şerîfeyn’dir.

Böyle cem'iyetin reisi, Fahr-i Âlem’dir. (A.S.M.)

Ve mesleği, herkes kendi nefsiyle mücâhede, yani; Ahlâk-ı Ahmediye (A.S.M.) ile tahalluk ve Sünnet-i Nebeviyeyi ihyâ ve başkalara da muhabbet ve eğer zarar etmezse nasihat etmektir.

Bu ittihâdın nizâmnâmesi Sünnet-i Nebeviye ve kanunnâmesi evâmir ve nevâhî-i Şer'iyedir.

Ve kılınçları da, berâhin-i kàtıadır. Zîra medenîlere galebe çalmak iknâ iledir, icbar ile değildir! Taharrî-i hakikat, muhabbet iledir. Husûmet ise, vahşet ve taassuba karşı idi...

Hedef ve maksadları da İ'lâ-yı Kelimetullâhtır. Şerîat da; yüzde doksan dokuz ahlâk, ibâdet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nisbetinde siyasete mütealliktir; onu da ulü'l-emirlerimiz düşünsünler.

Şimdiki maksadımız; o silsile-i nurâniyeyi ihtizâza getirmekle, herkesi bir şevk u hâhiş-i vicdâniye ile tarîk-ı terakkîde kâbe-i kemâlâta sevketmektir. Zîra İ'lâ-yı Kelimetullâhın bu zamanda bir büyük sebebi, maddeten terakkî etmektir!

İşte ben bu ittihâdın efrâdındanım. Ve bu ittihâdın tezâhürüne teşebbüs edenlerdenim. Yoksa sebeb-i iftirak olan fırkalardan, partilerden değilim...

62
Jenerik

Elhâsıl; Sultan Selim’e bîat etmişim. Onun İttihâd-ı İslâm’daki fikrini kabûl ettim. Zîra, o Vilâyât-ı Şarkıyeyi îkaz etti, onlar da ona bîat ettiler. Şimdiki şarklılar, o zamandaki şarklılardır. Bu mes'elede seleflerim; Şeyh Cemâleddin-i Efganî, allâmelerden Mısır Müftüsü merhum Muhammed Abduh, müfrit âlimlerden Ali Suâvi, Hoca Tahsin ve İttihâd-ı İslâm’ı hedef tutan Nâmık Kemâl ve Sultan Selim’dir ki, demiş:

İhtilâf ü tefrika endişesi,

Kûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni;

İttihâdken savlet-i a'dâyı def'a çaremiz,

İttihâd etmezse millet, dâğdâr eyler beni...

Yavuz Sultan Selim

Ben zâhiren buna teşebbüs ettim; iki maksad-ı azîm için:

Birincisi: O ismi tahdid ve tahsîsten halâs etmek ve umum mü'minlere şümûlünü ilân etmek... Tâ ki, tefrika düşmesin ve evhâm çıkmasın.

İkincisi: Bu geçen musîbet-i azîmeye sebebiyet veren fırkaların iftirakının tevhid ile önüne sed olmaktı. Vâ-esefâ ki, zaman fırsat vermedi. Sel geldi, beni de yıktı. Hem derdim: Bir yangın olsa, bir parçasını söndüreceğim. Fakat hocalık elbisem de yandı. Ve uhdesinden gelemediğim bir yalancı şöhret de maalmemnuniye ref' oldu.

Ben ki, âdi bir adamım. Böyle meclis-i meb'ûsân ve a'yân ve vükelânın en mühim vazifelerini düşündürecek bir emri uhdeme aldım. Demek cinayet ettim!...

Sekizinci Cinayet

SEKİZİNCİ CİNAYET:

Ben işittim ki, askerler bazı cem'iyetlere intisab ediyorlar. Yeniçerilerin hâdise-i müdhişesi hâtırıma geldi. Gayet telâş ettim. Bir gazetede yazdım ki:

Şimdi en mukaddes cem'iyet, ehl-i îmân askerlerin cem'iyetidir. Umum mü'min ve fedâkâr askerlerin mesleğine girenler, neferden seraskere kadar dâhildir. Zîra; ittihâd, uhuvvet, itâat, muhabbet ve İ'lâ-yı Kelimetullâh, dünyanın en mukaddes cem'iyetinin maksadıdır. Umum mü'min askerler, tamamıyla bu maksada mazhardırlar. Askerler merkezdir. Millet ve cem'iyet onlara intisab etmek lâzımdır. Sâir cem'iyetler, milleti, asker gibi mazhar-ı muhabbet ve uhuvvet etmek içindir.

Amma İttihâd-ı Muhammedî (A.S.M.) ki; umum mü'minlere şâmildir, cem'iyet ve fırka değildir. Merkezi ve saff-ı evveli; gâziler, şehîdler, âlimler, mürşidler teşkil ediyor. Hiçbir mü'min ve fedâkâr asker –zâbit olsun, nefer olsun– haric değil ki; tâ, intisaba lüzum kalsın. Lâkin bazı

63
Jenerik

cem'iyet-i hayriye, kendine İttihâd-ı Muhammedî diyebilir. Buna karışmam.

Ben ki, âdi bir talebeyim. Böyle büyük ulemânın vazifelerini gasbettim. Demek cinayet ettim!..

Dokuzuncu Cinayet

DOKUZUNCU CİNAYET:

Martın otuzbirinci günündeki dehşetli hareketi, iki-üç dakika uzaktan temâşâ ettim. Müteaddid metâlibi işittim. Fakat, yedi renk sür'atle çevrilse yalnız beyaz göründüğü gibi; o ayrı ayrı matlablardaki fesâdâtı binden bire indiren ve avâmı anarşilikten kurtaran ve efrâd elinde kalan umum siyaseti, mu'cize gibi muhâfaza eden lafz-ı Şerîat yalnız göründü.

Anladım: İş fenâ; itâat muhtell, nasihat te'sirsizdir. Yoksa her vakit gibi yine o ateşin söndürülmesine teşebbüs edecektim. Fakat avâm çok.. bizim hemşehriler gâfil ve sâfdil; ben de şöhret-i kâzibe ile görünüyorum. Üç dakikadan sonra çekildim Bakırköy’üne gittim. Tâ beni tanıyanlar karışmasınlar. Rast gelenlere de karışmamak tavsiye ettim.

Eğer zerre mikdar dahlim olsa idi –zâten elbisem beni ilân ediyor, istemediğim bir şöhret de beni herkese gösteriyordu– bu işte pek büyük görünecektim. Belki, Ayestefanos’a kadar tek başıma olsun, Hareket Ordusuna mukàbele ederek isbât-ı vücûd edecektim. Merdâne ölecektim. O vakit dahlim bedîhî olurdu, tahkîke lüzum kalmazdı.

İkinci günde bir ukde-i hayatımız olan itâat-i askeriyeden suâl ettim, dediler ki:

Askerlerin zâbitleri, asker kıyafetine girmiş. İtâat çok bozulmamış.”

Tekrar suâl ettim:

Kaç zâbit vurulmuş?”

Beni aldattılar, dediler:

Yalnız dört tane. Onlar da müstebid imişler. Hem Şerîatın âdâb ve hududu icra olunacak.”

Bir de gazetelere baktım; onlar da o kıyâmı meşrû gibi tasvir ediyorlardı. Ben de bir cihette sevindim. Zîra en mukaddes maksadım, şerîatın ahkâmını tamamen icra ve tatbiktir. Fakat, itâat-i askeriyeye halel geldiğinden, nihâyet derecede me'yûs ve müteessir oldum. Ve umum gazetelerle askere hitâben neşrettim ki:

“Ey Askerler! Zâbitleriniz bir günah ile nefislerine zulüm ediyorlarsa, siz o itâatsizlikle otuz milyon Osmanlı ve üçyüz milyon Nüfûs-u İslâmiyenin haklarına bir nev'i zulmediyorsunuz. Zîra umum İslâm ve

64
Jenerik

Osmanlıların haysiyet, saâdet ve bayrak-ı Tevhidi, bu zamanda bir cihette sizin itâatiniz ile kàimdir.

Hem de Şerîat istiyorsunuz; fakat itâatsizlikle şerîata muhâlefet ediyorsunuz!”

Ben onların hareketini ve şecâatlerini okşadım. Zîra, efkâr-ı umumiyenin yalancı tercümânı olan gazeteler, nazarımıza hareketlerini meşrû göstermişlerdi. Ben de takdirle beraber nasihatimi bir derece te'sir ettirdim. İsyanı bir derece bastırdım. Yoksa böyle âsân olmazdı.

Ben ki, bilfiil tımarhâneyi ziyaret etmiş bir adamım. “Neme lâzım, böyle işleri akıllılar düşünsün” demediğimden cinayet ettim!

Onuncu Cinayet

ONUNCU CİNAYET:

Harbiye Nezâreti’ndeki askerler içine cuma günü ulemâ ile beraber gittim. Gayet müessir nutuklarla sekiz tabur askeri itâate getirdim. Nasihatlerim te'sirini sonradan gösterdi. İşte nutkun sûreti:

“Ey asâkir-i muvahhidîn! Otuz milyon Osmanlı ve üçyüz milyon İslâmın nâmusu ve haysiyeti ve saâdeti ve bayrak-ı tevhidi, bir cihette sizin itâatinize vâbestedir. Sizin zâbitleriniz bir günah ile kendi nefsine zulmetse, siz bu itâatsizlikle üçyüz milyon İslâma zulmediyorsunuz. Zîra, bu itâatsizlikle uhuvvet-i İslâmiyeyi tehlikeye atıyorsunuz.

Biliniz ki; asker ocağı, cesîm ve muntazam bir fabrikaya benzer. Bir çark itâatsizlik etse, bütün fabrika herc ü merc olur. Asker neferâtı siyasete karışmaz. Yeniçeriler şâhiddir. Siz şerîat dersiniz, hâlbuki şerîata muhâlefet ediyorsunuz ve lekedâr ediyorsunuz.

Şerîatla, Kur'ân ile, Hadîs ile, hikmet ile, tecrübe ile sâbittir ki; sağlam, dindar, hak-perest ulü'l-emire itâat farzdır. Sizin ulü'l-emiriniz üstadınız, zâbitlerinizdir. Nasıl ki, mâhir mühendis, hâzık tabib bir cihette günahkâr olsalar, tıb ve hendeselerine zarar vermez. Kezâlik; münevverü'l-efkâr ve fenn-i harbe âşinâ, mektebli, hamiyetli, mü'min zâbitlerinizin bir cüz'î nâmeşrû hareketi için itâatinize halel vermekle Osmanlılara, İslâmlara zulmetmeyiniz!

Zîra, itâatsizlik yalnız bir zulüm değil, milyonlarca nüfûsun hakkına bir nev'i tecâvüz demektir. Bilirsiniz ki, bu zamanda bayrak-ı Tevhid-i İlâhî, sizin yed-i şecâatinizdedir. O yed’in kuvveti de, itâat ve intizamdır. Zîra bin muntazam ve mutî' asker, yüzbin başıbozuğa mukâbildir. Ne hâcet, yüz sene zarfında, otuz milyon nüfûsun vücûda getirmediği böyle pek çok kan döktüren inkılâbları siz itâatinizle, kan dökmeden yaptınız.

Bunu da söylüyorum ki; hamiyetli ve münevverü'l-fikir bir zâbiti zâyi' etmek, manevî kuvvetinizi zâyi' etmektir. Zîra şimdi hükümfermâ,

65
Jenerik

şecâat-i îmâniye ve akliye ve fenniyedir. Bazen bir münevverü'l-fikir, yüze mukâbildir. Ecnebîler size bu şecâatle galebeye çalışıyorlar. Yalnız şecâat-i fıtriye kâfî değil!...

Elhâsıl: Fahr-i Âlem’in fermânını size tebliğ ediyorum ki; itâat farzdır, zâbitinize isyan etmeyiniz!

Yaşasın askerler!. Yaşasın meşrûta-i meşrûa!..”

Demek ki ben, bu kadar âlim varken, böyle mühim vazifeleri derûhde ettiğimden cinayet ettim!..

On Birinci Cinayet

ONBİRİNCİ CİNAYET:

Ben, Vilâyât-ı Şarkıyede aşîretlerin hâl-i perîşaniyetini görüyordum. Anladım ki, dünyevî bir saâdetimiz, bir cihetle fünûn-u cedîde-i medeniye ile olacak. O fünûnun da gayr-ı müteaffin bir mecrâsı ulemâ ve bir menba'ı da medreseler olmak lâzımdır. Tâ, ulemâ-i din, fünûn ile ünsiyet peydâ etsin. Zîra, o vilâyâtta yarı bedevî vatandaşların zimâm-ı ihtiyarı, ulemâ elindedir. Ve o sâik ile Dersaâdet’e geldim.

Saâdet tevehhümü ile o vakitte –şimdi münkasım olmuş, şiddetlenmiş olan– istibdâdlar, merhum Sultan-ı mahlû’a isnâd edildiği hâlde; onun Zaptiye Nâzırı ile bana verdiği maaş ve ihsân-ı şâhânesini kabûl etmedim, reddettim. Hatâ ettim. Fakat o hatam, medrese ilmi ile dünya malını isteyenlerin yanlışlarını göstermekle, hayır oldu. Aklımı fedâ ettim, hürriyetimi terketmedim. O şefkatli sultana boyun eğmedim. Şahsî menfaatimi terkettim.

Şimdiki sivrisinekler beni cebirle değil, muhabbetle kendilerine müttefik edebilirler. Bir buçuk senedir burada memleketimin neşr-i maârifi için çalışıyorum. İstanbul’un ekserîsi bunu bilir.

Ben ki bir hammalın oğluyum. Bu kadar dünya bana müyesser iken kendi nefsimi hammal oğulluğundan ve fakr-ı hâlden çıkarmadım. Ve dünya ile kökleşemediğim ve en sevdiğim mevki olan Vilâyât-ı Şarkıyenin yüksek dağlarını terketmekle millet için tımarhâneye, tevkìfhâneye ve meşrûtiyet zamanında işkenceli hapishâneye düşmeme sebebiyet veren öyle umûrlara teşebbüs etmekle, büyük bir cinayet eyledim ki, bu dehşetli mahkemeye girdim!

Yarı Cinayet

YARI CİNAYET:

Şöyle ki: Dâire-i İslâmın merkezi ve râbıtası olan nokta-i hilâfeti elinden kaçırmamak fikriyle ve sâbık sultan merhum Abdülhamid Han Hazretleri, sâbık ictimâî kusurâtını derk ile nedâmet ederek kabûl-ü nasihate

66
Jenerik

isti'dat kesbetmiş zannıyla ve “Aslah tarîk musâlahadır” mülâhazasıyla; şimdiki en çok ağrâz ve infiâlâta mebde' ve tohum olan bu vukû'a gelen şiddet sûretini, daha ahsen sûrette düşündüğümden merhum Sultan-ı sâbık’a ceride lisânıyla söyledim ki:

“Münhasif Yıldız’ı dâru'l-fünûn et; tâ Süreyyâ kadar àlî olsun! Ve oraya seyyahlar, zebâniler yerine, ehl-i hakikat melâike-i rahmeti yerleştir; tâ Cennet gibi olsun! Ve Yıldızdaki milletin sana hediye ettiği servetini; milletin baş hastalığı olan cehâletini tedâvi için, büyük dinî dâru'l-fünûnlara sarf ile millete iâde et. Ve milletin mürüvvet ve muhabbetine i'timâd et! Zîra, senin şâhâne idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra sırf âhireti düşünmek lâzım. Dünya seni terketmeden evvel sen dünyayı terket. Zekâtü'l-ömrü, ömr-ü sânî yolunda sarf eyle!..”

Şimdi muvâzene edelim: Yıldız eğlence yeri olmalı veya dâru'l-fünûn olmalı... ve içinde seyyahlar gezmeli veya ulemâ tedrîs etmeli... ve gasbedilmiş olmalı veyâhut hediye edilmiş olmalı... hangisi daha iyidir?.. İnsaf sâhibleri hükmetsin.

Ben ki bir gedâyım, bir büyük pâdişaha nasihat ettim. Demek yarı cinayet ettim.

Cinayetin öteki yarısını söylemek zamanı gelmedi. (Hâşiye) [16]

∗∗∗

► (03) ◄

Yazık! Eyvâhlar olsun! Saâdetimiz olan meşrûtiyet-i meşrûa, bir menba'-ı hayat-ı ictimâiyemiz ve İslâmiyete uygun olan maârif-i cedîdeye, millet nihâyet derecede müştâk ve susamış olduğu hâlde, bu hâdisede ifrat-perver olanlar meşrûtiyete garazlar karıştırmakla ve fikren münevver olanlar da dinsizce harekât-ı lâübâliyâne ile milletin rağbetine karşı maatteessüf sed çektiler. Bu seddi çekenler, ref' etmelidirler. Vatan nâmına ricâ olunur.

Ey Paşalar, Zâbitler! Bu onbir buçuk cinayetin şâhidleri binlerle adamdır. Belki, bazılarına İstanbul’un yarısı şâhiddir. Bu onbir buçuk cinayetin cezasına rızâ ile beraber onbir buçuk suâlime de cevab isterim. İşte bu seyyiâtıma bedel bir hasenem de var. Söyleyeceğim:

Herkesin şevkini kıran ve neş'esini kaçıran ve ağrâzlar ve tarafdârlıklar hissini uyandıran ve sebeb-i tefrika olan ırkçılık, cem'iyât-ı akvâmiye teşkiline sebebiyet veren ve ismi meşrûtiyet ve mânâsı istibdâd olan ve İttihâd ve Terakkî ismini de lekedâr eden buradaki şûbe-i müstebidâneye muhâlefet ettim.

67
Jenerik

Herkesin bir fikri var. İşte sulh-u umumî, aff-ı umumî ve ref'-i imtiyaz lâzım. Tâ ki, biri, bir imtiyaz ile başkasına haşerât nazarıyla bakmakla nifâk çıkmasın.

Fahr olmasın, derim: Biz ki hakîki Müslümanız. Aldanırız, fakat aldatmayız. Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz. Zîra biliyoruz ki: اِنَّمَا الْحِيلَةُ فِى تَرْكِ الْحِيَلِ fakat, meşrû, hakîki meşrûtiyetin müsemmâsına ahd ü peymân ettiğimden, istibdâd ne şekilde olursa olsun, meşrûtiyet libâsı giysin ve ismini taksın; rast gelsem sille vuracağım!

Fikrimce meşrûtiyetin düşmanı; meşrûtiyeti gaddâr, çirkin ve hilâf-ı Şerîat göstermekle meşveretin de düşmanlarını çok edenlerdir. “Tebeddül-ü esmâ ile hakàik tebeddül etmez.”

En büyük hatâ, insan, kendini hatâsız zannetmek olduğundan, hatamı itiraf ederim ki; nâsın nasihatini kabûl etmeden nâsa nasihati kabûl ettirmek istedim. Nefsimi irşad etmeden başkasının irşadına çalıştığımdan emr-i bilma'rufu te'sirsiz etmekle tenzîl ettim.

Hem de tecrübe ile sâbittir ki; ceza bir kusurun neticesidir. Fakat bazen o kusur işlenmemiş başka kusurun sûretinde kendini gösterir. O adam masûm iken cezaya müstehak olur. Allah musîbet verir, hapse atar, adâlet eder. Fakat hâkim ona ceza verir, zulmeder.

Ey ulü'l-emir! Bir haysiyetim vardı; onunla İslâmiyet milliyetine hizmet edecektim, kırdınız. Kendi kendine olmuş istemediğim bir şöhret-i kâzibem vardı; onunla avâma nasihati te'sir ettiriyordum, maalmemnuniye mahvettiniz. Şimdi usandığım bir hayat-ı zaîfem var. Kahrolayım, eğer i'dâma esirgersem! Mert olmayayım, eğer ölmeye gülmekle gitmezsem! Sûreten mahkûmiyetim, vicdânen mahkûmiyetinizi intac edecektir! Bu hâl bana zarar değil, belki şândır!

Fakat millete zarar ettiniz. Zîra nasihatimdeki te'siri kırdınız. Sâniyen: Kendinize zarardır. Zîra, hasmınızın elinde bir hüccet-i kàtıa olurum. Beni mehenk taşına vurdunuz. Acaba fırka-i hàlisa dediğiniz adamlar böyle mehenge vurulsalar, kaç tanesi sağlam çıkacaktır?

Eğer meşrûtiyet bir fırkanın istibdâdından ibaret ise ve hilâf-ı Şerîat hareket ise; فَلْيَشْهَدِ الثَّقَلاَنِ اَنِّى مُرْتَجِعٌ (Hâşiye) [17] Zîra yalanlarla ittihâd yalandır. Ve ifsadât üzerine müesses olan ism-i meşrûtiyet fâsiddir. Müsemmâ-i meşrûtiyet; hak, sıdk, muhabbet ve imtiyazsızlık üzerine bekà bulacaktır.

..................

68
Jenerik

“Otuzbir Mart Hâdisesi” denilen o sâika ve müdhiş fırtına, esbâb-ı adîde tahtında öyle bir istibdâd-ı tabîiyi müheyyâ etmişti ki; neticesi herc ü merc olduğu hâlde, min-indillâh, ehl-i kıyâmın lisânına dâima mu'cizesini gösteren ism-i Şerîat geldi. O fırtınayı gayet hafif geçirdiğinden Nisanın nısfından sonraki gazeteleri indallâh mahkûm ediyor. Zîra, o hâdiseye sebebiyet veren yedi mes'ele ve onunla beraber yedi hâl nazar-ı mütâlaaya alınsa, hakikat tezâhür eder. Onlar da bunlardır:

1 – Yüzde doksanı İttihâd ve Terakkî’nin aleyhinde, hem onların tahakkümü ve istibdâdı aleyhinde bir hareket idi.

2 – Fırkaların meydân-ı münâkaşâtı olan vükelâyı tebdil idi.

3 – Sultan-ı mazlumu sukùt-u musammemden kurtarmaktı.

4 – Hissiyat-ı askeriyenin ve âdâb-ı dindarânelerinin muhâlif telki­nâtının önüne sed olmaktı.

5 – Pekçok büyütülen Hasan Fehmi Bey’in kàtilini meydâna çıkarmaktı.

6 – Kadro haricine çıkanları ve alay zâbitlerini mağdûr etmemekti.

7 – Hürriyeti, sefâhete şümûlünü men' ve âdâb-ı Şerîatla tahdid ve avâmın siyaset-i Şer'î bildikleri yalnız kısas ve kat'-ı yed haddini icra idi.

Fakat zemin bataklık ve dam(tuzak) ve plân serilmişti. Mukaddes olan itâat-i askeriye fedâ edildi. Üssü'l-esâs esbâb, fırkaların tarafdârâne ve garazkârâne münâkaşâtı ve gazetelerin belâğat yerine mübâlağat ve yalan ve ifrat-perverâne keşmekeşleri idi. Bu metâlib-i seb'ada; nasıl ki yedi renk çevrilse yalnız beyaz görünür. Bunda da yalnız ziyâ-yı Şerîat-ı beyzâ tecellî etti. Fesâdın önüne sed çekti.

Bütün kuvvetimle derim ki: Terakkîmiz, ancak milliyetimiz olan İslâmiyetin terakkîsiyle ve hakàik-ı Şerîatın tecellîsiyledir. Yoksa, “Yürüyüşünü terketti, başkasının da yürüyüşünü öğrenmedi” olan darb-ı mesele mâsadak olacağız.

Evet, hem şân ü şeref-i millet-i İslâmiye, hem sevâb-ı Âhiret, hem hamiyet-i milliye, hem hamiyet-i İslâmiye, hem hubb-u vatan, hem hubb-u din ile mütehassis olmalıyız...

Ey Paşalar, Zâbitler! Cinayetlerime ceza ve şimdi suâllerime de cevab isterim.

İslâmiyet ise, insaniyet-i kübrâ.. ve Şerîat ise, medeniyet-i fuzlâ (en faziletli medeniyet) olduğundan; Âlem-i İslâmiyet, medine-i fâzıla-i Eflâtuniye olmağa sezâdır.

69
Jenerik

Birinci suâl: (Hâşiye) [18] Gazetelerin aldatmalarıyla meşrû bilerek buradaki görenek ve âdâta binâen cereyan-ı umumiye kapılan sâfdillerin cezası nedir?

İkinci suâl: Bir insan yılan sûretine girse, yâhut bir velî haydut kıyafetine girse veyâhut meşrûtiyet, istibdâd şekline girse; ona taarruz edenlerin cezası nedir? Belki, hakikaten onlar yılandırlar, haydutturlar ve istibdâddırlar!

Üçüncü suâl: Acaba müstebid yalnız bir şahıs mı olur? Müteaddid şahıslar müstebid olmaz mı? Bence, kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdâd münkasım olmuş olur ve komitecilikle tam şiddetlenir.

Dördüncü suâl: Bir masûmu i'dâm etmek mi, yoksa on cânîyi affetmek mi daha zarardır?

Beşinci suâl: Maddî tazyîkler, ehl-i meslek ve fikre galebe etmediği gibi daha ziyâde nifâk ve tefrika vermez mi?

Altıncı suâl: Bir mâden-i hayat-ı ictimâiyemiz olan ittihâd-ı millet, ref'-i imtiyazdan başka ne ile olur?

Yedinci suâl: Müsâvâtı ihlâl ve yalnız bazılara tahsîs ve haklarında kanunu tamamıyla tatbik etmek; zâhiren adâlet iken, bir cihette acaba müsâvâtsızlıkla zulüm ve garaz olmaz mı? Hem de tebrie ve tahliye ile masûmiyetleri tebeyyün eden ekser-i mahpusînin, belki yüzde sekseni masûm iken; acaba ekseriyet nokta-i nazarında bu hâl hükümfermâ olsa, garaz ve fikr-i intikam olmaz mı? Dîvân-ı Harbe diyeceğim yok, ihbar edenler düşünsünler!

Sekizinci suâl: Bir fırka kendisine bir imtiyaz taksa, herkesin en hassas nokta-i asabiyesine dâima dokundura dokundura zorla herkesi meşrûtiyete muhâlif gibi gösterse ve herkes de onların kendilerine taktığı ism-i meşrûtiyet altında olan muannid istibdâda ilişmiş ise, acaba kabahat kimdedir?

Dokuzuncu suâl: Acaba bahçıvan bir bahçenin kapısını açsa, herkese ibaha etse, sonra da zâyiât vukû' bulsa, kabahat kimdedir?

Onuncu suâl: Fikir ve söz hürriyeti verilse, sonra da muâheze olunsa; acaba bîçâre milleti ateşe atmak için bir plân olmaz mı? Böyle olmasa idi, başka bahâneyle mevki-i tatbike konulacağı hayâle gelmez mi idi?

Onbirinci suâl: Herkes meşrûtiyete yemîn ediyor. Hâlbuki ya müsemmâ-yı meşrûtiyete kendi muhâlif veya muhâlefet edenlere karşı sükût etse, acaba keffâret-i yemîn vermek lâzım gelmez mi? Ve millet

70
Jenerik

yalancı olmaz mı? Ve masûm olan efkâr-ı umumiye; yalancı, bunak ve gayr-ı mümeyyiz addolunmaz mı?

Elhâsıl; Şedîd bir istibdâd ve tahakküm, cehâlet cihetiyle şimdi hükümfermâdır. Güyâ istibdâd ve hafiyelik tenâsüh etmiş. Ve maksad da Sultan Abdülhamid’den istirdad-ı hürriyet değilmiş. Belki hafif ve az istibdâdı, şiddetli ve kesretli yapmakmış!

Yarım suâl: Nâzik ve zaîf bir vücûd ki, sivrisineklerin ve arıların ısırmasına tahammül edemediği için, gayet telâş ve zahmetle onları def'e çalışırken biri çıksa, dese ki: “Maksadı, sivrisinekleri, arıları def'etmek değil.. belki büyük arslanı îkaz edip kendine musallat etmek ister.” Acaba böyle demekle hangi ahmağı kandıracaktır?

Suâlin diğer yarısı çıkmağa izin yoktur!

Ey Paşalar, Zâbitler! Bütün kuvvetimle derim ki:

Gazetelerde neşrettiğim umum makàlâtımdaki umum hakàikta nihâyet derecede musırrım. Şâyet zaman-ı mâzi cânibinden Asr-ı Saâdet mahkemesinden adâletnâme-i Şerîatla dâvet olunsam, neşrettiğim hakàikı aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa o zamanın ilcaâtının modasına göre bir libâs giydireceğim.

Şâyet müstakbel tarafından üçyüz sene sonraki tenkidât-ı ukalâ mahkemesinden tarih celbnâmesiyle celb olunsam, yine bu hakikatleri tevessü' ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim.

Demek, “Hakikat tahavvül etmez; hakikat haktır.” اَلْحَقُّ يَعْلُو وَلاَ يُعْلَى عَلَيْهِ

Millet uyanmış; muğâlata ve cerbeze ile iğfal olunsa da devam etmeyecektir. Hakikat telâkki olunan hayâlin ömrü kısadır. Feverân eden efkâr-ı umumiye ile o aldatmalar ve muğâlatalar dağılacak ve hakikat meydâna çıkacaktır inşâallâh.

Sizin işkenceli hapishânenizin hâli: Zaman müdhiş, mekân muvahhiş, mahpusîn mütevahhiş, gazeteler mürcif, efkâr müşevveş, kalbler hazîn, vicdânlar müteessir ve me'yûs; bidâyet-i hâlde memurlar şemâtetli, nöbetçiler müz'ic olmakla beraber; vicdânım beni tâzib etmediği için o hâl bana eğlence gibi idi. Musîbetlerin tenevvü'ü mûsikînin nağmelerinin tenevvü'ü gibi bana geliyordu.

Hem de, geçen sene tımarhânede tahsil ettiğim dersi, şimdi bu mektebde itmâm ettim. Musîbet zamanının uzunluğundan, uzun dersler gördüm. Dünyanın rûhâni lezzeti olan hüzn-ü masûmâne ve mazlumâneden, “zaîfe şefkat ve gadre şiddet-i nefret” dersini aldım.

71
Jenerik

Ümîdim kavîdir ki; çok masûmların kalblerinden harâret-i hüzünle tebahhur eden “ay! vay!” ve “ah!”lar, rahmetli bir bulut teşkil edecektir. Ve Âlem-i İslâmdaki yeni yeni İslâm Devletlerinin teşekkülleriyle o rahmetli bulut teşekküle başlamıştır.

Eğer medeniyet, böyle haysiyet kırıcı tecâvüzlere ve nifâk verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına muğâlatalara ve diyânette lâübâlîcesine hareketlere müsâid bir zemin ise herkes şâhid olsun ki; o saâdet-saray-ı medeniyet tesmiye olunan böyle mahall-i ağrâza bedel, Vilâyât-ı Şarkıyenin hürriyet-i mutlakanın meydânı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zîra bu mimsiz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbestî-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kalb, şarkî Anadolunun dağlarında tam mânâsıyla hükümfermâdır.

Bildiğime göre, edipler edebli olurlar. Edebsiz bazı gazeteleri, nâşir-i ağrâz görüyorum. Eğer edeb böyle ise ve efkâr-ı umumiye böyle karmakarışık olsa, şâhid olunuz ki böyle edebiyâttan vazgeçtim; bunda da dâhil değilim. Vatanımın yüksek dağlarında, yani Bâşit başındaki ecrâm ve elvâh-ı âlemi, gazetelere bedel mütâlaa edeceğim.

Muarradır fezâ-yı feyzimiz şeyn-i temennâdan,

Bize dâd-ı ezeldir, zîrden bâlâdan istiğnâ.

Çekildik neşve-i ümîdden, tûl-ü emellerden;

Öyle mecnûnuz ki, ettik vuslat-ı Leylâdan istiğnâ...

Tenbih: Medeniyetten istifâm, sizi düşündürecek. Evet böyle istibdâd ve sefâhete ve zilletle memzûc medeniyete bedeviyeti tercih ediyorum. Bu medeniyet, eşhâsı fakir ve sefîh ve ahlâksız eder. Fakat hakîki medeniyet, nev'-i insanın terakkî ve tekemmülüne ve mâhiyet-i nev'iyesinin kuvveden fiile çıkmasına hizmet ettiğinden, bu nokta-i nazardan medeniyeti istemek, insaniyeti istemektir.

Hem de mânâ-yı meşrûtiyete, iptilâ ve muhabbetimin sebebi şudur ki: Asya’nın ve Âlem-i İslâm’ın istikbâlde terakkîsinin birinci kapısı meşrûtiyet-i meşrûa ve şerîat dâiresindeki hürriyettir. Ve tâli' ve taht ve baht-ı İslâmın anahtarı da meşrûtiyetteki şûrâdır. Zîra; şimdiye kadar üçyüz yetmiş milyon İslâm ecânibin istibdâd-ı manevîsi altında eziliyordu. Şimdi Hâkimiyet-i İslâmiye, âlemde, bâhusus bundan sonra Asya’da hükümfermâ olduğu hâlde herbir ferd-i Müslüman hâkimiyetin bir cüz'-ü hakîkisine mâlik olur. Ve hürriyet üçyüz yetmiş milyon İslâmı esâretten halâs etmeğe bir çare-i yegânedir. Farz-ı muhâl olarak; burada yirmi milyon nüfûs, te'sis-i hürriyette çok zarar-dîde olsalar da fedâ olsunlar.

72
Jenerik

Yirmiyi verir, üçyüzü alırız. Yazık!.. Eyvâhlar olsun! Bizdeki unsurlar, ırklar, hava gibi muhtelittir. Su gibi memzûc olmamışlar. İnşâallâh elektrik-i hakàik-ı İslâmiyetle imtizaç ederek, ziyâ-yı maârif-i İslâmiye harâretiyle kuvvet tevlîd ederek bir mîzâc-ı mu'tedile-i adâlet vücûda gelecektir.

Yaşasın meşrûtiyetti meşrûa!.. Sağ olsun hakikat-i Şerîat terbiyesinden tam ders alan neyyir-i hürriyet!..

İstibdâdın Garîbü'z-zamanı

Meşrûtiyetin Bediüzzaman’ı

Şimdikinin de Bid'atü'z-zamanı

Said Nursî∗∗∗

Bundan sonra; İstanbul’da fazla kalmaz, Van’a gitmek üzere İstanbul’dan ayrılır, Batum yoluyla Van’a giderken Tiflis’e uğrar. Tiflis’te, Şeyh San'an Tepesine çıkar. Dikkatle etrafı temâşâ ederken yanına bir Rus polisi gelir ve sorar:

Bundan sonra; İstanbul’da fazla kalmaz, Van’a gitmek üzere İstanbul’dan ayrılır, Batum yoluyla Van’a giderken Tiflis’e uğrar. Tiflis’te, Şeyh San'an Tepesine çıkar. Dikkatle etrafı temâşâ ederken yanına bir Rus polisi gelir ve sorar:

Niye böyle dikkat ediyorsun?

Bediüzzaman der:

Medresemin plânını yapıyorum.

O der:

Nerelisin?

Bediüzzaman:

Bitlisliyim.

Rus polisi:

Bu Tiflis’tir!

Bediüzzaman:

Bitlis, Tiflis birbirinin kardeşidir.

Rus polisi:

Ne demek?

Bediüzzaman:

Asya’da, Âlem-i İslâmda üç nur birbiri arkasında inkişafa başlıyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet inkışa'a başlayacaktır. Şu perde-i müstebidâne yırtılacak, takallüs edecek, ben de gelip burada medresemi yapacağım.

73
Jenerik

Rus polisi:

Heyhât!.. Şaşarım senin ümîdine?

Bediüzzaman:

Ben de şaşarım senin aklına! Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir nehârı vardır.

Rus polisi:

İslâm, parça parça olmuş?

Bediüzzaman:

Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslâmın müstaîd bir veledidir, İngiliz mekteb-i i'dâdisinde çalışıyor. Mısır, İslâmın zekî bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâmın iki bahâdır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde ta'lim ediyorlar. İlâ âhir...

Yâhû, şu asîlzâde evlâd, şehâdetnâmelerini aldıktan sonra, herbiri bir kıt'a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyetin bayrağını âfâk-ı kemâlâtta temevvüc ettirmekle, kader-i ezelînin nazarında feleğin inâdına, nev'-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir.∗∗∗

Bediüzzaman’ın, Şarktaki Aşâirle Muhâvere ve Münâzaralarından Bir Kaç Misâl

Van’a muvâsalat ettikten sonra, aşâiri (aşîretleri) dolaşarak ictimâî, medenî, ilmî derslerle onları irşada çalışmıştır. Bu hususta, suâl-cevab hâlinde, “Münâzarât” isimli bir kitab neşretmiştir.

Bediüzzaman’ın bir taraftan ehl-i siyasetle, diğer taraftan halk tabakası ve aşîretlerle muhâveresi, şübhesiz ki gayet merak-âverdir. Bütün bunlarda; bu zâtın yegâne azîm ve gayesinin İslâmiyet nurunun ve Kur'ân hakikatlerinin dünyaya yayılması olduğu ve kendisinin de bir dellâl-ı Kur'ân vazifesini bütün hayatında îfâ ettiği görülmektedir.

BEDİÜZZAMAN’IN, ŞARKTAKİ AŞÂİRLE MUHÂVERE

VE MÜNÂZARALARINDAN BİR KAÇ MİSÂL

Suâl: Dine zarar olmasın, ne olursa olsun?

Elcevab: İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. Hem de, mağlûb bîçâre bir reise yâhut müdâhin memurlara veyâhut mantıksız bir kısım zâbitlere i'timâd edilirse ve dinin himâyesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir, yoksa efkâr-ı âmme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı

74
Jenerik

İslâmiyenin mâdeni olan ve herkesin kalbindeki şefkat-i îmâniye olan envâr-ı İlâhînin lemeâtının ictimâ'larından ve hamiyet-i İslâmiyenin şerârât-ı neyyirânesinin imtizacından hâsıl olan amûd-u nurânînin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir, siz muhâkeme ediniz.

Evet, şu amûd-u nurânî, dinin himâyetini, şehâmetinin başına, murâkabenin gözüne, hamiyetinin omuzuna alacaktır. Görüyorsunuz ki, lemeât-ı müteferrika, tele'lüe başlamış. Yavaş yavaş incizab ile imtizaç edecektir. Fenn-i hikmette takarrür etmiştir ki: Hiss-i dinî, lâsiyyemâ (bâhusus) din-i hakk-ı fıtrînin sözü; daha nâfiz, hükmü daha àlî, te'siri daha şedîddir.

Evet, evet... Eğer sivrisinek tantanasını kesse, bal arısı demdemesini bozsa; sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz. Zîra, kâinâtı nağamâtıyla raksa getiren ve hakàikın esrârını ihtizâza veren musîka-i İlâhiye hiç durmuyor. Mütemâdiyen güm güm eder.

Pâdişahlar pâdişahı olan Sultan-ı Ezelî, Kur'ân denilen musîka-i İlâhiyesiyle umum âlemi doldurarak kubbe-i âsumânda şiddetli ses getirmekle, sadef-i kehf-misâl olan ulemâ ve meşâyih ve hutebânın dimağ, kalb ve femlerine vurarak, aks-i sadâsı onların lisânlarından çıkıp seyr ü seyelân ederek, çeşit çeşit sadâlarla dünyayı güm güm ile ihtizâza getiren o sadânın tecessüm ve intibâ'iyle; umum Kütüb-ü İslâmiyeyi bir tanbur ve kanunun bir teli ve bir şeridi hükmüne getiren ve herbir tel, bir nev'iyle onu ilân eden o sadâ-yı semâvî ve rûhâniyi kalbin kulağıyla işitmeyen veya dinlemeyen; acaba o sadâya nisbeten sivrisinek gibi bir emîrin demdemelerini ve karasinekler gibi bir hükûmetin adamlarının vızvızlarını işitecek midir?...

Hürriyeti bize çok fenâ tefsir etmişler. Hattâ âdeta hürriyette insan her ne sefâhet ve rezâlet işlerse, başkasına zarar etmemek şartıyla bir şey denilmez, diye bize anlatmışlar. Acaba böyle midir?

Öyleler hürriyeti değil, belki sefâhet ve rezâletlerini ilân ediyorlar ve çocuk bahânesi gibi hezeyan ediyorlar. Zîra, nâzenîn hürriyet, âdâb-ı şerîatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lâzımdır. Yoksa, sefâhet ve rezâletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki hayvanlıktır, şeytanın istibdâdıdır. Nefs-i emmâreye esir olmaktır.

Hürriyet-i umumî efrâdın zerrât-ı hürriyâtının muhassalıdır. Hürriyetin şe'ni odur ki: Ne nefsine, ne gayrîye zararı dokunmasın...

Fakat ey göçerler! Sizde olan yarı hürriyettir. Diğer yarısı da başkasının hürriyetini bozmamaktır.

Hem de kût-u lâyemût ve vahşet ile âlûde olan hürriyet, sizin dağ komşularınız olan hayvanlarda da bulunuyor. Vâkıa, şu bîçâre vahşî

75
Jenerik

hayvanların bir lezzeti ve tesellîsi varsa, o da hürriyetleridir. Lâkin güneş gibi parlak, rûhun mâşukası ve cevher-i insaniyetin küfvü o hürriyettir ki: Saâdet Saray-ı Medeniyette oturmuş ve mârifet ve fazilet ve İslâmiyet terbiyesiyle ve hulleleriyle mütezeyyine olan hürriyettir...

Nasıl, hürriyet îmânın hàssasıdır?

C — Zîra, râbıta-i îmân ile Sultan-ı Kâinâta hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdâdı altına girmeye o adamın izzet ve şehâmet-i îmâniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna tecâvüz etmeği dahi, o adamın şefkat-i îmâniyesi bırakmaz.

Evet, bir pâdişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tezellül etmez. Bir bîçâreye tahakküme dahi o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek îmân ne kadar mükemmel olursa o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saâdet...

Bir büyük adama ve bir velîye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz.

C — Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe'ni tevâzu' ve mahviyettir. Tekebbür ve tahakküm değildir. Demek tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız.

Heyhât! Bize tesellî veren şu ulvî emeli, ye'se inkılâb ettiren ve etrafımızda hayatımızı zehirlendirmek ve devletimizi parça parça etmek için ağızlarını açmış olan o müdhiş yılanlara ne diyeceğiz?

Korkmayınız. Medeniyet, fazilet ve hürriyet; âlem-i insaniyette galebe çalmağa başladığından, bizzarûre terâzinin öteki yüzü şey'en-feşey'en hafifleşecektir. Farz-ı muhâl olarak –Allah etmesin– eğer bizi parça parça edip öldürseler; emin olunuz, biz yirmi olarak öleceğiz, üçyüz olarak dirileceğiz. Başımızdan rezâil ve ihtilâfâtın gubârını silkip, hakîki münevver ve müttehid olarak kervan-ı benî beşere pişdârlık edeceğiz. Biz, en şedîd, en kavî ve en bâkî hayatı intac eden öyle bir ölümden korkmayız. Biz ölsek de, İslâmiyet sağ kalır. O millet-i kudsiye sağ olsun.

Gayr-ı müslimlerle nasıl müsâvî olacağız?

Müsâvât ise, fazilet ve şerefte değildir; hukuktadır. Hukukta ise, şah ve gedâ birdir. Acaba bir şerîat, “karıncaya bilerek ayak basmayınız” dese, tâzibinden men' etse; nasıl Benî Âdem’in hukukunu ihmal eder? Kellâ... Biz imtisal etmedik. Evet, İmâm-ı Ali’nin (R.A.) âdi bir Yahudî ile muhâkemesi ve medâr-ı fahriniz olan

76
Jenerik

Salâhaddin-i Eyyûbî’nin miskin bir Hıristiyan ile murâfaası sizin şu yanlışınızı tashih eder zannederim. (Hâşiye-1) [19]

Zîra meşrûtiyet, hâkimiyet-i millettir; hükûmet, hizmetkârdır. Meşrûtiyet doğru olursa, kaymakam ve vâli, reis değiller; belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-ı müslim, reis olamaz, fakat hizmetkâr olur. Farzediniz; memuriyet bir nev'i riyâset ve bir ağalıktır; gayr-ı müslimlerden üçbin adamı ağalığımıza, riyâsetimize şerîk ettiğimiz vakitte, Millet-i İslâmiyeden aktâr-ı âlemde üçyüz bin adamın riyâsetine yol açılıyor. Biri zâyi' edip bini kazanan zarar etmez.

Otuzbir Mart Hâdisesi Hakkında Bir Cevabı

(OTUZBİR MART HÂDİSESİ HAKKINDA BİR CEVABI)

Ben Otuzbir Mart Hâdisesinde şuna yakın bir hâl gördüm. Zîra, İslâmiyetin meşrûtiyet-perver ve hamiyetli fedâileri cevher-i hayat makamında bildikleri ni'met-i meşrûtiyeti, şerîata tatbik edip ehl-i hükûmeti adâlet namazında kıbleye irşad ve nâm mukaddes şerîatı, meşrûtiyet kuvvetiyle i'lâ; ve meşrûtiyeti, şerîat kuvvetiyle ibkà; ve bütün seyyiât-ı sâbıkayı muhâlefet-i şerîat üzerine ilkà etmek için bazı telkinâtta ve teferruâtın tatbikatında bulundular. Sonra sağını solundan fark edemeyenler, hâşâ! Şerîatı, istibdâda müsâid zannederek tûtî kuşları taklidi gibi “Şerîat isteriz” demekle hakîki maksad ortada anlaşılmaz oldu. Zâten plânlar serilmişti. İşte o zaman yalan olarak hamiyet maskesini takınan bazı herifler, o ism-i mukaddese tecâvüz ettiler. İşte cây-i ibret bir nokta-i siyah!.. (Hâşiye-2) [20] .......

Hakikaten bence müslüman neslinden gelen bir adamın akıl ve fikri, İslâmiyet’ten tecerrüd etse bile, fıtratı ve vicdânı hiçbir vakit İslâmiyet’ten vazgeçemez. En ebleh ve en sefîh bile, sedd-i rasîn-i istinâdımız olan İslâmiyet’e bütün mevcûdiyetiyle tarafdârdır. Lâsiyyemâ, siyasetten haberdar olanlar...

Hem Zaman-ı Saâdetten şimdiye kadar hiçbir tarih bize bildirmiyor ki, bir Müslüman muhâkeme-i akliyesiyle başka bir dini, İslâmiyet’e tercih

77
Jenerik

etmiş olsun. Ve delil ile başka bir dine dâhil olmuş olsun. Dinden çıkanlar var, o başka mes'ele... Taklid ise ehemmiyetsizdir. Hâlbuki edyân-ı sâire müntesibleri mutlaka fevc fevc muhâkeme-i akliye ile ve bürhân-ı kat'î ile dâire-i İslâmiyet’e dâhil olmuşlar ve olmaktadırlar.

Eğer biz doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc dâhil olacaklardır.

Hem de tarih bize bildiriyor ki: Ehl-i İslâmın temeddünü, Hakikat-i İslâmiyete ittibâ'ları nisbetindedir. Başkalarının temeddünü ise, dinleriyle ma'kûsen mütenâsibdir. Hem de hakikat bize bildiriyor ki: Mütenebbih olan beşer, dinsiz olamaz. Lâsiyyemâ; uyanmış, insaniyeti tatmış, müstakbele ve ebede namzed olmuş adam dinsiz yaşayamaz. Zîra uyanmış bir beşer, kâinâtın tehâcümüne karşı istinâd edecek ve gayr-ı mahdûd âmâline (emellerine) neşv ü nemâ verecek ve istimdâdgâhı olacak noktayı yani din-i hak olan dâne-i hakikati elde etmezse yaşamaz. Bu sırdandır ki: Herkeste Din-i hakkı bulmak için bir meyl-i taharrî uyanmıştır. Demek istikbâlde nev'-i beşerin din-i fıtrîsi İslâmiyet olacağına berâatu'l-istihlâl vardır.

Ey insafsızlar! Umum âlemi yutacak, birleştirecek, besleyecek, ziyâ­landıracak bir isti'datta olan Hakikat-i İslâmiyeti, nasıl dar buldunuz ki, fukaraya ve müteassıb bir kısım hocalara tahsîs edip, İslâmiyet’in yarı ehlini dışarıya atmak istiyorsunuz.

Hem de, umum kemâlâtı câmi' ve bütün nev'-i beşerin hissiyat-ı àliyesini besleyecek mevâddı muhît olan o kasr-ı nurâni-yi İslâmiyeti, ne cür'etle mâtem tutmuş bir siyah çadır gibi bir kısım fukaraya ve bedevîlere ve mürtecilere hàs olduğunu tahayyül ediyorsunuz? Evet, herkes âyinesinin müşâhedâtına tâbidir. Demek sizin siyah ve yalancı âyineniz size öyle göstermiştir.

İfrat ediyorsun, hayâli hakikat görüyorsun. Bizi de techil ile tahkîr ediyorsun. Zaman âhirzamandır, gittikçe daha fenâlaşacak.

C — Neden dünya herkese terakkî dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî dünyası olsun?.. Öyle mi? İşte ben de sizinle konuşmayacağım, şu tarafa dönüyorum, müstakbeldeki insanlarla konuşacağım.

Ey üçyüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temâşâ eden Saidler, Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Tâhirler, Yûsuflar, Ahmedler vesâireler!.. Sizlere hitâb ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, “Sadakte” deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muâsırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mâzi

78
Jenerik

derelerinden sizin yüksek istikbâlinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler Cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen Nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır. Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki: Mâzi kıt'asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız; o bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin (Hâşiye-1) [21] mezar taşı denilen ve kemiklerimizi misâfir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin başına takınız. Kapıcıya tenbih edeceğiz; bizi çağırınız. Mezarımızdan هَنِيئًا لَكُمْ sadâsını işiteceksiniz.

Şu zamanın memesinden bizimle süt emen ve gözleri arkada mâziye bakan ve tasavvurâtları kendileri gibi hakikatsiz ve ayrılmış olan bu çocuklar, varsınlar şu kitabın (Hâşiye-2) [22] hakàikını hayâl tevehhüm etsinler. Zîra ben biliyorum ki: Şu kitabın mesâili hakikat olarak sizde tahakkuk edecektir.

Ey muhâtablarım! Ben çok bağırıyorum. Zîra Asr-ı Sâlis-i Aşrin (yani onüçüncü asrın), minâresinin başında durmuşum, sûreten medenî ve dinde lâkayd ve fikren mâzinin en derin derelerinde olanları câmiye dâvet ediyorum.

İşte ey iki hayatın rûhu hükmünde olan İslâmiyet’i bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz; tâ ki, Hakikat-i İslâmiyeyi hakkıyla kâinât üzerinde temevvüc-sâz edecek olan nesl-i cedîd gelsin!..

Eskiler bizden a'lâ veya bizim gibi; gelenler bizden daha fenâ gelecekler?..

Ey Türkler ve Kürdler! Acaba şimdi bir miting yapsam; sizin bin sene evvelki ecdâdınızı ve iki asır sonraki evlâdlarınızı şu gürültühâne olan asr-ı hâzır meclisine dâvet etsem... Acaba sağ tarafta saf tutan eski ecdâdınız demeyecekler mi:

“Hey mirasyedi yaramaz çocuklar! Netice-i hayatımız siz misiniz? Heyhât! Bizi akîm bir kıyâs ettiniz, bizi kısır bıraktınız!” Hem de sol safında duran ve şehristân-ı istikbâlden gelen evlâdlarınız, sağdaki ecdâdlarınızı tasdik ederek demeyecekler mi ki:

Ey tenbel pederler! Siz misiniz hayatımızın suğrâ ve kübrâsı?! Siz misiniz şu şânlı ecdâdımızla bizi rabteden râbıtamızın hadd-i evsatı?!

79
Jenerik

Heyhât!.. Ne kadar hakikatsiz ve karıştırıcı ve müşâğabeli bir kıyâs oldunuz!”

İşte ey bedevî göçerler ve ey inkılâb softaları (∗) [23] manzara-i hayâl (Hâşiye-1) [24] üstünde gördünüz ki, şu büyük mitingde iki taraf da sizi protesto ettiler.

Cevablardan Bir Kısım

(CEVABLARDAN BİR KISIM)

Öyle ise ben derim: Hakikaten sizin hàrikulâde şecâate isti'dâdınız vardır. Zîra; bir menfaat veya cüz'î bir haysiyet veya itibarî bir şeref için veya “Filân yiğittir” sözlerini işitmek gibi küçük emirlere hayatını istihfaf eden veya ağasının nâmusunu isti'zam için kendini fedâ eden kimseler, eğer uyansalar, hazinelere değer olan İslâmiyet milliyetine (Hâşiye-2) [25] yani üçyüz milyon İslâmın uhuvvetlerini ve manevî yardımlarını kazandıran İslâmiyet milliyetine, binler rûhu da olsa, acaba istihfaf-ı hayat etmezler mi?.. Elbette hayatını on paraya satan, on liraya binler şevkle satar.

Maatteessüf güzel şeylerimiz gayr-ı müslimler eline geçtiği gibi, güzel olan ahlâklarımızı da yine gayr-ı müslimler çalmışlar. Güyâ bizim bir kısım ictimâî ahlâk-ı àliyemiz yanımızda revâc bulmadığından, bize darılıp onlara gitmiş. Ve onların bir kısım rezâili, kendileri içinde çok revâc bulmadığından cehâletimizin pazarına getirilmiş!..

Hem, büyük bir taaccüb ile görmüyor musunuz ki: Terakkiyât-ı hâzıranın üssü'l-esâsı ve belki din-i hakkın muktezâsı olan “Ben ölürsem devletim, milletim ve ahbablarım sağdırlar” gibi kelime-i beyzâ ve haslet-i hamrâyı gayr-ı müslimler çalmışlar. Çünkü onların bir fedâisi der: “Ben ölürsem milletim sağ olsun, içinde bir hayat-ı maneviyem vardır.” Ve bütün sefâletin ve şahsiyâtın esâsı olan “Ben öldükten sonra dünya ne olursa olsun. İsterse tûfân olsun.” Veyâhut وَاِنْ مِتُّ عَطْشًا فَلاَ نَزَلَ الْقَطْرُ olan kelime-i hamkâ ve seciye-i avrâ, himmetimizin elini tutmuş rehberlik ediyor. İşte en iyi haslet ki, dinimizin muktezâsıdır. Biz; rûhumuzla, canımızla, vicdânımızla, fikrimizle ve bütün kuvvetimizle demeliyiz ki: “Biz ölsek, milletimiz olan İslâmiyet haydır, ilelebed bâkîdir. Milletim sağ olsun. Sevâb-ı uhrevî bana kâfîdir. Milletin hayatındaki hayat-ı maneviyem beni yaşattırır. Âlem-i ulvîde beni mütelezziz eder.” وَالْمَوْتُ يَوْمُ نَوْرُوزِنَا deyip, nurun ve hamiyetin nurlu rehberlerini kendimize rehber etmeliyiz.

80
Jenerik

Herşeyden evvel bize lâzım olan nedir?

Doğruluk.

Daha,

Yalan söylememek.

Sonra?

Sıdk, sadâkat, ihlâs, sebat, tesânüd.

Neden?

Küfrün mâhiyeti yalandır. Îmânın mâhiyeti sıdktır. Şu bürhân kâfî değil midir ki; hayatımızın bekàsı, îmânın ve sıdkın ve tesânüdün devamıyladır.∗∗∗

► (04) ◄

En evvel rüesâmız ıslah olunmalı?

Evet, reisleriniz malınızı ceplerine indirip hapsettikleri gibi, akıllarınızı da sizden almışlar veya dimağınızda hapsetmişler. Öyle ise şimdi onların yanındaki akıllarınızla konuşacağım:

Eyyühe'r-ruûs ve'r-rüesâ!.. Tekâsülî olan tevekkülden sakınınız. İşi birbirinize havâle etmeyiniz. Elinizdeki malımızla ve yanınızdaki aklımızla bize hizmet ediniz. Çünkü, şu mesâkini istihdam etmekle ücretinizi almışsınız.

فَعَلَيْكُمْ بِالتَّدَارُكِ لِمَا ضَيَّعْتُمْ فِى الصَّيْفِ

İşte şimdi hizmet vaktidir ...

Elhâsıl: İslâm uyandı ve uyanıyor (Hâşiye) [26] . Fenâlığı fenâ, iyiliği iyi olarak gördüler. Evet, şu dereler aşâirini tevbekâr eden işte bu sırdır. Hem de bütün İslâm yavaş yavaş bu isti'dâdı almakta ve kesbetmektedir. Lâkin, sizler bedevî olduğunuzdan ve fıtrat-ı asliyeniz, oldukça bozulmamış olduğundan; İslâmiyetin kudsî milliyetine daha yakınsınız.

∗∗∗

► (05) ◄

Seyahatimde beni tanımayanlar kıyafetime bakıp, beni tâcir zannettiklerinden derlerdi ki:

Tâcir misin?

Evet hem tâcirim, hem de kimyagerim.

81
Jenerik

Nasıl?

İki madde var, mezcettiriyorum: Birinden tiryâk-ı şâfi, birinden elektrik-i muzî tevellüd eder.

Bunlar nerede bulunur?

Medeniyet ve fazilet çarşısında; cebhesinde insan yazılı iki ayak üstünde gezen sandık içinde ki; üstünde kalb yazılan, ya siyah veya pırlanta gibi parlak olan bir kutudadır.

İsimleri nedir?

C — Îmân, muhabbet, sadâkat, hamiyet.

Ceride-i Seyyâre, Ebû lâ-şey, İbnü'z-Zaman,

Ehu'l-Acâib, İbn-ü Ammil-garâib

Said Nursî∗∗∗

Hutbe-i Şâmiyenin baş taraflarında diyor:

Sonra Van’dan Şam’a gider. Şam ulemâsının ilhâhı ve ısrarı üzerine, Câmiü'l-Emevî’de on bine yakın ve içerisinde yüz ehl-i ilim bulunan azîm bir cemâate karşı bir hutbe îrâd eder. Bu hutbe fevkalâde takdir ve tahsin ile kabûle mazhar olur. Bilâhare, buradaki hutbesi, “Hutbe-i Şâmiye” nâmıyla tab'edilmiştir.

Bu Hutbe-i Şâmiye; İslâm Âleminin içinde bulunduğu maddî-manevî hastalıkların nelerden ibaret bulunduğunu, felâket ve esârete hangi sebeblerden dolayı ma'rûz kaldıklarını bildiren; ve buna karşı çare-i halâs gösteren ve bundan sonra, İslâmiyetin zemin yüzünde maddî manevî en yüksek terakkîyi göstereceğini, İslâmî medeniyetin kemâl-i haşmetle meydâna geleceğini ve zemin yüzünü pisliklerden temizleyeceğini delâil-i akliye ile isbât eden, müjde veren çok kıymetdâr, bütün Müslümanlara, hattâ insanlığa şâmil bir derstir; bir hutbedir.

Hutbe-i Şâmiyenin baş taraflarında diyor:

Ben, bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı ictimâiye medresesinde ders aldım ve bildim ki; ecnebîler, Avrupalılar, terakkîde istikbâle uçmalarıyla beraber bizi maddî cihette Kurûn-u Vustâda durduran ve tevkìf eden; altı tane hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır:

1 – Ye'sin, (ümîdsizliğin) içimizde hayat bulup dirilmesi.

2 – Sıdkın hayat-ı ictimâiye-i siyâsiyede ölmesi.

82
Jenerik

3 – Adâvete muhabbet.

4 – Ehl-i îmânı birbirine bağlayan nurânî râbıtaları bilmemek.

5 – Çeşit çeşit sârî hastalıklar gibi intişar eden istibdâd.

6 – Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek.

Bu altı dehşetli hastalığın ilâcını da bir tıb fakültesi hükmünde, hayat-ı ictimâiyemize, eczâhâne-i Kur'âniyeden ders aldığım altı kelime ile beyân ediyorum. Muâlecenin esâsları, onları biliyorum.

Birici Kelime: "El-Emel

BİRİNCİ KELİME: “EL-EMEL” yani Rahmet-i İlâhiyeye kuvvetli ümîd beslemek.

Evet, ben kendi hesabıma aldığım derse binâen: Ey İslâm cemâati! Müjde veriyorum ki: Şimdiki Âlem-i İslâmın saâdet-i dünyeviyesi, bâhusus Osmanlıların saâdeti ve bilhassa İslâm’ın terakkîsi, onların intibâhıyla olan Arabın, saâdetinin fecr-i sâdıkının emâreleri inkişafa başlıyor ve saâdet güneşinin de çıkması yakınlaşmış. Ye'sin rağmına olarak ben dünyaya işittirecek (Hâşiye) [27] derecede kanâat-ı kat'iyyemle derim: İstikbâl yalnız ve yalnız İslâmiyet’in olacak. Ve hâkim, hakàik-ı Kur'âniye ve îmâniye olacak.

Bu da'vâma çok bürhânlardan ders almışım. Şimdi o bürhânlardan mukad­demâtlı bir buçuk bürhânı zikredeceğim. O bürhânın mukadde­mâtına başlıyoruz:

İslâmiyet hakàikı hem ma'nen, hem maddeten terakkî etmeğe kàbil ve mükemmel bir isti'dâdı var.

Birinci Cihet olan ma'nen terakkî ise: Biliniz! Hakîki vukûâtı kaydeden tarih, hakikate en doğru şâhiddir. İşte tarih bize gösteriyor. Hattâ, Rus’u mağlûb eden Japon Başkumandanının, İslâmiyetin hakkâniyetine şehâdeti de şudur ki:

“Hakikat-i İslâmiyenin kuvveti nisbetinde ve Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde Ehl-i İslâm temeddün edip terakkî ettiğini tarih gösteriyor. Ve Ehl-i İslâmın Hakikat-i İslâmiyede za'fiyeti derecesinde tevahhuş ettiklerini, vahşete ve tedennîye düştüklerini ve herc ü merc içinde belâlara, mağlûbiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor.” Sâir dinler ise bil'akistir...........

83
Jenerik

Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakàik-ı îmâniyenin kemâlâtını ef'âlimizle izhâr etsek, sâir dinlerin tâbileri elbette cemâatlerle İslâmiyete girecekler; belki küre-i arzın bazı kıt'aları ve devletleri de İslâmiyete dehàlet edecekler……………..

Ey bu Câmi-i Emevî’deki kardeşlerim gibi Âlem-i İslâm’ın câmi-i kebîrinde olan kardeşlerim! Siz de ibret alınız. Bu kırkbeş senedeki bu dehşetli hâdisâttan ibret alınız. Tam aklınızı başınıza alınız. Ey mütefekkir ve akıl sâhibi ve kendini münevver telâkki edenler!

Hâsıl-ı kelâm: Biz Kur'ân şâkirdleri olan Müslümanlar, bürhâna tâbi oluyoruz; akıl ve fikir ve kalbimizle hakàik-ı îmâniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efrâdları gibi ruhbanları taklid için bürhânı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fennin hükmettiği istikbâlde, elbette bürhân-ı aklîye istinâd eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur'ân hükmedecek.

Hem de İslâmiyet güneşinin tutulmasına, inkişafına ve beşeri tenvir etmesine mümânaat eden perdeler açılmaya başlamışlar. O mümânaat edenler çekilmeye başlıyorlar. Kırkbeş sene evvel o fecrin emâreleri göründü. Yetmişbirde fecr-i sâdık başladı veya başlayacak. Eğer bu fecr-i kâzib de olsa otuz-kırk sene sonra fecr-i sâdık çıkacak.

Evet, Hakikat-i İslâmiyetin mâzi kıt'asını tamamen istilâsına sekiz dehşetli mâniler mümânaat ettiler.

Birinci, ikinci, üçüncü mâniler: Ecnebîlerin cehli ve o zamanda vahşetleri ve dinlerine taassublarıdır.

Bu üç mâni, mârifet ve medeniyetin mehâsini ile kırıldı, dağılmağa başlıyor.

Dördüncü, beşinci mâniler: Papazların, rûhâni reislerin riyâsetleri ve tahakkümleri ve ecnebîlerin körü körüne onları taklid etmeleridir.

Bu iki mâni dahi fikr-i hürriyet ve meyl-i taharrî-i hakikat, nev'-i beşerde başlamasıyla zevâl bulmaya başlıyor.

Altıncı, yedinci mâniler: Bizdeki istibdâd ve şerîatın muhâlefetinden gelen sû-i ahlâkımız mümânaat ediyordular.

Bir şahıstaki münferid istibdâd kuvveti şimdi zevâl bulması, cemâat ve komitenin dehşetli istibdâdlarının otuz-kırk sene sonra zevâl bulmasına işâret etmekle ve hamiyet-i İslâmiyenin şiddetli feverânı ile ve sû-i ahlâkın çirkin neticeleri görünmesiyle bu iki mâni de zevâl buluyor ve bulmaya başlamış. İnşâallâh tam zevâl bulacak.

Sekizinci mâni: Fünûn-u cedîdenin bazı müsbet mesâili, hakàik-ı İslâmiyenin zâhirî mânâlarına muhâlif ve muârız tevehhüm edilmesiyle,

84
Jenerik

zaman-ı mâzideki istilâsına bir derece sed çekmiş. Meselâ: Küre-i Arzda emr-i İlâhî ile nezârete memur “Sevr” ve “Hût” nâmlarında iki rûhâni melâikeyi, dehşetli cismânî bir öküz, bir balık tevehhüm edip ehl-i fen ve felsefe hakikati bilmediklerinden İslâmiyete muârız çıkmışlar.

Bu misâl gibi yüz misâl var ki, hakikati bilindikten sonra en muannid feylesof da teslîm olmağa mecbur oluyor. (Hattâ Risale-i Nur, “Mu'cizât-ı Kur'âniye”de fennin iliştiği bütün âyetlerin herbirisinin altında Kur'ânın bir lem'a-i i'câzını gösterip, ehl-i fennin medâr-ı tenkid zannettikleri Kur'ân-ı Kerîmin cümle ve kelimelerinde fennin eli yetişmediği yüksek hakikatleri izhâr edip en muannid feylesofu da teslîme mecbur ediyor. Meydândadır, isteyen bakabilir ve baksın; bu mâni, kırkbeş sene evvel söylenen o sözden sonra nasıl kırıldığını görsün).

Evet, bazı muhakkìkîn-i İslâmiyenin bu yolda te'lifâtları var. Bu sekizinci dehşetli mânianın zîr ü zeber olacağına dair emâreler görünüyor.

Evet, şimdi olmasa da otuz-kırk sene sonra fen ve hakîki mârifet ve medeniyetin mehâsini, bu üç kuvveti tam techiz edip, cihâzâtını verip o sekiz mânileri mağlûb edip dağıtmak için; taharrî-i hakikat meyelânını ve insafı ve muhabbet-i insaniyeti, o sekiz düşman tâifesinin sekiz cebhesine göndermiş. Şimdi onları kaçırmaya başlamış. İnşâallâh yarım asır sonra onları darmadağın edecek. Evet meşhûrdur ki: “En kat'î fazilet odur ki, düşmanları dahi o faziletin tasdikine şehâdet etsin.”……………...

Bediüzzaman; misâl olarak, İslâmiyetin hakkâniyeti hakkında takdirkâr ifâdelerde bulunan “Prens Bismark” ile “Mister Karlayl”ın sözlerini naklettikten sonra diyor:

Bediüzzaman; misâl olarak, İslâmiyetin hakkâniyeti hakkında takdirkâr ifâdelerde bulunan “Prens Bismark” ile “Mister Karlayl”ın sözlerini naklettikten sonra diyor:

İşte Amerika ve Avrupa’nın zekâ tarlaları, Mister Karlayl ve Bismark gibi böyle dâhî muhakkìkleri mahsulât vermesine istinâden ben de bütün kanâatimle derim ki: Avrupa ve Amerika İslâmiyetle hâmiledir. Günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak. Nasıl ki Osmanlılar Avrupa ile hâmile olup bir Avrupa devleti doğurdu.

Ey Câmi-i Emevîdeki kardeşlerim ve yarım asır sonraki Âlem-i İslâm câmiindeki ihvânlarım! Acaba baştan buraya kadar olan mukaddimeler netice vermiyor mu ki; istikbâlin kıt'alarında hakîki ve manevî hâkim olacak ve beşeri, dünyevî ve uhrevî saâdete sevk edecek yalnız İslâmiyettir ve İslâmiyete inkılâb etmiş ve hurâfâttan, tahrifattan sıyrılacak İsevîlerin hakîki dinidir ki, Kur'âna tâbi olur, ittifak ederler.

İkinci Cihet: Yani maddeten İslâmiyetin terakkîsinin kuvvetli sebebleri gösteriyor ki, İslâmiyet maddeten dahi istikbâle hükmedecek.

85
Jenerik

“Birinci Cihet”, maneviyat cihetinde terakkiyâtı isbât ettiği gibi; bu “İkinci Cihet” dahi maddî terakkiyâtını ve istikbâldeki hâkimiyetini kuvvetli gösteriyor. Çünkü Âlem-i İslâm’ın şahs-ı manevîsinin kalbinde, gayet kuvvetli, kırılmaz beş kuvvet ictimâ' ve imtizaç edip yerleşmiş:

Birincisi: Bütün kemâlâtın üstadı ve üçyüz yetmiş milyon nefisleri bir tek nefis hükmüne getirebilen ve hakîki bir medeniyetle ve müsbet ve doğru fenlerle techiz edilmiş olan ve hiçbir kuvvet onu kıramayacak bir mâhiyette bulunan Hakikat-i İslâmiyettir.

İkinci Kuvvet: Medeniyetin ve san'atın hakîki üstadı ve vesilelerin ve mebâdîlerin tekemmülüyle cihâzlanmış olan şedîd bir ihtiyaç ve belimizi kıran tam bir fakr, öyle bir kuvvettir ki, susmaz ve kırılmaz.

Üçüncü Kuvvet: Yüksek şeylere müsâbaka sûretinde, beşere yüksek maksadları ders veren, o yolda çalıştıran ve istibdâdâtı parça parça eden ve ulvî hisleri heyecana getiren ve gıbta ve hased ve kıskançlık ve rekabetle ve tam uyanmakla ve müsâbaka şevkiyle ve teceddüd meyliyle ve temeddün meyelânıyla techiz edilen üçüncü kuvvet yalnız hürriyet-i şer'iyedir. Yani, insaniyete lâyık en yüksek kemâlâta olan meyil ve arzu ile cihâzlanmış olmak.

Dördüncü Kuvvet: Şefkatle cihâzlanmış Şehâmet-i Îmâniyedir. Yani tezellül etmemek; haksızlara, zâlimlere zillet göstermemek, mazlumları da zelîl etmemek. Yani hürriyet-i şer'iyenin esâsları olan müstebidlere dalkavukluk etmemek ve bîçârelere tahakküm ve tekebbür etmemektir.

Beşinci Kuvvet: İzzet-i İslâmiye’dir ki, İ'lâ-yı Kelimetullâhı ilân ediyor. Ve bu zamanda İ'lâ-yı Kelimetullâh, maddeten terakkîye mütevakkıf ve medeniyet-i hakîkiyeye girmekle İ'lâ-yı Kelimetullâh edilebilir. İzzet-i İslâmiyenin îmân ile kat'î verdiği emri, elbette âlem-i islâmın şahs-ı manevîsi, o kat'î emri istikbâlde tam yerine getireceğine şübhe edilmez.

Evet, nasıl ki eski zamanda İslâmiyet’in terakkîsi, düşmanın taassubunu parçalamak ve inâdını kırmak ve tecâvüzâtını def'etmek; silâh ile, kılınç ile olmuş. İstikbâlde, silâh, kılınç yerine hakîki medeniyet ve maddî terakkî ve hak ve hakkâniyetin manevî kılınçları düşmanları mağlûb edip dağıtacak.

Biliniz ki; bizim muradımız, medeniyetin mehâsini ve beşere menfaati bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiâtları değil ki; ahmaklar o seyyiâtları, o sefâhetleri mehâsin zannedip, taklid edip malımızı harâb ettiler. Ve dini rüşvet verip dünyayı da kazanamadılar. Medeniyetin günahları iyiliklerine galebe edip, seyyiâtı hasenâtına râcih gelmekle, beşer iki harb-i umumî ile iki dehşetli tokat yiyip o günahkâr

86
Jenerik

medeniyeti zîr ü zeber edip öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşâallâh istikbâldeki İslâmiyet’in kuvvetiyle, medeniyetin mehâsini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de te'min edecek.

Evet, Avrupa’nın medeniyeti fazilet ve hüdâ üstüne te'sis edilmediğinden; belki heves ve hevâ, rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden, şimdiye kadar medeniyetin seyyiâtı hasenâtına galebe edip ihtilâlci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmüne girdiği cihetle; Asya medeniyetinin galebesine kuvvetli bir medâr, bir delil hükmündedir ve az vakitte galebe edecektir.

Acaba istikbâle karşı ehl-i îmân ve İslâm için böyle maddî ve manevî terakkiyâta vesile ve kuvvetli, sarsılmaz esbâb varken ve demiryolu gibi istikbâl saâdetine yol açıldığı hâlde, nasıl me'yûs olup ye'se düşüyorsunuz ve Âlem-i İslâmın kuvve-i maneviyesini kırıyorsunuz? Ve ye's ve ümîdsizlikle zannediyorsunuz ki, “Dünya herkese ve ecnebîlere terakkî dünyasıdır; fakat, yalnız bîçâre Ehl-i İslâm için tedennî dünyası oldu!” diye pek yanlış bir hatâya düşüyorsunuz. Mâdem meylü'l-istikmâl (tekemmül meyli) kâinâtta fıtrat-ı beşeriyede fıtraten dercedilmiş; elbette beşerin zulüm ve hatâsıyla başına çabuk bir kıyâmet kopmazsa, istikbâlde hak ve hakikat, Âlem-i İslâmda nev'-i beşerin eski hatîâtına keffâret olacak bir saâdet-i dünyeviye de gösterecek İnşâallâh...

Evet bakınız, zaman hatt-ı müstakîm üzerine hareket etmiyor ki, mebde' ve müntehâsı birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın hareketi gibi bir dâire içinde dönüyor. Bazen terakkî içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazen tedennî içinde kış ve fırtına mevsimi gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev'-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşâallâh.

Hakikat-i İslâmiyenin güneşi ile, sulh-u umumî dâiresinde hakîki medeniyeti görmeyi, Rahmet-i İlâhiyeden bekleyebilirsiniz...

İkinci Kelime

İKİNCİ KELİME: Müddet-i hayatımda tecrübelerimle fikrimde tevellüd eden şudur:

Ye's en dehşetli bir hastalıktır ki, Âlem-i İslâm’ın kalbine girmiş.

İşte o ye'stir ki bizi öldürmüş gibi, garbda bir-iki milyonluk küçük bir devlet, şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke hükmüne getirmiş.

Hem o ye'stir ki, yüksek ahlâkımızı öldürmüş; menfaat-i umumiyeyi bırakıp menfaat-i şahsiyeye nazarımızı hasrettirmiş.

87
Jenerik

Hem o ye'stir ki, kuvve-i maneviyemizi kırmış. Az bir kuvvetle, îmândan gelen kuvve-i maneviye ile şarktan garba kadar istilâ ettiği hâlde; o kuvve-i maneviye-i hàrika, me'yûsiyetle kırıldığı için, zâlim ecnebîler dörtyüz seneden beri üçyüz milyon Müslümanı kendilerine esir etmiş.

Hattâ bu ye's ile başkasının lâkaydlığını ve fütûrunu kendi tenbelliğine özür zanneder “neme lâzım” der, “Herkes benim gibi berbattır” diye Şehâmet-i Îmâniyeyi terkedip Hizmet-i İslâmiyeyi yapmıyor.

Mâdem bu derece bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor; biz de o kàtilimizden kısasımızı alıp öldüreceğiz. ﴾ لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِ ﴿ kılıncı ile o ye'sin başını parçalayacağız. مَا لاَ يُدْرَكُ كُلُّهُ لاَ يُتْرَكُ كُلُّهُ Hadîsinin hakikati ile belini kıracağız, inşâallâh...

Ye's; ümmetlerin, milletlerin “seretan” denilen en dehşetli bir hastalığıdır. Ve kemâlâta mâni ve اَنَا عِنْدَ حُسْنِ ظَنِّ عَبْدِى بِى hakikatine muhâliftir. Korkak, aşağı âcizlerin şe'nidir, bahâneleridir. Şehâmet-i İslâmiyenin şe'ni değildir. Hususan Arab gibi nev'-i beşerde medâr-ı iftihar yüksek seciyelerle mümtâz bir kavmin şe'ni olamaz. Âlem-i İslâm milletleri Arab’ın metânetinden ders almışlar. İnşâallâh yine Arablar ye'si bırakıp İslâmiyet’in kahraman ordusu olan Türklerle hakîki bir tesânüd, ittifak ile el ele verip Kur'ânın bayrağını dünyanın her tarafında ilân edeceklerdir.

Üçüncü Kelime

ÜÇÜNCÜ KELİME: Bütün hayatımdaki tahkîkatımla ve hayat-ı ictimâiyenin çalkamasıyla hülâsa ve zübdesi bana kat'î bildirmiş ki:

Sıdk, İslâmiyet’in üssü'l-esâsıdır ve ulvî seciyelerinin râbıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mîzâcıdır.

Öyle ise, hayat-ı ictimâiyemizin esâsı olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihyâ edip onunla manevî hastalıklarımızı tedâvi etmeliyiz.

Evet sıdk ve doğruluk İslâmiyet’in hayat-ı ictimâiyesinde ukde-i hayatiyesidir.

Riyâkârlık, fiilî bir nev'i yalancılıktır.

Dalkavukluk, tasannu' alçakça bir yalancılıktır.

Nifâk ve münâfıklık muzır bir yalancılıktır.

Yalancılık ise, Sâni'-i Zülcelâl’in kudretine iftira etmektir.

Küfür, bütün envâ'ıyla kizbdir yalancılıktır.

Îmân sıdktır, doğruluktur.

Bu sırra binâen kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesâfe var; şark ve garb kadar birbirinden uzak olmak lâzım geliyor. Nar ve nur gibi birbirine

88
Jenerik

girmemek lâzım. Hâlbuki, gaddâr siyaset ve zâlim propaganda birbirine karıştırmış, beşerin kemâlâtını da karıştırmış (Hâşiye) [28] .

Ey bu Câmi-i Emevideki kardeşlerim ve kırk-elli sene sonra Âlem-i İslâm mescid-i kebîrindeki dörtyüz milyon ehl-i îmân olan ihvânımız! Necât yalnız sıdkla, doğrulukla olur. “Urvetü'l-Vüskà” sıdktır. Yani, en muhkem ve onunla bağlanacak zincir doğruluktur. Amma maslahat için kizb ise, zaman onu neshetmiştir...

Dördüncü Kelime

DÖRDÜNCÜ KELİME: Bütün hayatımda, hayat-ı ictimâiye-i beşeriyeden kat'î bildiğim ve tahkîkatların bana verdiği netice şudur ki:

Muhabbete en lâyık şey muhabbettir ve husûmete en lâyık sıfat husûmettir.

Yani; hayat-ı ictimâiye-i beşeriyeyi te'min eden ve saâdete sevkeden muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyâde sevilmeye ve muhabbete lâyıktır. Ve hayat-ı ictimâiye-i beşeriyeyi zîr ü zeber eden düşmanlık ve adâvet, herşeyden ziyâde nefrete ve adâvete ve ondan çekilmeğe müstehak ve çirkin ve muzır bir sıfattır ...............................................

89
Jenerik

Beşinci Kelime

BEŞİNCİ KELİME: Meşveret-i Şer'iyeden aldığım ders budur:

Şu zamanda bir adamın bir günahı, bir kalmıyor. Bazen büyür, sirâyet eder, yüz olur. Bir tek hasene bazen bir kalmıyor. Belki bazen binler dereceye terakkî ediyor. Bunun sırr-ı hikmeti şudur:

Hürriyet-i Şer'iye ile meşveret-i meşrûa, hakîki milliyetimizin hâkimiyetini gösterdi. Hakîki milliyetimizin esâsı, rûhu ise İslâmiyettir. Ve Hilâfet-i Osmaniye ve Türk Ordusunun o milliyete bayraktarlığı itibariyle, o İslâmiyet milliyetinin sadefi, kalesi hükmündedir, Arab-Türk hakîki iki kardeş, o kal'a-i kudsiyenin nöbetdarlarıdır.

İşte, bu kudsî milliyetin râbıtasıyla, umum Ehl-i İslâm bir tek aşîret hükmüne geçiyor. Aşîretin efrâdı gibi İslâm tâifeleri de, birbirine uhuvvet-i İslâmiye ile murtabıt, alâkadar olur. Birbirine ma'nen (lüzum olsa maddeten) yardım eder. Güyâ bütün İslâm tâifeleri bir silsile-i nurâniye ile birbirine bağlıdır.

Nasıl ki; bir aşîretin bir ferdi bir cinayet işlese, o aşîretin bütün efrâdı, o aşîretin düşmanı olan başka aşîretin nazarında müttehem olur. Güyâ herbir ferd o cinayeti işlemiş gibi, o düşman aşîret onlara düşman olur. O tek cinayet, binler cinayet hükmüne geçer. Eğer o aşîretin bir ferdi, o aşîretin mâhiyetine temâs eden medâr-ı iftihar bir iyilik yapsa, o aşîretin bütün efrâdı onunla iftihar eder. Güyâ herbir adam, aşîrette o iyiliği yapmış gibi iftihar eder.

İşte bu mezkûr hakikat içindir ki, bu zamanda, hususan kırk-elli sene sonra seyyie, fenâlık, işleyenin üstünde kalmaz. Belki milyonlar Nüfûs-u İslâmiyenin hukukuna tecâvüz olur. Kırk-elli sene sonra çok misâlleri görülecek.

Ey bu sözlerimi dinleyen bu Câmi-i Emevî’deki kardeşler ve kırk-elli sene sonra Âlem-i İslâm Câmiindeki İhvân-ı Müslimîn! “Biz zarar vermiyoruz, fakat menfaat vermeye iktidarımız yok, onun için mâzûruz.” diye, özür beyân etmeyiniz. Bu özrünüz makbûl değil. Tenbelliğiniz ve “neme lâzım” deyip çalışmamanız ve İttihâd-ı İslâm ile, milliyet-i hakîkiye-i İslâmiye ile gayrete gelmediğiniz, sizlere gayet büyük bir zarar ve bir haksızlıktır.

İşte seyyie böyle binlere çıktığı gibi, bu zamanda hasene, yani İslâmiyetin kudsiyetine temâs eden iyilik yalnız işleyene münhasır kalmaz. Belki bu hasene, milyonlar ehl-i îmâna ma'nen fâide verebilir. Hayat-ı maneviye ve maddiyesinin râbıtasına kuvvet verebilir. Onun için “neme lâzım” deyip kendini tenbellik döşeğine atmak zamanı değil!..

90
Jenerik

Ey bu câmideki kardeşlerim ve kırk-elli sene sonraki Âlem-i İslâm Mescid-i Kebîrindeki ihvânlarım! Zannetmeyiniz ki, ben, bu ders makamına size nasihat etmek için çıktım. Belki buraya çıktım, sizde olan hakkımızı da'vâ ediyorum. Yani, kürd gibi küçük tâifelerin menfaati ve saâdet-i dünyeviyeleri ve uhreviyeleri, sizin gibi büyük, muazzam tâife olan Arab ve Türk gibi hâkim üstadlarla bağlıdır. Sizin tenbelliğiniz ve fütûrunuzla biz bîçâre küçük kardeşleriniz olan İslâm tâifeleri zarar görüyoruz.

Hususan ey muazzam ve büyük ve tam intibâha gelmiş veya gelecek olan Arablar! En evvel bu sözlerle sizinle konuşuyorum. Çünkü, bizim ve bütün İslâm tâifelerinin üstadları, imâmları ve İslâmiyetin mücâhidleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk Milleti o kudsî vazifenize tam yardım ettiler.

Onun için tenbellikle günahınız büyüktür. Ve iyiliğiniz ve haseneniz de gayet büyük ve ulvîdir. Hususan kırk-elli sene sonra, Arab tâifeleri, Cemâhîr-i Müttefika-i Amerika gibi, en ulvî bir vaziyete girmeye; esârette kalan Hâkimiyet-i İslâmiyeyi eski zaman gibi küre-i arzın nısfında, belki ekserîsinde, te'sisine muvaffak olmanızı Rahmet-i İlâhiyeden kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyâmet çabuk kopmazsa inşâallâh nesl-i âtî görecek.

Sakın kardeşlerim! Tevehhüm, tahayyül etmeyiniz ki, ben bu sözlerimle siyasetle iştigâl için himmetinizi tahrîk ediyorum... Hâşâ! Hakikat-i İslâmiye bütün siyâsâtın fevkındedir. Bütün siyasetler ona hizmetkâr olabilir. Hiçbir siyasetin haddi değil ki, İslâmiyeti kendine âlet etsin.

Ben kusurlu fehmimle şu zamanda, hey'et-i ictimâiye-i İslâmiyeyi, çok çark ve dolapları bulunan bir fabrika sûretinde tasavvur ediyorum. O fabrikanın bir çarkı geri kalsa, yâhut bir arkadaşı olan başka çarka tecâvüz etse, makinenin mihânikiyeti bozulur. Onun için İttihâd-ı İslâmın tam zamanı gelmeye başlıyor. Birbirinizin şahsî kusurlarına bakmamak gerektir.

Bunu da teessüf ve teellüm ile size beyân ediyorum ki: Ecnebîlerin bir kısmı, nasıl kıymetdâr malımızı ve vatanlarımızı bizden aldılar. Onun bedeline çürük bir mal verdiler... Aynen öyle de, yüksek ahlâkımızı ve yüksek ahlâkımızdan çıkan ve hayat-ı ictimâiyeye temâs eden seciyelerimizin bir kısmını bizden aldılar, terakkîlerine medâr ettiler. Ve onun fiatı olarak bize verdikleri, sefîhâne ahlâk-ı seyyieleridir, sefîhâne seciyeleridir.

Meselâ, bizden aldıkları seciye-i milliye ile, bir adam onlarda der: “Eğer ben ölsem milletim sağ olsun. Çünkü milletimin içinde bir hayat-ı bâkiyem var”

İşte bu kelimeyi bizden almışlar ve terakkiyâtlarında en metîn esâs budur. Bizden hırsızlamışlar. Bu kelime ise din-i haktan ve îmân hakikatlerinden çıkar. O bizim, ehl-i îmânın malıdır.

91
Jenerik

Hâlbuki, ecnebîlerden içimize giren pis fenâ seciye itibariyle bir hodgâm adam bizde diyor: “Ben susuzluktan ölsem hiç yağmur bir daha dünyaya gelmesin. Eğer ben görmezsem bir saâdeti, dünya istediği gibi bozulsun.”

İşte bu ahmakàne kelime dinsizlikten çıkıyor. Âhireti bilmemekten geliyor. Hàriçten içimize girmiş, zehirliyor.

Hem o ecnebîlerin bizden aldıkları fikr-i milliyetle bir ferdi, bir millet gibi kıymet alıyor. Çünkü, bir adamın kıymeti himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.

Bazılarımızdaki dikkatsizlikten ve ecnebîlerin zararlı seciyelerini almamızdan, kuvvetli ve kudsî İslâmî milliyetimizle beraber herkes “nefsî, nefsî” demekle ve milletin menfaatini düşünmemekle ve menfaat-i şahsiyesini düşünmekle, bin adam, bir adam hükmüne sukùt eder.

مَنْ كَانَ هِمَّتُهُ نَفْسَهُ فَلَيْسَ مِنَ الْاِنْسَانِ لِاَنَّهُ مَدَنِىٌّ بِالطَّبْعِ

Yani: Kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan değil... Çünkü insanın fıtratı medenîdir. Ebnâ-yı cinsini mülâhazaya mecburdur. Hayat-ı ictimâiye ile hayat-ı şahsiyesi devam edebilir.

Meselâ, bir ekmeği yese, kaç ellere muhtaç ve ona mukâbil o elleri ma'nen öptüğünü ve giydiği libâsla kaç fabrikayla alâkadar olduğunu kıyâs ediniz. Hayvan gibi bir postla yaşamadığından ebnâ-yı cinsiyle fıtraten alâkadar olmasından ve onlara manevî bir fiat vermeye mecbur olduğundan fıtratıyla medeniyet-perverdir.

Menfaat-i şahsiyesine hasr-ı nazar eden, insanlıktan çıkar, masûm olmayan cânî bir hayvan olur. Bir şey elinden gelmese, hakîki özrü olsa, o müstesnâ!

Altıncı Kelime

ALTINCI KELİME: Müslümanların hayat-ı ictimâiye-i İslâmiyedeki saâdetlerinin anahtarı meşveret-i şer'iyedir. ﴾ وَاَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ ﴿ âyet-i kerîmesi, şûrâyı esâs olarak emrediyor.

Evet nasıl ki, nev'-i beşerdeki telâhuk-u efkâr ünvânı altında, asırlar ve zamanların tarih vâsıtasıyla birbiriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyâtı ve fünûnun esâsı olduğu gibi, en büyük kıt'a olan Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi o şûrâ-yı hakîkiyeyi yapmamasıdır.

Asya Kıt'asının ve istikbâlinin keşşâfı ve miftâhı şûrâdır. Yani, nasıl ferdler birbiriyle meşveret eder; tâifeler, kıt'alar dahi o şûrâyı yapmaları lâzımdır ki; üçyüz belki dörtyüz milyon İslâm’ın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdâdların kayıtlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak meşveret-i Şer'iye ile şehâmet ve şefkat-i îmâniyeden

92
Jenerik

tevellüd eden hürriyet-i Şer'iyedir ki, o hürriyet-i şer'iye; âdâb-ı Şer'iye ile süslenip garb medeniyet-i sefîhânesindeki seyyiâtı atmaktır.

Îmândan gelen hürriyet-i şer'iye iki esâsı emreder:

اَنْ لاَ يُذَلِّلَ وَلاَ يَتَذَلَّلَ مَنْ كَانَ عَبْدًا لِلّٰهِ لاَ يَكُونُ عَبْدًا لِلْعِبَادِ

﴿ وَ لاَ يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضًا اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّٰهِ  ﴾

نَعَمْ اَلْحُرِّيَّةُ الشَّرْعِيَّةُ عَطِيَّةُ الرَّحْمٰنِ

Yani: Îmân bunu iktiza ediyor ki; tahakküm ve istibdâd ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek ve zâlimlere tezellül etmemek... Allah’a hakîki abd olan, başkalara abd olamaz. Birbirinizi –Allah’tan başka– kendinize Rab yapmayınız. Yani, Allah’ı tanımayan, herşeye, herkese nisbetine göre bir rubûbiyet tevehhüm eder, başına musallat eder.

Evet, hürriyet-i Şer'iye; Cenâb-ı Hakk’ın Rahmân, Rahîm tecellîsiyle bir ihsânıdır ve îmânın bir hàssasıdır.

فَلْيَحْيَى الصِّدْقُ وَلاَ عَاشَ الْيَاْسُ فَلْتَدُمِ الْمَحَبَّةُ وَلْتَقْوَى الشُّورَى

الْمَلاَمُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهَوَى وَالسَّلاَمُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدَى

Yaşasın sıdk! Ölsün ye's! Muhabbet devam etsin! Şûrâ kuvvet bulsun! Bütün levm ve itâb ve nefret, hevâ hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet Hudâya tâbi olanların üstüne olsun. Âmîn...∗∗∗

Hamiyet-i diniye mi, yoksa hamiyet-i milliye mi daha kuvvetli, daha lâzım?

Şamda fazla kalmadı. Şarkî Anadolu’da Medresetü'z-Zehrâ nâmıyla vücûda getirmek istediği dâru'l-fünûnun küşâdı için çalışmak üzere İstanbul’a geldi. Sultan Reşâd’ın Rumeli’ye seyahati münâsebetiyle Vilâyât-ı Şarkıye nâmına refâkat etti. Yolda şimendiferde iki mekteb muallimi ile aralarında bir bahis açılır. Şimendiferde yaptıkları bu mübâhasenin hülâsası, “Hutbe-i Şâmiye” adlı eserin zeylinde yazılmıştır. Birkaç cümlesini aynen alıyoruz:

Hürriyetin başında Sultan Reşâd’ın Rumeli’ye seyahati münâsebetiyle Vilâyât-ı Şarkıye nâmına ben de refâkat ettim. Şimendiferimizde iki mektebli mütefennin arkadaşla bir mübâhase oldu. Benden suâl ettiler ki:

– “Hamiyet-i diniye mi, yoksa hamiyet-i milliye mi daha kuvvetli, daha lâzım?”

Dedim:

93
Jenerik

Biz Müslümanlar indimizde ve yanımızda din ve milliyet bizzat müttehiddir. İtibarî, zâhirî, ârızî bir ayrılık var. Belki din, milliyetin hayatı ve rûhudur. İkisine birbirinden ayrı ve farklı bakıldığı zaman; hamiyet-i diniye, avâm ve hàvâssa şâmil oluyor. Hamiyet-i milliye, yüzden birisine yani, menfaat-i şahsiyesini millete fedâ edene münhasır kalır. Öyle ise, hukuk-u umumiye içinde hamiyet-i diniye esâs olmalı. Hamiyet-i milliye, ona hàdim ve kuvvet ve kalesi olmalı.

Hususan, biz şarklılar, garblılar gibi değiliz. İçimizde kalblerde hâkim, hiss-i dinîdir. Kader-i Ezelî ekser Enbiyâyı şarkta göndermesi işâret ediyor ki, yalnız hiss-i dinî şarkı uyandırır, terakkîye sevkeder. Asr-ı Saâdet ve tâbiîn, bunun bir bürhân-ı kat'îsidir.

Ey bu hamiyet-i diniye ve milliyeden hangisine daha ziyâde ehemmiyet vermek lâzım geldiğini soran, bu şimendifer denilen medrese-i seyyârede ders arkadaşlarım! Ve şimdi, zamanın şimendiferinde istikbâl tarafına bizimle beraber giden bütün mektebliler! Size de derim ki:

“Hamiyet-i diniye ve İslâmiyet milliyeti, Türk ve Arab içinde tamamıyla mezcolmuş ve kàbil-i tefrik olamaz bir hâle gelmiş. Hamiyet-i İslâmiye, en kuvvetli ve metîn ve Arştan gelmiş bir zincir-i nurânîdir. Kırılmaz ve kopmaz bir urvetü'l-vüskàdır. Tahrib edilmez, mağlûb olmaz bir kudsî kaledir” dediğim vakit, o iki münevver mekteb muallimleri bana dediler:

– “Delilin nedir? Bu büyük da'vâya büyük bir hüccet ve gayet kuvvetli bir delil lâzım... Delil nedir?”

Birden şimendiferimiz tünelden çıktı. Biz de başımızı çıkardık, pencereden baktık. Altı yaşına girmemiş bir çocuğu şimendiferin tam geçeceği yolun yanında durmuş gördük. O iki muallim arkadaşlarıma dedim:

– İşte bu çocuk lisân-ı hâliyle suâlimize tam cevab veriyor. Benim bedelime o masûm çocuk bu seyyâr medresemizde üstadımız olsun. İşte lisân-ı hâli bu gelecek hakikati der:

Bakınız bu dâbbetü'l-arz, dehşetli hücum ve gürültüsü ve bağırmasıyla ve tünel deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada geçeceği yola bir metre yakınlıkta o çocuk duruyor. O dâbbetü'l-arz tehdidiyle ve hücumunun tahakkümü ile bağırarak tehdid ediyor. “Bana rast gelenlerin vay hâline!” dediği hâlde o masûm, yolunda duruyor. Mükemmel bir hürriyet ve hàrika bir cesâret ve kahramanlıkla, beş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Bu dâbbetü'l-arzın hücumunu istihfaf ediyor ve kahramancıklığıyla diyor:

“Ey şimendifer! Sen gök gürültüsü gibi bağırmanla beni korkutamazsın!”

94
Jenerik

Sebat ve metânetinin lisân-ı hâli güyâ der:

“Ey şimendifer! Sen bir nizâmın esirisin. Senin gem’in, dizginin, seni gezdirenin elindedir. Senin bana tecâvüz etmen haddin değil. Beni istibdâdın altına alamazsın. Haydi yoluna git, kumandanının izniyle yolundan geç!”

İşte ey bu şimendiferdeki arkadaşlarım ve elli sene sonra fenlere çalışan kardeşlerim! Bu masûm çocuğun yerinde, Rüstem-i İranî veya Herkül-ü Yunanî o acîb kahramanlıklarıyla beraber tayy-ı zaman ederek, o çocuğun yerinde bulunduğunu farzediniz... Onların zamanında şimendifer olmadığı için, elbette şimendiferin bir intizam ile hareket ettiğine bir i'tikàdları olmayacak. Birden bu tünel deliğinden, başında ateş, nefesi gök gürültüsü gibi, gözlerinde elektrik berkleri olduğu hâlde birden çıkan şimendiferin, dehşetli tehdid hücumuyla Rüstem ve Herkül tarafına koşmasına karşı, o iki kahraman ne kadar korkacaklar, ne kadar kaçacaklar!.. O hàrika cesâretleriyle bin metreden fazla kaçacaklar. Bakınız, nasıl bu dâbbetü'l-arzın tehdidine karşı hürriyetleri, cesâretleri mahvolur. Kaçmaktan başka çare bulamıyorlar.

Çünkü onlar, onun kumandanına ve intizamına i'tikàd etmedikleri için mutî' bir merkeb zannetmiyorlar. Belki gayet müdhiş, parçalayıcı vagon cesâmetinde yirmi arslanı arkasına takmış bir nev'i arslan tevehhüm ederler.

Ey kardeşlerim ve ey elli sene sonra bu sözleri işiten arkadaşlarım! İşte altı yaşına girmeyen bu çocuğa, o iki kahramandan ziyâde cesâret ve hürriyet ve çok mertebe onların fevkınde bir emniyet ve korkmamak hâletini veren; o masûmun kalbinde hakikatin bir çekirdeği olan şimendiferin intizamına ve dizgini bir kumandanın elinde bulunduğuna ve cereyanı bir intizam altında ve birisi onu kendi hesabıyla gezdirmesine olan i'tikàdı ve itmi'nânı ve îmânıdır.

Ve o iki kahramanı gayet korkutan ve vicdânlarını vehme esir eden, onların –onun kumandanını bilmemek ve intizamına inanmamak olan– câhilâne i'tikàdsızlıklarıdır.…………………………................

O iki temsîlde, o iki acîb kahramanın pek acîb korku ve telâşlarına ve elemlerine sebeb, onların adem-i i'tikàdları ve cehâletleri ve dalâletleri olduğu gibi, Risale-i Nurun yüzer hüccetlerle isbât ettiği bir hakikati ki, bu Risalenin mukaddimesinde bir-iki misâli söylenmiş. Mes'ele şudur ki:

Küfür ve dalâlet, bütün kâinâtı ehl-i dalâlete binler müdhiş düşman tâifeleri ve silsileleri gösteriyor. Kör kuvvet, serseri tesâdüf, sağır tabiat elleriyle, manzûme-i şemsiyeden tut, tâ kalbdeki verem mikroplarına kadar binler tâife düşmanlar, bîçâre beşere hücum ettiklerini ve insanın câmi' mâhiyeti ve küllî isti'dâdâtı ve hadsiz ihtiyacâtı ve nihâyetsiz arzularına

95
Jenerik

karşı mütemâdiyen korku, elem, dehşet ve telâş vermesiyle küfür ve dalâlât bir Cehennem zakkumu olduğunu ve bu dünyada da sâhibini bir Cehennem içine koyduğunu ve din ve îmândan haric binler fen ve terakkiyât-ı beşeriye, o Rüstem ve Herkül’ün kahramanlıkları gibi beş para fayda vermediğini gösterip; yalnız ibtal-i his nev'inden muvakkaten o elîm korkuları hissetmemek için sefâhet ve sarhoşlukla şırınga ediyor...

İşte îmân ve küfrün muvâzenesi, Âhirette Cennet ve Cehennem gibi meyveleri ve neticeleri verdiği gibi; dünyada da îmân bir manevî Cenneti te'min ve ölümü bir terhis tezkeresine çevirmesini ve küfür, dünyada dahi bir manevî Cehennem ve hakîki saâdet-i beşeriyeyi mahvetmesi ve ölümü bir i'dâm-ı ebedî mâhiyetine getirmesini, kat'î ve his ve şühûda istinâd eden Risale-i Nurun yüzer hüccetlerine havâle edip kısa kesiyoruz.

Bu temsîlin hakikatini görmek isterseniz başınızı kaldırınız, bu kâinâta bakınız! Ne kadar şimendifer misillû balon, otomobil, tayyare, berriye ve bahriye gemiler... Karada, denizde, havada Kudret-i Ezeliyenin nizâm ve hikmetle halkettiği yıldızların kürelerine ve kâinât ecrâmına ve hâdisâtın silsilelerine ve müteselsil vâkıâtlarına bakınız.

Hem âlem-i şehâdette ve cismânî kâinâtta bunların vücûdu gibi, âlem-i rûhâni ve maneviyatta Kudret-i Ezeliyenin daha acîb müteselsil nazîreleri var olduğunu aklı bulunan tasdik eder, gözü bulunan çoğunu görebilir.

İşte kâinât içinde maddî ve manevî bütün bu silsileler, îmânsız ehl-i dalâlete hücum ediyor, tehdid ediyor, korkutuyor, kuvve-i maneviyesini zîr ü zeber ediyor.

Ehl-i îmâna, değil tehdid ve korkutmak belki; sevinç, saâdet, ünsiyet ve ümîd ve kuvvet veriyor.

Çünkü ehl-i îmân, îmânla görüyor ki, o hadsiz silsileleri, maddî ve manevî şimendiferleri, seyyâr kâinâtları mükemmel intizam ve hikmet dâiresinde birer vazifeye sevkeden bir Sâni'-i Hakîm onları çalıştırıyor. Zerre mikdar vazifelerinde şaşırmıyorlar, birbirine tecâvüz edemiyorlar. Ve kâinâttaki kemâlât-ı san'ata ve tecelliyât-ı cemâliyeye mazhar olduklarını görüp kuvve-i maneviyeyi tamamıyla eline verip, saâdet-i ebediyenin bir nümûnesini îmân gösteriyor.

İşte ehl-i dalâletin îmânsızlıktan gelen dehşetli elemlerine ve korkularına karşı hiçbir şey, hiçbir fen, hiçbir terakkiyât-ı beşeriye, bir tesellî veremez, kuvve-i maneviyeyi te'min edemez. Cesâreti zîr ü zeber olur. Fakat muvakkat gaflet perde çeker, aldatır.

Ehl-i îmân, îmân cihetiyle değil korkmak ve kuvve-i maneviyesi kırılmak, belki o temsîldeki masûm çocuk gibi fevkalâde bir kuvve-i

96
Jenerik

maneviye ve bir metânetle ve îmândaki hakikatle onlara bakıyor. Bir Sâni'-i Hakîm’in hikmet dâiresinde tedbir ve idaresini müşâhede eder, evhâm ve korkulardan kurtulur. “Sâni'-i Hakîm’in emri ve izni olmadan bu seyyâr kâinâtlar hareket edemezler, ilişemezler” deyip anlar. Kemâl-i emniyetle hayat-ı dünyeviyesinde derecesine göre saâdete mazhar olur.

Kimin kalbinde îmândan ve Din-i Haktan gelen bu hakikat çekirdeği bulunmazsa ve nokta-i istinâdı olmazsa, bilbedâhe temsîldeki Rüstem ve Herkül’ün cesâretleri ve kahramanlıkları kırıldığı gibi, onun cesâreti ve kuvve-i maneviyesi müzmahil olur ve vicdânı tefessüh eder. Ve kâinâtın hâdisâtına esir olur, herşeye karşı korkak bir dilenci hükmüne düşer.

Îmânın bu sırr-ı hakikatini ve dalâletin de bu dehşetli şekàvet-i dünyeviyesini, Risale-i Nur yüzer kat'î hüccetlerle isbât ettiğine binâen, bu pek uzun hakikati kısa kesiyoruz.

Acaba en ziyâde kuvve-i maneviyeye ve tesellîye ve metânete ihtiyacını hissetmiş bu asırdaki beşer, bu zamanda o kuvve-i manevîyi ve tesellîyi ve saâdeti te'min eden ve İslâmiyet ve îmândaki nokta-i istinâd olan hakàik-ı îmâniyeyi bırakıp, garblılaşmak ünvânı ile İslâmiyet milliyetinden istifade yerine, bütün bütün kuvve-i maneviyeyi kırıp ve tesellîyi mahveden ve metânetini kıran dalâlet ve sefâhete ve yalancı politika ve siyasete dayanması; ne kadar maslahat-ı beşeriyeden ve menfaat-i insaniyeden uzak bir hareket olduğunu pek yakın bir zamanda intibâha gelmiş –başta İslâm olarak– beşer hissedecek ve dünyanın ömrü kalmışsa Kur'ânın hakàikına yapışacak.∗∗∗

► (06) ◄

O vakit Kosova’da, büyük bir İslâm Dâru'l-Fünûnu’nun te'sisine teşebbüs edilmişti. Orada hem İttihâdçılara, hem Sultan Reşâd’a der ki: “Şark, böyle bir dâru'l-fünûna daha ziyâde muhtaç ve Âlem-i İslâmın merkezi hükmündedir.” Bunun üzerine şarkta bir dâru'l-fünûn açılacağını va'dederler. Bilâhare Balkan Harbi çıkmasıyla, o medrese yeri yani Kosova istilâ edilir. Bunun üzerine müracaatla Kosova’daki dâru'l-fünûn için tahsîs edilen ondokuz bin altın liranın Şark Dâru'l-Fünûnu için verilmesini taleb eder, bu talebi kabûl edilir.

Bediüzzaman tekrar Van’a hareket eder. Van Gölü kenarındaki Artemit’te (Edremit) o dâru'l-fünûnun temeli atılır. Fakat ne çare ki Harb-i Umumînin zuhûruyla, teşebbüs geri kalır. Zâten o kış Molla Said, talebelerine; “Hazır olunuz, büyük bir musîbet ve felâket bize yaklaşıyor” diye haber vermişti.

97
Jenerik

Üstad Bediüzzaman Hazretleri Birinci Cihan Harbinin sonlarında

98
Jenerik

Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin temelini attığı Dâru'l-Fünûn’un yeri

Bediüzzaman Hazretlerinin Van’daki hayatına ait Çoravanis köyündeki Medresenin yanından Erek dağının görünüşü

99
Jenerik

Bediüzzaman Said Nursî’nin Gönüllü Alay Kumandanı Olarak Vatan Ve Millete Fedâkârâne Hizmetleri

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ’NİN GÖNÜLLÜ ALAY

KUMANDANI OLARAK VATAN VE MİLLETE

FEDÂKÂRÂNE HİZMETLERİ

Bediüzzaman, Kafkas Cebhesi’nde Enver Paşa ve fırka kumandanının hayranlıkla takdir ettikleri hizmet-i cihadiyeyi yaptıktan sonra, Rus kuvvetlerinin ilerlemesinden dolayı Van’a çekildi. Van’ın tahliyesi ve Rusların hücumu sırasında, bir kısım talebeleriyle Van Kalesinde şehîd oluncaya kadar müdafaaya kat'î karar verdikleri hâlde, geri çekilen Van Vâlisi Cevdet Bey’in ısrarıyla, Vastan Kasabası’na çekildi. Vâli, kaymakam, ahâli ve asker Bitlis tarafına çekilirken, bir alay Kazak süvarisi Vastan üzerine hücum etmişti. Molla Said, Van’dan kaçan ahâlinin mal ve çoluk-çocuklarının düşman eline geçmemesi için otuz-kırk kadar kaçamamış asker ve bir kısım talebeleriyle o Kazaklara karşı koymuş ve hepsinin kurtulmasını sağlamıştır. Hattâ, hücum eden Kazaklara dehşet vermek için, geceleyin onların üstündeki yüksek bir tepeye hücum tarzında çıkıyor; güyâ büyük bir imdâd kuvveti gelmiş zannettirerek, Kazakları oyalayıp ilerletmiyordu. Böylelikle, Vastan’ın Rus istilâsından kurtulmasına sebeb olmuştur.

O muhârebe zamanlarında sipere döndüğü vakit kıymetdâr talebesi Molla Habib ile “İşârâtü'l-İ'câz” nâmındaki tefsirini te'lif ediyordu. Bazen avcı hattında, bazen at üzerinde, bazen de sipere girdikleri zaman; kendisi söylüyor, Molla Habib de yazıyordu. “İşârâtü'l-İ'câz”ın büyük bir kısmı bu vaziyette te'lif edilmiştir. (Hâşiye) [29] Bu hàrika tefsirin başındaki “İfâde-i Merâm”ı tefsir hakkında bir derece ma'lûmât vermesi itibariyle aynen dercediyoruz.

100
Jenerik

İfâde-i Merâm

İfâde-i Merâm

Kur'ân-ı Azîmü'ş-Şân; bütün zamanlarda gelip geçen nev'-i beşerin tabakalarına, milletlerine ve ferdlerine hitâben, Arş-ı A'lâdan îrâd edilen İlâhî ve şümûllü bir nutuk ve umumî ve Rabbânî bir hitâbe olduğu gibi; bilinmesi, bir ferdin veya küçük bir cemâatin iktidarından haric olan, bilhassa bu zamanda, dünya maddiyâtına ait pek çok fenleri, ilimleri câmi'dir.

Bu itibarla; zamanca, mekânca, ihtisasça dâire-i ihâtası pek dar olan bir ferdin fehminden, karîhasından çıkan bir tefsir, bihakkın Kur'ân-ı Azîmü'ş-Şâna tefsir olamaz... Çünkü: Kur'ânın hitâbına muhâtab olan milletlerin, insanların ahvâl-i rûhiyelerine, maddiyâtına ve câmi' bulunduğu ince fenlere, ilimlere bir ferd, vâkıf ve sâhib-i ihtisas olamaz ki, ona göre bir tefsir yapabilsin. Maahazâ; bir ferdin mesleği, meşrebi taassubdan hàlî olamaz ki, hakàik-ı Kur'âniyeyi görsün, bîtarafâne beyân etsin. Maahazâ; ferdin fehminden çıkan bir da'vâ, kendisine hàs olup, başkası o da'vânın kabûlüne dâvet edilemez... Meğer ki bir nev'i icmâın tasdikine mazhar ola.

Binâenaleyh, Kur'ânın ince mânâlarının ve tefsirlerde dağınık bir sûrette bulunan mehâsininin ve zamanın tecrübesiyle fennin keşfi sâyesinde tecellî eden hakikatlerinin tesbitiyle, herbiri birkaç fende mütehassıs olmak üzere muhakkìkîn-i ulemâdan yüksek bir hey'etin tedkîkàtıyla, tahkîkatıyla bir tefsirin yapılması lâzımdır. Nitekim, kanunî hükümlerin tanzim ve ıttırâdı, bir ferdin fikrinden değil, yüksek bir hey'etin nazar-ı dikkat ve tedkîkàtından geçmesi lâzımdır ki, umumî bir

101
Jenerik

emniyeti ve cumhûr-u nâsın i'timâdını kazanmak üzere millete karşı bir kefâlet-i zımniye husûle gelsin ve icmâ-ı ümmet, hücceti elde edebilsin.

Evet, Kur'ân-ı Azîmü'ş-Şân’ın müfessiri, yüksek bir dehâ sâhibi ve nâfiz bir ictihâda mâlik ve bir velâyet-i kâmileyi hâiz bir zât olmalıdır. Bilhassa bu zamanda, bu şartlar, ancak yüksek ve azîm bir hey'etin tesânüdüyle, telâhuk-u efkârından ve rûhlarının tenâsübüyle birbirine yardım etmekten ve hürriyet-i fikirle taassubdan âzâde olmakla tam ihlâslarından doğan dâhî bir şahs-ı manevîde bulunur; ve o şahs-ı manevî, Kur'ânı tefsir edebilir.

Çünkü: “Cüz'de bulunmayan, külde bulunur.” kaidesine binâen, her ferdde bulunmayan bu gibi şartlar, hey'ette bulunur. Böyle bir hey'etin zuhûrunu çoktanberi bekliyorken, hiss-i kable'l-vukû' kabîlinden, memleketi yıkıp yakacak büyük bir zelzelenin arifesinde bulunduğumuz zihne geldi. (Hâşiye) [30]

“Bir şey tamamıyla elde edilemediği takdirde tamamıyla terketmek câiz değildir” kaidesine binâen, acz ve kusurumla beraber, Kur'ânın bazı hakikatleriyle, nazmındaki i'câzına dair bazı işâretleri tek başıma kaydetmeye başladım. Fakat, Birinci Harb-i Umumînin patlamasıyla; Erzurum’un, Pasinler’in dağlarına ve derelerine düştük. O kıyâmetlerde, o dağ ve tepelerde; fırsat buldukça, kalbime gelenleri, birbirine uymayan ibarelerle, o dehşetli ve muhtelif hâllerde yazıyordum. O zamanlarda, o gibi yerlerde, müracaat edilecek tefsirlerin, kitapların bulunması mümkün olmadığından, yazdıklarım, yalnız sünûhât-ı kalbiyemden ibaret kaldı. Şu sünûhâtım eğer tefsirlere muvâfık ise, nurun alâ nur; şâyet muhâlif cihetleri varsa, benim kusurlarıma atfedilebilir.

Evet, tashihe muhtaç yerleri vardır; fakat, hatt-ı harbde, büyük bir ihlâs ile şehîdler arasında yazılıp giydirilen o yırtık ibarelerin tebdiline (şehîdlerin kan ve elbiselerinin tebdili gibi) cevâz veremedim ve kalbim râzı olmadı. Şimdi de râzı değildir; çünkü, hakikat-i ihlâs ile baktım tashih yerini bulamadım. Demek, sünûhât-ı Kur'âniye olduğundan i'câz-ı Kur'âniye onu yanlışlardan himâye etmiş.

Maahazâ, kaleme aldığım şu “İşârâtü'l-İ'câz” adlı eserimi, hakîki bir tefsir niyetiyle yapmadım; ancak Ulemâ-yı İslâmdaki ehl-i tahkîkin takdirlerine mazhar olduğu takdirde, uzak bir istikbâlde yapılacak yüksek bir tefsire bir örnek ve bir me'haz olmak üzere o zamanların insanlarına bir yâdigâr maksadıyla yaptım.∗∗∗

102
Jenerik

► (07) ◄

O muhârebede; yirmi talebe kadar kıymetdâr ve “İşârâtü'l-İ'câz” tefsirinin kâtibi olan Molla Habib, İran Cebhesi’nde kumandan Halîl Paşa ile mühim bir muhâbere vazifesini te'min ettikten sonra Vastan’da şehîd düşer.

O muhârebeler esnâsında, Ermeni fedâileri bazı yerlerde çoluk-çocuğu kesiyorlardı. Buna karşı Ermenilerin çocukları da bazen öldürülüyordu. Bediüzzaman’ın bulunduğu nahiyeye binlerle Ermeni çocuğu toplanmıştı. Molla Said askerlere: “Bunlara ilişmeyiniz!” diye emretti. Daha sonra bu Ermeni çoluk-çocuğunu serbest bıraktı; onlar da Rusların içerisindeki ailelerinin yanına döndüler. Bu hareket Ermeniler için büyük bir ibret dersi olup, Müslümanların ahlâkına hayran kalmışlardı. Bu hâdise üzerine, Ruslar bizi istilâ ettiklerinde, fedâi komitelerin reisleri müslüman çoluk-çocuğunu kesmek âdetini bırakıp, “Mâdem Molla Said bizim çoluk-çocuklarımızı kesmedi, bize teslîm etti; biz de bundan sonra Müslümanların çocuklarını kesmeyeceğiz” diye ahdettiler. Molla Said, bu sûretle o havâlideki binlerle masûmların felâketten kurtulmasını te'min etmiş oldu.

Bir müddet sonra Ruslar, Van ve Muş tarafını istilâ edip, üç fırka ile Bitlis’e hücum ettiği sırada, Bitlis Vâlisi Memdûh Bey ile Kel Ali, Bediüzzaman’a:

Elimizde bir tabur asker ve iki bin kadar gönüllünüz var; biz geri çekilmeye mecburuz, dediler.

Bediüzzaman onlara:

Etraftan kaçıp gelen ahâlinin ve hem de Bitlis halkının malları, çoluk ve çocukları düşman eline düşecek; biz mahvoluncaya kadar dört-beş gün mukâvemete mecburuz, demesi üzerine onlar:

Muş’un sukùt etmesi dolayısıyla otuz topumuzu askerler bu tarafa kaçırmaya çalışıyorlar. Eğer sen, o otuz topu gönüllülerinle ele geçirebilirsen, birkaç gün o toplarla mukàbele ederiz ve ahâli de kurtulur, dediler.

Bediüzzaman:

Öyle ise, ben ya ölürüm veya o topları getiririm, diyerek üç yüz gönüllünün başına geçti. Geceleyin, Nurşin tarafına, topların getirildiği cihete gitti. Topları takib eden bir alay Rus Kazağına, kendi muhbirleri: “Bitlis’i müdafaa eden gönüllü kumandanı üç bin adamla ve dağdaki meşhûr Mûsa Bey bin kişi ile topları kurtarmaya geliyorlar” diyerek pek ziyâde mübâlağa ile ihbar etmeleri üzerine, Kazak Kumandanı korkmuş, ilerleyememişti. Bediüzzaman da, beraberindeki üç yüz gönüllüyü rastgeldikleri toplara birer ikişer taksim edip Bitlis’e gönderir; kendisi ise

103
Jenerik

ilerleyerek topları birer birer kurtarıp, en son topu da üç arkadaşıyla birlikte ele geçirir. Bu şekilde, otuz topun Bitlis’e gelmesini te'min eder. O toplarla üç-dört gün asker ve gönüllüler düşmana mukàbele edip, bütün ahâli ve cihâzât ve mallar kurtulur.

Bediüzzaman, o harbde gönüllülere cesâret vermek için sipere girmeyerek avcı hattında dolaşırdı. Avcı hattında en ileride atını sağa sola koştururken, birden hâtırına gelir ve rûhuna ilişir ki: “Şu ânda şehîd olsam; bu vaziyetim, yani en ilerde göze çarpan şu hâlim, sakın mertebe-i şehâdetin bir esâsı olan ihlâsıma zarar vermesin, bir hodfürûşluk mânâsı olmasın” diyerek, birden atını döndürür ve arkadaşlarının yanına gelir. (Hâşiye) [31]

Avcı hattında dolaşırken, vücûduna dört gülle isabet etmiş, fakat geri çekilmemiş ve gönüllülerin cesâreti kırılmaması için sipere dahi girmemiştir. Hattâ bunu işiten Vâli Memdûh Bey ve kumandan Kel Ali: “Aman geri çekilsin!” diye haber gönderdikleri zaman, demiş:

Bu kâfirlerin güllesi beni öldürmeyecek!..

Hakikaten üç gülle, ölecek yerine isabet ettiği hâlde; biri hançerini, diğeri tütün tabakasını delip geçmiş ve kendisine bir zarar vermemiştir.

Geceleyin vâli ve kumandan Kel Ali ve ahâli kurtulduktan, gönüllüler ve askerler çekildikten sonra; bir kısım fedâkâr talebeleriyle Bitlis’te bâkiye kalan bir kısım bîçâreler için kendilerini fedâ etmek fikriyle kaçmazlar. Sabahleyin düşmanın bir taburu ile müsâdeme ederler, arkadaşlarının çoğu şehîd olur. Hattâ yeğeni ve fedâkâr bir talebesi olan Ubeyd dahi kendi bedeline şehîd düştükten sonra düşmanın üç sıra askerini yararak geçip, hayatta kalan üç talebesiyle pek acîb bir sûrette su

104
Jenerik

üzerinde bulunan bir sütreye girer. Hem yaralı, hem ayağı kırık bir hâlde; otuzüç saat su ve çamur içinde kalır. Tüfek ellerinde, o vaziyet-i müdhişe içinde, üst kattaki odada düşman askeri ve zâbitleri bulunduğu hâlde, kemâl-i istirahat-i kalble ve ahâlinin kurtulmasının sevinciyle sürûr içinde, beraberindeki arkadaşlarına tesellî vererek der:

Karşımıza ne vakit çoklukla düşman askerleri gelirse, o vakit silâhlarımızı kullanacağız, kendimizi ucuza satmayacağız, bir-iki düşmana kurşun atmayacağız...

Latîf bir inâyet-i İlâhiyedir ki; otuzüç saat, onlar Rus askerlerini gördükleri ve Ruslar da onları aradıkları hâlde bulamadılar. Bu esnâda Bediüzzaman, talebeleri olan gönüllü fedâilere hitâben:

Arkadaşlar! Durmayınız... Sizlere hakkımı helâl ettim, beni bırakınız, siz kendinizi kurtarmaya çalışınız, demesi üzerine, fedâkâr ve kahraman talebeler:

Sizi bu hâlde bırakıp gidemeyiz; şehîd olursak yine hizmetinizde olsun, deyip kalırlar. Sonra Ruslar esir edip Van, Celfa, Tiflis, Kiloğrif, Kosturma’ya sevkederler.

Ermeni fedâileri meşhûrdur; hattâ öyle rivâyet ederler ki: “Fedâilerin yüzleri, kızarmış kömür üstüne tutulup gözleri patlama derecesine gelse dahi, yine sır vermezler.” İşte Ruslar o zaman diyorlardı ki: “Bediüzzaman’ın gönüllüleri, Ermeni fedâilerinin fevkındedir! Bunun içindir ki, bizim Kazaklarımızı imhada fazla muvaffak olmuşlardır.”

Bediüzzaman’ı üserâ kampına götürürler. Burada şu şekilde şâyân-ı takdir bir hâdise cereyan eder. Şöyle ki:

Bediüzzaman’ı üserâ kampına götürürler. Burada şu şekilde şâyân-ı takdir bir hâdise cereyan eder. Şöyle ki:

Bir gün Rus Başkumandanı esirleri teftişe gelir. Teftiş esnâsında, Bediüzzaman kumandana selâm vermez ve yerinden kalkmaz. Kumandan kızar, belki tanımamıştır diyerek tekrar önünden geçtiği zaman yine yerinden kalkmayınca, kumandan tercümân vâsıtasıyla der:

— Beni herhalde tanımadılar?

Bediüzzaman:

— Tanıyorum, Nikola Nikolaviç’tir.

Kumandan:

— Şu hâlde Rus ordusuna, dolayısıyla Rus Çarına hakaret ediyorlar!

Bediüzzaman:

— Hakaret etmedim. Ben bir müslüman âlimiyim. Îmânlı bir kimse, Cenâb-ı Hakk’ı tanımayan bir adamdan üstündür. Binâenaleyh, ben sana kıyâm etmem, der.

105
Jenerik

Bunun üzerine Bediüzzaman dîvân-ı harbe verilir. Birkaç zâbit arkadaşı, hemen özür dileyerek vahîm neticenin önlenmesine çalışmasını istirham ederler.

Fakat Bediüzzaman:

— Bunların i'dâm kararı, benim ebedî âleme seyahat etmem için bir pasaport hükmündedir, deyip kemâl-i izzet ve şecâatle hiç ehemmiyet vermez.

Nihâyet i'dâmına karar verilir. Hüküm infaz edileceği vakit, namaz kılmak için müsâade ister; vazife-i diniyesini îfâdan sonra, atılacak kurşunlara göğsünü gereceğini beyân eder. Tam bu esnâda, namazını edâ ederken, Rus kumandanı gelerek, Bediüzzaman’dan özür dileyip:

— O hareketinizin, mukaddesâtınıza olan bağlılıktan ileri geldiğine kanâat getirdim, ricâ ederim, beni affediniz, diyerek verilen i'dâm hükmünü geri aldırır.∗∗∗

► (08) ◄

Bediüzzaman, iki buçuk sene kadar Sibirya taraflarında esârette kalır. Bütün hayatını, fîsebîlillâh Kur'âna, İslâmiyete, Sünnet-i Seniyenin ihyâsına hasr ve vakfeden bu fedâkâr-ı İslâm buralarda da kat'iyyen boş durmaz. İçerisinde bulunduğu muhîti tenvir ve irşad için çalışır. Bu müddet içinde kendisiyle beraber esârette bulunan zâbitlere dersler veriyordu. Bir gün, doksan zâbit arkadaşına ders verdiği sırada, bir Rus kumandanı gelir; “Siyâsî ders veriyor” diye dersine mâni olursa da, fa'âliyetinin, dinî, ilmî, ictimâî olduğunu öğrenince serbest bıraktırır.

Nihâyet esâretten firar ile kurtulup; Petersburg ve Varşova’ya gelmeye muvaffak olur. Bilâhare, Viyana tarîkiyle Rûmî 1334 senesinde İstanbul’a teşrîf eder.

Harb-i Umumîde gönüllü alay kumandanı olan Bediüzzaman Said Nursî, bu esâret hayatını bir eserinde (Hâşiye) [32] şöyle anlatıyor:

106
Jenerik
:---:
İsmi:
Rütbesi:
Kıt'ası:
Tâbiiyeti:
Seyahat mebde'i:
Gideceği mahal:
Sebebi seyahat:

Bediüzzaman’ın, Rusya esâretinden firar edip Almanya yolu ile Sofya’ya geldiği zaman, Sofya Ateşemiliterliği tarafından verilen pasaportudur

107
Jenerik

Bediüzzaman’ın Rus esâretinden dönüşte aldığı “Vatana Avdet” belgesinin arka yüzü

108
Jenerik

Yirmialtincı Lem'anın Dokuzuncu Ricâsından Bir Kısım

YİRMİALTINCI LEM'ANIN DOKUZUNCU

RİCÂSINDAN BİR KISIM

“Harb-i Umumî’de, esâretle Rusya’nın şark-ı şimâlîsinde, çok uzak olan Kosturma Vilâyetinde bulunuyordum. Orada Tatarların küçük bir câmii, meşhûr Volga Nehri’nin kenarında bulunuyordu. Oradaki arkadaşlarım olan esir zâbitler içinde sıkılıyordum. Yalnızlık istedim. Dışarıda izinsiz gezemiyordum. Tatar mahallesi, kefâletle beni Volga Nehrinin kenarındaki küçük câmiye aldılar. Ben yalnız olarak câmide yatıyordum. Bahara yakın, o şimâl kıt'asının pek çok uzun gecelerinde çok uyanık kalıyordum. O karanlık gecelerde ve karanlıklı gurbette Volga Nehri’nin hazîn şırıltıları ve yağmurun rikkatli şıpıltıları ve rüzgârın firkatli esmesi, beni derin gaflet uykusundan muvakkaten uyandırdı. Gerçi daha kendimi ihtiyar bilmiyordum; fakat Harb-i Umumîyi gören ihtiyardır. Güyâ ﴾ يَوْمًا يَجْعَلُ الْوِلْدَانَ شِيبًا  ﴿ sırrına mazhar olarak öyle günlerdir ki; çocukları ihtiyarlandırdığı cihetle, kırk yaşında iken, kendimi seksen yaşında bir vaziyette buldum. O karanlıklı uzun gece ve hazîn gurbet, hazîn vaziyet içinde hayattan bir me'yûsiyet geldi. Aczime, yalnızlığıma baktım; ümîdim kesildi. O hâlette iken Kur'ân-ı Hakîmden imdâd geldi. Dilim ﴾ حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ  ﴿ dedi; kalbim de ağlayarak dedi:

Garîbem, bîkesem, zaîfem, nâtuvânem, el-amân gûyem, afv cûyem, meded hâhem zidergâhet İlâhî!

Rûhum dahi vatanımdaki eski dostları düşünüp o gurbette vefâtımı tahayyül ederek Niyâzi-i Mısrî gibi dedim:

Dünya gamından geçip,

Yokluğa kanat açıp,

Şevk ile her dem uçup,

Çağırırım: Dost! Dost!

diye, dostları arıyordu. Her ne ise; o hüzünlü, rikkatli, firkatli uzun gurbet gecesinde, Dergâh-ı İlâhîde za'f ve aczim o kadar büyük bir şefâatçi ve vesile oldu ki; şimdi de hayretteyim. Çünkü birkaç gün sonra, gayet hilâf-ı me'mûl bir sûrette, yayan gidilse bir senelik mesâfede, tek başımla, Rusça bilmediğim hâlde firar ettim. Za'f ve aczime binâen gelen

109
Jenerik

inâyet-i İlâhiye ile, hàrika bir sûrette kurtuldum. Tâ Varşova ve Avusturya’ya uğrayarak İstanbul’a kadar geldim ki; bu sûrette kolaylıkla kurtulmak pek hàrika olmuştu. Rusça bilen en cesur ve en kurnaz adamların muvaffak olamadıkları, çok teshîlât ve çok kolaylıkla, o uzun firarî seyahati bitirdim.

Fakat, o Volga Nehri kenarındaki câmideki mezkûr gecenin vaziyeti bana bu kararı verdirmiş ki: “Bâkiye-i ömrümü mağaralarda geçireceğim! Bu insanların hayat-ı ictimâiyesine karışmak artık yeter. Mâdem sonunda kabre yalnız gideceğim, yalnızlığa alışmak için şimdiden yalnızlığı ihtiyar edeceğim!” demiştim. Fakat maatteessüf, İstanbul’daki ciddi ve çok ahbab ve İstanbul’un şa'şaalı hayat-ı dünyeviyesi, hususan haddimden çok fazla bana teveccüh eden şân ü şeref gibi neticesiz şeyler, o kararımı muvakkaten bana unutturdular. Güyâ o gurbet gecesi, hayatımın gözünde nurlu siyahlık idi. Ve İstanbul’un beyaz, şa'şaalı gündüzü, o hayat gözümün nursuz beyaz parçası idi ki ileriyi göremedi, yine yattı. Tâ iki sene sonra, Gavs-ı Geylânî, “Fütûhu'l-Gayb” kitabıyla tekrar gözümü açtırdı.”∗∗∗

Çok zekî, kahraman ve gayyûr bir âlim olan veled-i manevîsi ve biraderzâdesi Abdurrahman (Rahmetullâhi Aleyh) şöyle anlatıyor:

İstanbul’u tekrar şereflendirmesi, ehl-i ilmi ve halkı çok fazla memnun ve mesrûr etti. Kendisine haber verilmeden, Meşîhat dâiresindeki “Dâru'l-Hikmeti'l-İslâmiye” âzâlığına ta'yin olundu. Dâru'l-Hikmet, o zaman, Mehmed Âkif, İzmirli İsmail Hakkı, Elmalılı Hamdi gibi İslâm Âlimlerinden mürekkeb bir İslâm akademisi mâhiyetinde idi.

Çok zekî, kahraman ve gayyûr bir âlim olan veled-i manevîsi ve biraderzâdesi Abdurrahman (Rahmetullâhi Aleyh) şöyle anlatıyor:

1334 senesinde esâretten geldikten sonra, amcam rızâsı olmadan Dâru'l-Hikmeti'l-İslâmiye’ye âzâ ta'yin edildi. Fakat esârette çok sarsılmış olduğundan, bir müddet me'zunen vazifeye gidemedi. Çok defa istifâ etmek teşebbüsünde bulundu, fakat dostları bırakmadılar. Bunun üzerine Dâru'l-Hikmete devama başladı. Hâline dikkat ediyordum ki, zarûretten fazla kendine masraf yapmıyordu. Maîşetçe neden bu kadar muktesid yaşıyorsun diyenlere cevaben:

Ben sevâd-ı a'zama tâbi olmak isterim. Sevâd-ı a'zam ise, bu kadar tedârik edebilir. Ben, ekalliyet-i müsrifeye tâbi olmak istemem, demişlerdir.

Dâru'l-Hikmet’ten aldığı maaştan mikdar-ı zarûreti ayırdıktan sonra, mütebâkisini bana vererek, “Hıfzet!” derdi. Ben de, bir sene zarfındaki

110
Jenerik

fazla kalmış paraları amcamın bana olan şefkatine; hem malı istihkar etmesine i'timâden, haberi olmadan tamamen sarfettim. Sonra bana dedi ki; “Bu para bize helâl değildi, millet malı idi, niçin sarfettin? Mâdem ki öyledir, ben de seni vekilharçlıktan azl ile kendimi nasbettim!”

Bir müddet aradan geçti... Hakàiktan oniki te'lifâtını tab'ettirmek kalbine geldi. Maaştan toplanan paraları, o te'lifâtların tab'ına verdi. Yalnız bir-iki küçüğü müstesnâ olmak üzere, diğerlerini etrafa meccânen dağıttı. Niçin sattırmadığını suâl ettim. Dedi ki:

Maaştan bana kût-u lâyemût câizdir; fazlası millet malıdır. Bu sûretle millete iâde ediyorum...

Dâru'l-Hikmet’teki hizmeti, hep böyle şahsî teşebbüsü ile idi. Çünkü, orada müştereken iş görmek için bazı mâniler görüyordu. Onu tanıyanlar biliyorlar ki, Bediüzzaman kefenini boynuna takmış ve ölümünü göze almıştır. Onun içindir ki; Dâru'l-Hikmeti'l-İslâmiye’de demir gibi dayandı. Ecnebî te'sirâtı, Dâru'l-Hikmet’i kendine âlet edemedi. Yanlış fetvâlara karşı, pervâsızca mücâdele etti. İslâmiyete muzır bir cereyan ortaya atıldığı vakit, o cereyanı kırmak için eser neşrederdi.

Esâretten Avdetinden Sonraki İstanbul Hayatına Dair Kaleme Aldığı Bir Parçadır (Yirmialtıncı Lem'adan Onuncu Ricâ)

ESÂRETTEN AVDETİNDEN SONRAKİ İSTANBUL

HAYATINA DAİR KALEME ALDIĞI BİR PARÇADIR

(Yirmialtıncı Lem'adan Onuncu Ricâ)

Bir zaman, esâretten geldikten sonra, İstanbul’da bir-iki sene yine gaflet galebe etti. Siyaset havası, nazarımı nefsimden kaldırıp âfâka dağıtmış iken, bir gün İstanbul’un Eyüb Sultan Kabristanının dereye bakan yüksek bir yerinde oturuyordum. İstanbul etrafındaki âfâka baktım. Birden bakıyorum, benim hususî dünyam vefât ediyor, bazı cihette rûh çekiliyor gibi bir hâlet-i hayâliye bana geldi. Dedim: “Acaba bu kabristanın mezar taşlarındaki yazılar mıdır ki, bana böyle hayâl veriyor?” diye nazarımı çektim. Uzağa değil, o kabristana baktım. Kalbime ihtar edildi ki: “Bu senin etrafındaki kabristanın, yüz İstanbul içinde vardır. Çünkü yüz defa İstanbul buraya boşalmış. Bütün İstanbul halkını buraya boşaltan bir Hâkim-i Kadîrin hükmünden kurtulup müstesnâ kalamazsın, sen de gideceksin.”

Ben kabristandan çıkıp, bu dehşetli hayâl ile Sultan Eyüb Câmiinin mahfelindeki küçük bir odaya, çok defa girdiğim gibi, bu defa da girdim. Düşündüm ki, ben üç cihette misâfirim. Bu menzilcikte misâfir olduğum

111
Jenerik

gibi, İstanbul’da da misâfirim, dünyada da misâfirim. Misâfir, yolunu düşünmeli. Nasıl ki bu odadan çıkacağım, bir gün de İstanbul’dan çıkacağım, diğer bir gün de dünyadan çıkacağım.

İşte bu hâlette, gayet rikkatli ve firkatli elemli bir hüzün ve gam, kalbime, başıma çöktü. Çünkü ben yalnız bir-iki dostu kaybetmiyorum; İstanbul’da binler sevdiğim dostlarımdan müfârakat gibi, çok sevdiğim İstanbul’dan da ayrılacağım. Dünyada yüz binler dostlarımdan iftirak gibi, çok sevdiğim ve mübtelâ olduğum o güzel dünyadan da ayrılacağım diye düşünürken; yine kabristanın o yüksek yerine gittim. Ara sıra sinemaya ibret için gittiğimden, bana İstanbul içindeki insanlar, o dakikada, sinemada geçmiş zamanın gölgelerini hâzır zamana getirmek cihetiyle, ölmüş olanları ayakta gezer sûretinde gösterdikleri gibi; aynen ben de, o vakit gördüğüm insanları, ayakta gezen cenazeler vaziyetinde gördüm. Hayâlim dedi ki: Mâdem bu kabristanda olanlardan bir kısmı, sinemada, gezer gibi görülüyor; ileride kat'iyyen bu kabristana gireceklerini, girmiş gibi gör. Onlar da cenazelerdir, geziyorlar.

Birden, Kur'ân-ı Hakîmin nuruyla ve Gavs-ı A'zam Şeyh Geylânî (K.S.) Hazretlerinin irşadıyla, o hazîn hâlet, sürûrlu ve neş'eli bir vaziyete inkılâb etti. Şöyle ki:

O hazîn hâle karşı Kur'ân’dan gelen nur böyle ihtar etti ki: Senin, şimâl-i şarkîde, Kosturma’daki gurbetinde bir-iki esir zâbit dostun vardı. Bu dostların herhalde İstanbul’a gideceklerini biliyordun. Sana birisi dese idi: “Sen İstanbul’a mı gideceksin, yoksa burada mı kalacaksın?” Elbette, zerre mikdar aklın varsa, İstanbul’a ferâh ve sürûrla gitmesini kabûl edecektin. Çünkü bin birden, dokuzyüz doksandokuz ahbabın İstanbul’dadırlar. Burada bir-iki tane kalmış, onlar da oraya gidecekler. Senin için İstanbul’a gitmek hazîn bir firâk, elim bir iftirak değil. Hem de geldin; memnun olmadın mı? O düşman memleketindeki pek karanlık, uzun gecelerinden ve pek soğuk fırtınalı kışlarından kurtuldun. Bu güzel dünya Cenneti gibi İstanbul’a geldin.

Aynen öyle de, senin küçüklüğünden bu yaşına kadar, sevdiklerinden yüzde doksan dokuzu, sana dehşet veren kabristana göçmüşler. Bu dünyada kalan bir-iki dostun var; onlar da oraya gidecekler. Dünyada vefâtın firâk değil, visâldir, o ahbablara kavuşmaktır. Onlar, yani o ervâh-ı bâkiye, eskimiş yuvalarını toprak altında bırakıp, bir kısmı yıldızlarda, bir kısmı âlem-i berzah tabakàtında geziyorlar, diye ihtar edildi.

Evet, bu hakikati, Kur'ân ve îmân o derece kat'î bir sûrette isbât etmiştir ki, bütün bütün kalbsiz, rûhsuz olmazsa veyâhut dalâlet kalbini boğmamış ise, görüyor gibi inanmak gerektir. Çünkü, bu dünyayı,

112
Jenerik

hadsiz envâ'-ı lütûf ve ihsânatıyla böyle tezyîn edip, mükrimâne ve şefîkàne Rubûbiyetini gösteren ve tohumlar gibi en ehemmiyetsiz cüz'î şeyleri dahi muhâfaza eden bir Sâni'-i Kerîm ve Rahîm, masnûâtı içinde en mükemmel ve en câmi', en ehemmiyetli ve en çok sevdiği masnû'u olan insanı, elbette ve bilbedâhe, sûreten göründüğü gibi böyle merhametsiz, âkıbetsiz i'dâm etmez, mahvetmez, zâyi' etmez. Belki bir çiftçinin toprağa serptiği tohumlar gibi başka bir hayatta sünbül vermek için, Hàlık-ı Rahîm o sevdiği masnû'unu, bir rahmet kapısı olan toprak altına muvakkaten atar. (Hâşiye) [33]

İşte bu ihtar-ı Kur'ânîyi aldıktan sonra o kabristan, İstanbul’dan ziyâde bana ünsiyetli oldu. Halvet ve uzlet, bana sohbet ve muâşeretten daha ziyâde hoş geldi. Ben de boğaz tarafındaki Sarıyer’de, bir halvethâne kendime buldum. Gavs-ı A'zam (K.S.) Fütûhu'l-Gayb’ıyla bana bir üstad ve tabib ve mürşid olduğu gibi, İmâm-ı Rabbânî de, Mektûbat’ıyla bir enîs, bir müşfik, bir hoca hükmüne geçti. O vakit, ihtiyarlığa girdiğimden ve medeniyetin ezvâkından çekildiğimden ve hayat-ı ictimâiyeden sıyrıldığımdan pek çok memnun oldum, Allah’a şükrettim.∗∗∗

113
Jenerik

Üstad Bediüzzaman Hazretleri Birinci Cihan Harbinin Akabinde İstanbul’da Biraderzâdesi Abdurrahman ile birlikte

114
Jenerik

Onbirinci Ricâ

Onbirinci Ricâ

Esâretten geldikten sonra İstanbul’da Çamlıca Tepesinde bir köşkte, merhum biraderzâdem Abdurrahman (Rahmetullâhi Aleyh) ile beraber oturuyorduk. Bu hayatım, hayat-ı dünyeviye cihetinde, bizim gibilere en mes'ûdâne bir hayat sayılabilirdi. Çünkü esâretten kurtulmuştum; Dâru'l-Hikmet’te, meslek-i ilmiyeme münâsib, en àlî bir tarzda neşr-i ilme muvaffakıyet vardı. Bana teveccüh eden haysiyet ve şeref, haddimden çok fazla idi. Mevkice İstanbul’un en güzel yeri olan Çamlıca’da oturuyordum. Hem herşeyim mükemmeldi. Merhum biraderzâdem Abdurrahman gibi gayet zekî, fedâkâr, hem talebe, hem hizmetkâr, hem kâtib, hem evlâd-ı maneviyem beraberdi. Dünyada herkesten ziyâde kendimi mes'ûd bilirken, aynaya baktım; saçımda, sakalımda beyaz kılları gördüm.

Birden, esârette, Kosturma’daki câmideki intibâh-ı rûhî yine başladı. Onun eseri olarak, kalben merbût olduğum ve medâr-ı saâdet-i dünyeviye zannettiğim hâlâtı, esbâbı tedkike başladım. Hangisini tedkik ettimse, baktım ki, çürüktür, alâkaya değmiyor, aldatıyor. O sıralarda, en sadâkatli zannettiğim bir arkadaşımda, umulmadık bir sadâkatsizlik ve hâtıra gelmez bir vefâsızlık gördüm. Hayat-ı dünyeviyeden bir ürkmek geldi. Kalbime dedim: “Acaba ben bütün bütün aldanmış mıyım? Görüyorum ki, hakikat noktasında acınacak hâlimize, pek çok insanlar gıbta ile bakıyorlar... Bütün bu insanlar divâne mi olmuşlar? Yoksa şimdi ben divâne mi oluyorum ki, bu dünya-perest insanları divâne görüyorum?”

Her ne ise... Ben, ihtiyarlığın verdiği şiddetli intibâh cihetinde, en evvel, alâkadar olduğum fânî şeylerin fânîliğini gördüm. Kendime de baktım, nihâyet-i aczde gördüm. O vakit, bekà isteyen ve bekà tevehhümüyle fânîlere mübtelâ olan rûhum bütün kuvvetiyle dedi ki: “Mâdem cismen fânîyim; bu fânîlerden bana ne hayır gelebilir? Mâdem ben âcizim; bu âcizlerden ne bekleyebilirim? Benim derdime çare bulacak bir Bâkî-i Sermedî, bir Kadîr-i Ezelî lâzım” diyerek taharrîye başladım.

O vakit, herşeyden evvel, eskiden beri tahsil ettiğim ilme müracaat edip, bir tesellî, bir ricâ aramaya başladım. Maatteessüf, o vakte kadar ulûm-u felsefeyi ulûm-u İslâmiye ile beraber havsalama doldurup, o ulûm-u felsefeyi, pek yanlış olarak, mâden-i tekemmül ve medâr-ı tenevvür zannetmiştim. Hâlbuki, o felsefî mes'eleler, rûhumu pek çok fazla

115
Jenerik

kirletmiş ve terakkiyât-ı maneviyemde engel olmuştu. Birden, Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve keremiyle Kur'ân-ı Hakîmdeki hikmet-i kudsiye imdâdâ yetişti. Çok risalelerde beyân edildiği gibi, o felsefî mes'elelerin kirlerini yıkadı, temizlettirdi.

Ezcümle, fünûn-u hikmetten gelen zulümât-ı rûhiye, rûhumu kâinâta boğduruyordu. Hangi cihete baktım, nur aradım; o mes'elelerde nur bulamadım, teneffüs edemedim. Tâ, Kur'ân-ı Hakîmden gelen ve لَااِلٰهَاِلَّاهُوَ cümlesiyle ders verilen Tevhid, gayet parlak bir nur olarak, bütün o zulümâtı dağıttı; rahatla nefes aldım. Fakat nefis ve şeytan, ehl-i dalâlet ve ehl-i felsefeden aldıkları derse istinâd ederek, akıl ve kalbe hücum ettiler. Bu hücumdaki münâzarât-ı nefsiye –Lillâhi'l-Hamd– kalbin muzafferiyetiyle neticelendi. Çok risalelerde kısmen o münâzaralar yazılmış. Onlara iktifâ edip, burada yalnız binde bir muzafferiyet-i kalbiyeyi göstermek için, binler bürhândan bir tek bürhân beyân edeceğim. Tâ ki, gençliğinde hikmet-i ecnebiye veya fünûn-u medeniye nâmı altındaki kısmen dalâlet, kısmen mâlâyaniyât mes'eleleriyle rûhunu kirletmiş, kalbini hasta etmiş, nefsini şımartmış bir kısım ihtiyarların rûhunda temizlik yapsın; Tevhid hakkında şeytan ve nefsin şerrinden kurtulsun. Şöyle ki:

Ulûm-u felsefiyenin vekâleti nâmına nefsim dedi ki: “Bu kâinâttaki eşyanın tabiatıyla bu mevcûdâta müdâhaleleri var. Herşey bir sebebe bakar. Meyveyi ağaçtan, hubûbatı topraktan istemeli. En cüz'î, en küçük bir şeyi de Allah’tan istemek ve Allah’a yalvarmak ne demektir?”

O vakit, Nur-u Kur'ân ile, sırr-ı Tevhid, şu gelecek sûrette inkişaf etti. Kalbim, o mütefelsif nefsime dedi: En cüz'i ve en küçük şey, en büyük şey gibi, doğrudan doğruya bütün kâinât Hàlık’ının kudretinden gelir ve hazinesinden çıkar. Başka sûrette olamaz. Esbâb ise bir perdedir. Çünkü, en ehemmiyetsiz ve en küçük zannettiğimiz mahlûklar, bazen san'at ve hilkat cihetinde en büyüğünden daha büyük olur. Sinek, tavuktan san'atça ileri geçmezse de, geri de kalmaz. Öyle ise, büyük küçük tefrik edilmeyecek; ya bütünü esbâb-ı maddiyeye taksim edilecek veyâhut bütünü birden bir tek zâta verilecektir. Birinci şık muhâl olduğu gibi, bu şık vâcibdir, zarûrîdir. Çünkü bir tek zâta, yani bir Kadîr-i Ezelîye verilse; mâdem bütün mevcûdâtın intizamât ve hikmetleriyle vücûdu kat'î tahakkuk eden ilmi, herşeyi ihâta ediyor ve mâdem ilminde herşeyin mikdarı taayyün ediyor ve mâdem, bilmüşâhede, her vakit hiçten, nihâyetsiz sühûletle, nihâyetsiz san'atlı masnû'lar vücûda geliyor ve mâdem o Kadîr-i Alîmin, bir kibrit çakar gibi, “Emr-i kün feyekûn” ile, hangi şey olursa olsun icâd edebildiğini, hadsiz kuvvetli deliller ile, çok risalelerde beyân ettiğimiz ve hususan

116
Jenerik

Yirminci Mektûb ve Yirmiüçüncü Lem'anın âhirinde isbât edildiği gibi, hadsiz bir kudreti var. Elbette, bilmüşâhede görülen hàrikulâde sühûlet ve kolaylık, o ihâta-i ilmiyeden ve azamet-i kudretten geliyor.

Meselâ, nasıl ki göze görülmeyen eczâlı bir mürekkeble yazılan bir kitaba, o yazıyı göstermeye mahsûs bir eczâ sürülse, o koca kitab birden herbir göze vücûdunu gösterip kendini okutturur. Aynen öyle de, o Kadîr-i Ezelînin ilm-i muhîtinde, herşeyin sûret-i mahsûsası, bir mikdar-ı muayyen ile taayyün ediyor. O Kadîr-i Mutlak, “Emr-i Kün Feyekûn” ile, o hadsiz kudretiyle ve nâfiz irâdesiyle, o yazıya sürülen eczâ gibi, gayet kolay ve sühûlet ile, kudretin bir cilvesi olan kuvvetini, o mâhiyet-i ilmiyeye sürer, o şeye vücûd-u haricî verir, göze gösterir, nukùş-u hikmetini okutturur.

Eğer bütün eşya birden o Kadîr-i Ezelîye ve Alîm-i Küll-i Şey’e verilmezse, o vakit sinek gibi en küçük bir şeyin vücûdunu, dünyanın ekser nev'ilerinden hususî bir mîzan ile toplamak lâzım gelmekle beraber; o küçücük sineğin vücûdunda çalışan zerreler, o sineğin sırr-ı hilkatini ve kemâl-i san'atını bütün dekàikiyle bilmekle olabilir. Çünkü esbâb-ı tabîiye ile esbâb-ı maddiye, bilbedâhe ve umum ehl-i aklın ittifakıyla, hiçten icâd edemez. Öyle ise, herhalde, onlar icâd etse, elbette toplayacak. Mâdem toplayacak; hangi zîhayat olursa olsun, ekser anâsır ve envâ'ından nümûneler içinde vardır. Âdeta kâinâtın bir hülâsası, bir çekirdeği hükmündedir. Elbette, o hâlde bir çekirdeği bütün bir ağaçtan, bir zîhayatı bütün rû-yi zeminden ince elekle eleyip ve en hassas bir mîzan ile ölçüp toplattırmak lâzım geliyor. Ve mâdem esbâb-ı tabîiye câhildir, câmiddir; bir ilmi yoktur ki bir plân, bir fihriste, bir model, bir program takdir etsin, ona göre manevî kalıba gelen zerrâtı eritip döksün, tâ dağılmasın, intizamını bozmasın. Hâlbuki herşeyin şekli, hey'eti, hadsiz tarzlarda olabildiği için, hadsiz had ve hesaba gelmez eşkâller, mikdarlar içinde bir tek şekil ve mikdarda, sel gibi akan anâsırın zerreleri dağılmayarak, muntazaman, mikdarsız, kalıpsız, birbiri üstünde kitle hâlinde durdurmak ve zîhayata muntazam bir vücûd vermek, ne derece imkândan, ihtimalden, akıldan uzak olduğu görünüyor. Elbette kimin kalbinde körlük yoksa görür.

Evet, bu hakikate binâen;

﴿  اِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَهُ  ﴾

bu âyet-i azîmenin (Hâşiye) [34] sırrıyla, bütün esbâb-ı maddiye toplansa, onların ihtiyarları da olsa, bir tek sineğin vücûdunu ve o vücûdun

117
Jenerik

cihâzâtını mîzan-ı mahsûsla toplayamazlar. Toplasalar da, o vücûdun mikdar-ı muayyenesinde durduramazlar. Durdursalar da, dâima tazelenmekte olan ve o vücûda gelip çalışan zerrâtı, muntazaman çalıştıramazlar. Öyle ise, bilbedâhe, esbâb bu eşyaya sâhib çıkamazlar. Demek sâhib-i hakîkileri başkadır.

Evet, öyle bir sâhib-i hakîkileri var ki, ﴾ مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ ﴿ âyetinin sırrıyla, bütün zeminin yüzündeki zîhayatı, bir sineğin ihyâsı kadar kolay yapar. Bir baharı, bir tek çiçek kolaylığında icâd eder. Çünkü toplamağa muhtaç değil. “Emr-i Kün Feyekûn” e mâlik olduğundan; ve her baharda hadsiz mevcûdât-ı bahariyenin madde-i unsuriyesinden başka hadsiz sıfât ve ahvâl ve eşkâllerini hiçten icâd ettiğinden; ve ilminde herşeyin plânı, modeli, fihristesi ve programı taayyün ettiğinden; ve bütün zerrât Onun ilim ve kudreti dâiresinde hareket ettiklerinden, kibrit çakar gibi herşeyi nihâyet kolaylıkla icâd eder. Ve hiçbir şey, zerre mikdar hareketini şaşırmaz. Seyyârât mutî' bir ordusu olduğu gibi, zerrât dahi muntazam bir ordusu hükmüne geçer. Mâdem o kudret-i ezeliyeye istinâden hareket ediyorlar ve o ilm-i ezelînin düsturlarıyla çalışıyorlar; elbette o eserler, o kudrete göre vücûda gelir. Yoksa, o küçük, ehemmiyetsiz şahsiyetlerine bakmakla, o eserler küçülmez. O kudrete intisab kuvvetiyle bir sinek, bir Nemrud’u gebertir. Karınca, Fir'avun’un sarayını harâb eder. Zerre gibi küçük çam tohumu, dağ gibi koca bir çam ağacının yükünü omuzunda taşıyor. Bu hakikati çok risalelerde isbât ettiğimiz gibi, nasıl ki bir nefer, askerlik vesikasıyla pâdişaha intisab noktasında, yüz bin defa kendi kuvvetinden fazla, bir şahı esir etmek gibi eserlere mazhar olur; öyle de, herşey, o kudret-i ezeliyeye intisabıyla, yüz bin defa esbâb-ı tabîiyenin fevkınde mu'cizât-ı san'ata mazhar olabilir.

Elhâsıl, herşeyin nihâyet derecede hem san'atlı, hem sühûletli vücûdu gösteriyor ki, muhît bir ilim sâhibi olan bir Kadîr-i Ezelînin eseridir. Yoksa, yüz bin muhâl içinde, değil vücûda gelmek, belki imkân dâiresinden çıkıp imtina' dâiresine girecek ve mümkün sûretinden çıkıp mümteni' mâhiyetine girecek ve hiçbir şey vücûda gelmeyecek, belki de vücûda gelmesi muhâl olacaktır. İşte bu gayet ince ve gayet kuvvetli ve gayet derin ve gayet zâhir bir bürhân ile şeytanın muvakkat bir şâkirdi ve ehl-i dalâletin ve ehl-i felsefenin bir vekili olan nefsim sustu. Velillâhilhamd, tam îmâna geldi. Ve dedi ki:

Evet, bana öyle bir Hàlık ve Rab lâzım ki, en küçük hâtırât-ı kalbimi ve en hafî niyâzımı bilecek; ve en gizli ihtiyac-ı rûhumu yerine

118
Jenerik

getirdiği gibi, bana saâdet-i ebediyeyi vermek için, koca dünyayı âhirete tebdil edecek ve bu dünyayı kaldırıp âhireti yerine kuracak; hem sineği halk ettiği gibi semâvâtı da icâd edecek; hem güneşi semânın yüzüne bir göz olarak çaktığı gibi, bir zerreyi de gözbebeğimde yerleştirecek bir kudrete mâlik olsun. Yoksa, sineği halkedemeyen, hâtırât-ı kalbime müdâhale edemez, niyâz-ı rûhumu işitemez. Semâvâtı halk etmeyen, saâdet-i ebediyeyi bana veremez. Öyle ise, benim Rabbim Odur ki, hem hâtırât-ı kalbimi ıslah eder, hem cevv-i havayı bulutlarla bir saatte doldurup boşalttığı gibi dünyayı âhirete tebdil edip, Cenneti yapıp, kapısını bana açar, “Haydi gir” der.

İşte, ey nefsim gibi bedbahtlık neticesinde bir kısım ömrünü nursuz felsefî ve ecnebî fünûnuna sarfeden ihtiyar kardeşlerim! Kur'ân’ın lisânındaki mütemâdiyen “La ilâhe illâ Hû” Fermân-ı Kudsîsinden ne kadar kuvvetli ve ne kadar hakikatli ve hiçbir cihette sarsılmaz ve zedelenmez ve tağayyür etmez bir rükn-ü îmânîyi anlayınız ki nasıl bütün manevî zulümâtı dağıtır ve manevî yaraları tedâvi eder!∗∗∗

119
Jenerik

Rüyada Bir Hitâbe

İstanbul’da Dâru'l-Hikmet’te bulunduğu zaman, Sünûhât Risalesi’nde yazdığı gayet acîb bir vâkıa-i rûhâniye:

Rüyada Bir Hitâbe

1335 senesi Eylül’ünde, dehrin hâdisâtının verdiği ye's ile şiddetle muzdarib idim. Şu kesif zulmet içinde bir nur arıyordum. Ma'nen rüya olan yakazada bulamadım. Hakikaten yakaza olan rüya-yı sâdıkada bir ziyâ gördüm. Tafsilâtı terk ile bana söylettirilmiş noktaları kaydedeceğim. Şöyle ki:

Bir Cuma gecesinde, nevm ile âlem-i misâle girdim. Biri geldi dedi:

— Mukadderât-ı islâm için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem, seni istiyor.

Gittim... Gördüm ki, münevver, emsâlini dünyada görmediğim, selef-i sâlihînden ve a'sârın meb'ûslarından her asrın meb'ûsları içinde bulunur bir meclis gördüm. Hicâb edip, kapıda durdum. Onlardan bir zât dedi ki:

— Ey felâket, helâket asrının adamı, senin de re'yin var, fikrini beyân et!

Ayakta durup dedim:

— Sorun, cevab vereyim.

Biri dedi:

— Bu mağlûbiyetin neticesi ne olacak, gâlibiyette ne olurdu?

Dedim:

— Musîbet şerr-i mahz olmadığı için, bazen saâdette felâket olduğu gibi, felâketten dahi saâdet çıkar. Eskiden beri İ'lâ-yı Kelimetullâh ve bekà-yı istiklâliyet-i İslâm için, farz-ı kifâye-i cihadı derûhde ile, kendini yekvücûd olan Âlem-i İslâma fedâya vazifedâr ve hilâfete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felâketi, Âlem-i İslâmın saâdet-i müstakbelesiyle telâfi edilecektir.

Zîra şu musîbet, mâye-i hayatımız ve âb-ı hayatımız olan uhuvvet-i İslâmiyenin inkişaf ve ihtizâzını hàrikulâde tâcil etti. Biz incinir iken,

120
Jenerik

Âlem-i İslâm ağlıyor. Avrupa ziyâde incitse, bağıracaktır. Şâyet ölsek; yirmi öleceğiz, üçyüz dirileceğiz. Hàrikalar asrındayız. İki-üç sene mevtten sonra meydânda dirilenler var.

Biz mağlûbiyetle bir saâdet-i àcile-i عَاجِلَه muvakkate kaybettik. Fakat bir saâdet-i âcile-i آجِلَه müstemirre bizi bekliyor. Pek cüz'î ve mütehavvil ve mahdûd olan hâli, geniş istikbâl ile mübâdele eden kazanır.

Birden meclis tarafından denildi:

— İzâh et!

Dedim:

Devletler, milletler muhârebesi, tabakàt-ı beşer muhârebesine terk-i mevki ediyor. Zîra beşer esir olmak istemediği gibi, ecîr olmak da istemez. Gâlib olsa idik, hasmımız, düşmanımız elindeki cereyan-ı müstebidâneye, belki daha şedîdâne kapılacak idik. Hâlbuki o cereyan hem zâlimâne, hem tabiat-ı Âlem-i İslâma münâfî, hem ehl-i îmânın ekseriyet-i mutlakasının menfaatine mübâyin, hem ömrü kısa, parçalanmaya namzeddir. Eğer ona yapışsa idik, Âlem-i İslâmı fıtratına, tabiatına muhâlif bir yola sürecek idik.

Şu medeniyet-i habîse ki, biz ondan yalnız zarar gördük ve nazar-ı şerîatta merdud ve seyyiâtı hasenâtına galebe ettiğinden; maslahat-ı beşer fetvâsıyla mensûh ve intibâh-ı beşerle mahkûm-u inkırâz, sefîh, mütemerrid, gaddâr, ma'nen vahşî bir medeniyetin himâyesini Asya’da derûhde edecek idik.

Meclisten biri dedi:

— Neden şerîat şu medeniyeti (∗) [35] reddeder?

Dedim:

— Çünkü, beş menfî esâs üzerine teessüs etmiştir.

Nokta-i istinâdı kuvvettir. O ise, şe'ni tecâvüzdür.

121
Jenerik

Hedef-i kasdı menfaattir. O ise, şe'ni tezâhumdur.

Hayatta düsturu, cidâldir. O ise, şe'ni tenâzu'dur.

Kitleler mâbeynindeki râbıtası, âheri yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir. O ise, şe'ni böyle müdhiş tesâdümdür.

Câzibedâr hizmeti, hevâ ve hevesi teşci' ve arzularını tatmin ve metâlibini teshîldir. O hevâ ise, şe'ni insaniyeti derece-i melekiyeden, dereke-i kelbiyete indirmektir. İnsanın mesh-i manevîsine sebeb olmaktır.

Bu medenîlerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse, kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayâle gelir.

İşte onun için bu medeniyet-i hâzıra; beşerin yüzde seksenini meşakkate, şekàvete atmış; onunu mümevveh (hayâlî) saâdete çıkarmış; diğer onunu da, beyne-beyne (ikisi ortası) bırakmış. Saâdet odur ki; külle, ya eksere saâdet ola. Bu ise, ekall-i kalîlindir ki, nev'-i beşere rahmet olan Kur'ân, ancak umumun, lâakal ekseriyetin saâdetini tazammun eden bir medeniyeti kabûl eder.

Hem, serbest hevânın tahakkümüyle, havâic-i gayr-ı zarûriye, havâic-i zarûriye hükmüne geçmişlerdir. Bedâvette bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtaç ve fakir etmiştir. Sa'y, masrafa kâfî gelmediğinden; hileye, harama sevketmekle ahlâkın esâsını şu noktadan ifsad etmiştir. Cemâate, nev'e verdiği servet, haşmete bedel; ferdi, şahsı, fakir, ahlâksız etmiştir.

Kurûn-u Ûlânın mecmû-u vahşetini, bu medeniyet bir defada kustu!

Âlem-i İslâmın şu medeniyete karşı istinkâfı ve soğuk davranması ve kabûlde ızdırâbı cây-i dikkattir. Zîra istiğnâ ve istiklâliyet hàssasıyla mümtâz olan Şerîattaki İlâhî hidayet, Roma felsefesinin dehâsıyla aşılanmaz, imtizaç etmez, bel' olunmaz, tâbi olmaz.

Bir asıldan tev'em (ikiz) olarak neş'et eden eski Roma ve Yunan iki dehâları, su ve yağ gibi mürûr-u a'sâr (asırlar) medeniyet ve Hıristiyanlığın temzicine çalıştığı hâlde yine istiklâllerini muhâfaza; âdeta tenâsühle o iki rûh şimdi de başka şekillerde yaşıyorlar. Onlar tev'em ve esbâb-ı temzic varken imtizaç olunmazsa, şerîatın rûhu olan nur-u hidayet, o muzlim, pis medeniyetin esâsı olan Roma dehâsıyla hiçbir vakit mezc olunmaz, bel' olunmaz...

Dediler:

— Şerîat-ı Garrâdaki medeniyet nasıldır?

Dedim:

122
Jenerik

— Şerîat-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet ise ki, medeniyet-i hâzıranın inkışa'ından inkişaf edecektir. Onun menfî esâsları yerine, müsbet esâslar vaz' eder.

İşte nokta-i istinâd, kuvvete bedel haktır ki; şe'ni adâlet ve tevâzündür.

Hedef de, menfaat yerine fazilettir ki, şe'ni muhabbet ve tecâzübdür.

Cihetü'l-vahdet de unsuriyet-i milliyet yerine, râbıta-i dinî, vatanî, sınıfîdir ki; şe'ni, samîmî uhuvvet ve müsâlemet ve haricin tecâvüzüne karşı yalnız tedâfü'dür. Hayatta düstur-u cidâl yerine, düstur-u teâvündür ki, şe'ni ittihâd ve tesânüddür.

Hevâ yerine hüdâdır ki; şe'ni, insaniyeten terakkî ve rûhen tekâmüldür; hevâyı tahdid eder. Nefsin hevesât-ı süfliyesinin teshîline bedel, rûhun hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder.

Demek, biz mağlûbiyetle ikinci cereyana takıldık ki, mazlumların ve cumhûrun cereyanıdır. Başkalarından yüzde seksen fakir ve mazlumsa; İslâmdan doksan, belki doksan beştir.

Âlem-i İslâm şu ikinci cereyana karşı lâkayd veya muârız kalmakla; hem istinâdsız, hem bütün emeğini heder, hem onun istilâsıyla istihâleye ma'rûz kalmaktan ise, âkılâne davranıp onu İslâmî bir tarza çevirip, kendine hàdim kılmaktır. Zîra düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur; nasıl ki, düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır.

Şu iki cereyan birbirine zıt, hedefleri zıt, menfaatleri zıt olduğundan; birincisi dese: “Öl!..” diğeri diyecek: “Diril!..” Birinin menfaati, zarar, ihtilâf, tedennî, za'f, uyumamızı istilzam ettiği gibi; ötekinin menfaati dahi kuvvetimizi, ittihâdımızı bizzarûre iktiza eder.

Şark husûmeti, İslâm inkişafını boğuyordu; zâil oldu ve olmalı. Garb husûmeti, İslâmın ittihâdına, uhuvvetin inkişafına en müessir sebebdir; bâkî kalmalı.

Birden o meclisten tasdik emâreleri tezâhür etti.

Dediler:

— Evet, ümîdvâr olunuz, şu istikbâl inkılâbı içinde, en yüksek gür sadâ İslâmın sadâsı olacaktır!..

Tekrar biri sordu:

— Musîbet, cinayetin neticesi, mükâfâtın mukaddimesidir. Hangi fiiliniz ile kadere fetvâ verdiniz ki, şu musîbetle hükmetti. Musîbet-i âmme ekseriyetin hatâsına terettüb eder. Hâzırda mükâfâtınız nedir?

123
Jenerik

Dedim:

— Mukaddimesi, üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki ihmalimizdir: Salât, Savm, Zekât.

Zîra, yirmidört saatten yalnız bir saati, beş namaz için Hàlık Teâlâ bizden istedi. Tenbellik ettik; beş sene yirmidört saat ta'lim, meşakkat, tahrîk ile bir nev'i namaz kıldırdı.

Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık; keffâreten beş sene oruç tutturdu.

“On”dan, “kırk”tan yalnız biri, ihsân ettiği maldan zekât istedi. Buhl ettik, zulmettik; O da bizden müterâkim zekâtı aldı. (El-Cezâu Min Cinsi'l-Amel)..

Mükâfât-ı hâzıramız ise; fâsık, günahkâr bir milletten, humsu olan dört milyonu velâyet derecesine çıkardı; gâzilik, şehâdetlik verdi. Müşterek hatâdan neş'et eden müşterek musîbet, mâzi günahını sildi.

Yine biri dedi:

— Bir âmir, hatâ ile felâkete atmış ise?

Dedim:

Musîbet-zede mükâfât ister. Ya âmir-i hatâdârın hasenâtı verilecektir, o ise, hiç hükmünde... Veya hazine-i gayb verecektir. Hazine-i gaybda böyle işlerdeki mükâfâtı ise, derece-i şehâdet ve gâziliktir.

Baktım meclis istihsân etti. Heyecanımdan uyandım, terli el-pençe yatakta oturmuş kendimi buldum. O gece böyle geçti...∗∗∗

► (09) ◄

Bediüzzaman, yanında başka kitaplar bulundurmuyordu.

– Neden başka kitaplara bakmıyorsun? denildiğinde, buyururlardı ki;

– Herşeyden zihnimi tecrid ile Kur'ândan fehmediyorum.

Eserlerden nakletse de, bazı mühim gördüğü mesâili, tağyîr etmeden alırdı.

– Ne için aynen böyle tekrar ediyorsun? diye sorulduğunda;

– Hakikat usandırmaz, libâsı değiştirmek istemem, buyururdu.

124
Jenerik

Yukarıda bir nebze zikredilmişti ki, Bediüzzaman, Hakàik-ı Kur'âniyeye (Hâşiye) [36] ait oniki te'lifâtını tab'ettirmişti. Bu eserlerden üç-dördü Türkçe olup, mütebâkisi Arabîdirler. Bu zamana kadar hiçbir kitapta emsâli bulunmayan bir tarz-ı beyân ve ifâde ile hakikatleri isbât ediyorlar.

125
Jenerik

Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin Barla’ya dört-beş saat mesâfedeki Çam dağında bulundukları zaman üzerinde tefekkür ettikleri Çam ağacı

126
Jenerik

Bediüzzaman Hazretleri Rusya esâretinden avdet edip Almanya’ya uğradığı zaman Almanlar tarafından 1918 tarihinde alınmış fotoğrafı∗∗∗

127
Jenerik

Dâru'l-Hikmet’te bulunduğu zamanlarda geçirdiği bir inkılâb-ı rûhîyi, bilâhare neşrettiği bir eserinde şöyle beyân ediyor:

Dâru'l-Hikmet’te bulunduğu zamanlarda geçirdiği bir inkılâb-ı rûhîyi, bilâhare neşrettiği bir eserinde şöyle beyân ediyor:

“Eski Said’in gâfil kafasına müdhiş tokatlar indi, “El-Mevtü Hakkun” kaziyesini düşündü. Kendini bataklık çamurunda gördü. Medet istedi, bir yol aradı, bir halâskâr taharrî etti. Gördü ki, yollar muhtelif; tereddütte kaldı. Gavs-ı A'zam olan Şeyh-i Geylânî’nin (R.A.) “Fütûhu'l-Gayb” nâmındaki kitabıyla tefe'ül etti. Tefe'ülde şu çıktı:

اَنْتَ فِى دَارِ الْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَبِيبًا يُدَاوِى قَلْبَكَ

Acîbdir ki; o vakit ben, Dâru'l-Hikmeti'l-İslâmiye âzâsı idim. Güyâ Ehl-i İslâm’ın yaralarını tedâviye çalışan bir hekim idim. Hâlbuki en ziyâde hasta ben idim. Hasta evvelâ kendine bakmalı, sonra hastalara bakabilir.

İşte Hazret-i Şeyh bana der ki: “Sen kendin hastasın, kendine bir tabib ara!” Ben dedim: “Sen tabibim ol!” Tuttum, kendimi ona muhâtab addederek, o kitabı bana hitâb ediyor gibi okudum. Fakat kitabı çok şiddetli idi. Gururumu dehşetli kırıyordu. Nefsimde şiddetli ameliyât-ı cerrâhiye yaptı. Dayanamadım, yarısına kadar kendimi ona muhâtab ederek okudum; bitirmeye tahammülüm kalmadı. O kitabı dolaba koydum. Fakat sonra, ameliyât-ı şifâkârâneden gelen acılar gitti, lezzet geldi. O birinci üstadımın kitabını tamam okudum ve çok istifade ettim. Ve onun virdini ve münâcâtını dinledim, çok istifaza ettim.

Sonra İmâm-ı Rabbânî’nin “Mektûbat” kitabını gördüm, elime aldım. Hàlis bir tefe'ül ederek açtım. Acâibdendir ki, bütün Mektûbatında yalnız iki yerde “Bediüzzaman” lafzı var. O iki mektûb bana birden açıldı. Pederimin ismi Mirza olduğundan, o mektûbların başında “Mirza Bediüzzaman’a Mektûb” diye yazılı olarak gördüm. Fesübhânallâh! Dedim, bu bana hitâb ediyor. O zaman Eski Said’in bir lakabı, “Bediüzzaman” idi. Hâlbuki Hicretin üçyüz senesinde, Bediüzzaman-ı Hemedânî’den başka o lakabla iştihâr etmiş zâtları bilmiyordum. Demek İmâm’ın zamanında dahi öyle bir adam vardı ki, ona o iki mektûbu yazmış. O zâtın hâli, benim hâlime benziyormuş ki, o iki mektûbu kendi derdime devâ buldum. Yalnız İmâm, o mektûblarında tavsiye ettiği gibi çok mektûblarında musırrâne şunu tavsiye ediyor: “Tevhid-i kıble et.” Yani: “Birini üstad tut, arkasından git, başkasıyla meşgul olma.”

128
Jenerik

Şu en mühim tavsiyesi, benim isti'dâdıma ve ahvâl-i rûhiyeme muvâfık gelmedi. Ne kadar düşündüm: “Bunun arkasından mı, yoksa ötekinin mi arkasından gideyim?” Tahayyürde kaldım. Herbirinde ayrı ayrı câzibedâr hâsiyetler var. Biriyle iktifâ edemiyordum. O tahayyürde iken, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetiyle kalbime geldi ki: “Bu muhtelif turukların başı ve şu cetvellerin menba'ı ve şu seyyârelerin güneşi, Kur'ân-ı Hakîm’dir. Hakîki tevhid-i kıble bunda olur. Öyle ise, en a'lâ mürşid de ve en mukaddes üstad da odur.” Ona yapıştım. (Hâşiye) [37] ...”

∗∗∗

Harb-i Umumî’de mağlûbiyetimizden dolayı fazla müteessir olduğunuzu görüyoruz” diyenlere cevaben:

“Harb-i Umumî’de mağlûbiyetimizden dolayı fazla müteessir olduğunuzu görüyoruz” diyenlere cevaben:

– Ben kendi elemlerime tahammül ettim; fakat Ehl-i İslâmın eleminden gelen teellümât beni ezdi. Âlem-i İslâma indirilen darbelerin en evvel kalbime indiğini hissediyorum. Onun için bu kadar ezildim. Fakat bir ışık görüyorum ki, o elemlerimi unutturacak inşâallâh, diyerek tebessüm eylerdi.

İstanbul’da, en büyük ve en ehemmiyetli ve te'sirli hizmet-i vataniye ve milliyesinden birisi de “Hutuvât-ı Sitte” adlı eseriyle, gaddâr zâlimlerin yüzlerine tükürüp, izzet-i diniyeyi ve şeref-i İslâmiyeyi muhâfaza etmesidir. İstanbul’un yabancılar tarafından işgali sıralarında, İngiliz Anglikan Kilisesinin, Meşîhat-i İslâmiye’den sorduğu altı suâline, altı tükürük mânâsında verdiği ma'kul ve sert cevabları, onun derece-i cesâret ve kemâlât ve şecâatini fiilen göstermektedir. Hutuvât-ı Sitte’yi neşrettiği zaman, Çanakkale’de muhârebe oluyordu. İstanbul’un işgalini müteâkib İngiliz Başkumandanına bu eser gösterilir ve Bediüzzaman’ın bütün kuvvetiyle aleyhte bulunduğu kendisine ihbar edilir. O cebbâr kumandan, i'dâm kararıyla vücûdunu ortadan kaldırmak istedi ise de; fakat kendisine, Bediüzzaman i'dâm edilirse, bütün Şarkî Anadolu, İngiliz’e ebediyen adâvet edeceği ve aşîretler her ne bahâsına olursa olsun isyan edecekleri söylenmesi üzerine bir şey yapamaz.

129
Jenerik

İstanbul’da, İngilizler desîseleriyle Şeyhülislâmı ve diğer bazı ulemâyı lehlerine çevirmeğe çalışmalarına mukâbil, Bediüzzaman, “Hutuvât-ı Sitte” adlı eseri ve İstanbul’daki fa'âliyeti ile; İngiliz’in, Âlem-i İslâm ve Türkler aleyhindeki müstemlekecilik siyasetini ve entrikalarını, tarihî düşmanlığını etrafa neşrederek, Anadolu’daki Millî Kurtuluş Hareketini desteklemiş, bu hususta en büyük âmillerden birisi olmuştu.

Bu hizmetine dair kendi ifâdesinden bir parça:

“Bir zaman İngiliz Devleti, İstanbul Boğazı’nın toplarını tahrib ve İstanbul’u istilâ ettiği hengâmda, o devletin en büyük dâire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin Başpapazı tarafından, Meşîhat-i İslâmiye’den dinî altı suâl soruldu. Ben de o zaman, Dâru'l-Hikmeti'l-İslâmiye’nin âzâsı idim. Bana dediler: “Bir cevab ver. Onlar, altı suâllerine altıyüz kelime ile cevab istiyorlar.” Ben dedim: “Altıyüz kelime ile değil, altı kelime ile değil, hattâ bir kelime ile değil, belki bir tükürük ile cevab veriyorum. Çünkü o devlet, işte görüyorsunuz ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrûrâne üstümüzde suâl sormasına karşı yüzüne tükürmek lâzım geliyor... Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!... demiştim.”∗∗∗

► (10) ◄

İstanbul’daki bu çok ehemmiyetli ve muvaffakıyetli hizmetinden, Türk milletine pek ziyâde menfaatler husûle geldiğini müşâhede eden Ankara hükûmeti; Bediüzzaman’ın kıymet ve ehemmiyetini takdir ederek, Ankara’ya dâvet ederler. M. Kemâl Paşa, şifre ile dâvet etmiş ise de cevaben:

– Ben, tehlikeli yerde mücâhede etmek istiyorum. Siper arkasında mücâhede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu’dan ziyâde burayı daha tehlikeli görüyorum, demiştir.

Üç defa şifre ile dâvet ediliyor. Eski Van Vâlisi, dostu Meb'ûs Tahsin Bey vâsıtasıyla dâvet edildiği için, nihâyet karar verir ve Ankara’ya gelir. Ankara’da alkışlarla karşılanır. Fakat ümîd ettiği muhîti bulamaz. Kendisi, Hacıbayram civarında ikamet eder. Meclis-i Meb'ûsânda, dine karşı gördüğü lâkaydlık ve garblılaşmak bahânesi altında, Türk milletinin kudsî mefâhir-i tarihiyesi olan Şeâir-i İslâmiyeden bir soğukluk gördüğü için, meb'ûsların ibâdete, bilhassa namaza müdâvim olmalarının lüzum ve ehemmiyetine dair bir beyânnâme neşreder ve meb'ûslara dağıtır. Kâzım Karabekir Paşa da M. Kemâl’e okur. O beyânnâme şudur.

130
Jenerik

يَا اَيُّهَا الْمَبْعُوثُونَ اِنَّكُمْ لَمَبْعُوثُونَ لِيَوْمٍ عَظِيمٍ

“Ey mücâhidîn-i İslâm ve ey ehl-i hall ve akd!..

Bu fakirin, bir mes'elede on sözünü, birkaç nasihatini dinlemenizi ricâ ediyorum.

1 – Şu muzafferiyetteki hàrikulâde ni'met-i İlâhiye bir şükür ister ki devam etsin, ziyâde olsun. Yoksa, ni'met böyle şükür görmezse, gider. Mâdem ki Kur'ânı, Allah’ın tevfikiyle düşmanın hücumundan kurtardınız. Kur'ânın en sarîh ve en kat'î emri olan “salât” gibi ferâizi imtisal etmeniz lâzımdır; tâ onun feyzi, böyle hàrika sûretinde üstünüzde tevâlî ve devam etsin.

2 – Âlem-i İslâm’ı mesrûr ettiniz, muhabbet ve teveccühünü kazandınız; lâkin o teveccüh ve muhabbetin idâmesi, Şeâir-i İslâmiyeyi iltizam ile olur. Zîra Müslümanlar, İslâmiyet hasebiyle sizi severler.

3 – Bu âlemde, evliyâullâh hükmünde olan gâzi ve şühedâlara kumandanlık ettiniz!.. Kur'ânın evâmir-i kat'îsine imtisal etmekle, öteki âlemde de o nurânî gürûha refîk olmaya çalışmak, àlî himmetlilerin şe'nidir. Yoksa burada kumandan iken, orada bir neferden istimdâd-ı nur etmeye muztar kalacaksınız. Bu dünya-yı deniye, şân ve şerefiyle öyle bir metâ' değil ki, aklı başındaki insanları işbâ' etsin, tatmin etsin ve maksûd-u bizzat olsun...

4 – Bu millet-i İslâmın cemâatleri, her ne kadar bir cemâat namazsız kalsa, hattâ fâsık da olsa, yine başlarındakini mütedeyyin görmek ister. Hattâ umum Kürdistan'da, umum memurlara dair en evvel sordukları suâl bu imiş: “Acaba namaz kılıyorlar mı?” derler, namaz kılarsa mutlak emniyet ederler; kılmazsa ne kadar muktedir olsa nazarlarında müttehemdir.

Bir zaman, Beytüşşebab aşâirinde isyan vardı. Ben gittim sordum:

– Sebeb nedir?

Dediler ki:

– Kaymakamımız namaz kılmıyordu; öyle dinsizlere nasıl itâat edeceğiz?... Hâlbuki bu sözü söyleyenler de namazsız, hem de eşkıyâ idiler.

5 – Enbiyânın ekseri Şarkta ve hükemânın ağlebi Garbda gelmesi Kader-i Ezelînin bir remzidir ki, Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir; akıl ve felsefe değildir. Mâdem Şarkı intibâha getirdiniz; fıtratına muvâfık

131
Jenerik

bir cereyan veriniz. Yoksa sa'yiniz ya hebâen-mensûra gider veya sathî kalır.

6 – Hasmınız ve İslâmiyet düşmanı İngiliz, dindeki kayıdsızlığınızdan pek fazla istifade ettiler ve ediyorlar. Hattâ diyebilirim ki; Yunan kadar İslâma zarar veren, dinde ihmalinizden istifade eden insanlardır. Maslahat-ı İslâmiye ve selâmet-i millet nâmına bu ihmali, a'mâle tebdil etmeniz gerektir. Görülüyor ki, İttihâdçıların o kadar azîm ve sebat ve fedâkarlıklarıyla; hattâ, İslâmın şu intibâhına da sebeb oldukları hâlde, bir kısmı dinde lâübâlîlik tavrını gösterdikleri için, dâhildeki milletten nefret ve tezyif gördüler. Hàriçteki İslâmlar, dindeki ihmallerini görmedikleri için, onlara takdir ve hürmet verdiler ve veriyorlar.

7 – Âlem-i küfür, bütün vesâitiyle ve medeniyetiyle, felsefesiyle, fünûnuyla, misyonerleriyle, Âlem-i İslâma hücum ve maddeten uzun zamandan beri galebe ettikleri hâlde; Âlem-i İslâma dinen galebe edemedi. Ve dâhilî bütün fırak-ı dâlle-i İslâmiye, birer kemmiye-i kalîle-i muzırra sûretinde mahkûm kaldığı ve İslâmiyet, metânetini ve salâbetini sünnet ve cemâatle muhâfaza eylediği bir zamanda, lâübâliyâne, Avrupa medeniyet-i habîsesinden süzülen bir cereyan-ı bid'akârâne sînesinde yer tutamaz. Demek Âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılâbvâri bir iş görmek; İslâmiyetin desâtirine inkıyad ile olabilir; başka olamaz, hem olmamış, olmuş ise çabuk ölüp sönmüş.

8 – Za'f-ı dine sebeb olan Avrupa medeniyet-i sefîhânesi yırtılmaya yüz tuttuğu bir zamanda ve medeniyet-i Kur'ânın zaman-ı zuhûru geldiği bir ânda, lâkaydâne ve ihmalkârâne müsbet bir iş görülmez. Menfîce tahribkârâne iş ise, bu kadar rahnelere ma'rûz kalan İslâm, zâten muhtaç değildir.

9 – Sizin muzafferiyetinizi ve hizmetinizi takdir eden ve sizi seven cumhûr-u mü'minîndir ve bilhassa tabaka-i avâmdır ki, sağlam Müslümanlardır. Sizi ciddi sever ve tutar ve size minnetdârdır ve fedâkârlığınızı takdir ederler ve intibâha gelmiş en cesîm ve müdhiş bir kuvveti size takdim ederler. Siz dahi, evâmir-i Kur'âniyeyi imtisal ile onlara ittisal ve istinâd etmeniz, maslahat-ı İslâm nâmına zarûrîdir. Yoksa, İslâmiyetten tecerrüd eden bedbaht, milliyetsiz, Avrupa meftûnu, frenk mukallidlerini avâm-ı müslimîne tercih etmek, maslahat-ı İslâma münâfî olduğundan; Âlem-i İslâm, nazarını başka tarafa çevirecek ve başkasından istimdâd edecektir.

10 – Bir yolda dokuz ihtimal-i helâket, tek bir ihtimal-i necât varsa; hayatından vazgeçmiş mecnûn bir cesur lâzım ki o yola sülûk etsin. Şimdi, yirmidört saatten bir saati işgal eden namaz gibi, zarûriyât-ı diniyenin

132
Jenerik

imtisalinde yüzde doksan dokuz ihtimal-i necât var; yalnız gaflet, tenbellik haysiyetiyle, bir ihtimal zarar-ı dünyevî olabilir. Hâlbuki ferâizin terkinde, doksan dokuz ihtimal-i zarar var. Yalnız gaflete, dalâlete istinâd eden tek bir ihtimal-i necât olabilir.

Acaba, dine ve dünyaya zarar olan ihmal ve ferâizin terkine ne bahâne bulunabilir? Hamiyet nasıl müsâade eder? Bâhusus, bu mücâhidîn kumandanlar ve Büyük Meclis taklid edilir. Kusurlarını, millet ya taklid veya tenkid edecek. İkisi de zarardır. Demek onlarda hukukullâh, hukuk-u ibâdı da tazammun ediyor. Sırr-ı tevâtür ve icmâı tazammun eden hadsiz ihbarâtı ve delâili dinlemeyen ve safsata-i nefis ve vesvese-i şeytandan gelen bir vehmi kabûl eden adamlarla, hakîki ve ciddi iş görülmez.

Şu inkılâb-ı azîmin temel taşları sağlam gerek...

Şu meclisin şahsiyet-i maneviyesi, sâhib olduğu kuvvet cihetiyle, mânâ-yı saltanatı derûhde etmiştir. Eğer Şeâir-i İslâmiyeyi bizzat imtisal etmek ve ettirmekle mânâ-yı hilâfeti dahi vekâleten derûhde etmezse, hayat için dört şeye muhtaç; fakat an'ane-i müstemirre ile günde lâakal beş defa dine muhtaç olan; şu fıtratı bozulmayan ve lehviyât-ı medeniye ile ihtiyacât-ı rûhiyesini unutmayan milletin hâcât-ı diniyesini Meclis tatmin etmezse; bilmecbûriye, mânâ-yı hilâfeti tamamen kabûl ettiğiniz isme ve resme ve lafza verecek ve o mânâyı idâme etmek için, kuvveti dahi verecek. Hâlbuki Meclis elinde bulunmayan ve Meclis tarîkiyle olmayan öyle bir kuvvet, inşikak-ı asâya sebebiyet verecektir. İnşikak-ı asâ ise, ﴾ وَ اعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمِيعًا ﴿ âyetine zıttır.

Zaman, cemâat zamanıdır. Cemâatin rûhu olan şahs-ı manevî daha metîndir ve tenfîz-i ahkâm-ı şer'iyeye daha ziyâde muktedirdir. Halife-i şahsî, ancak ona istinâd ile vezâifini derûhde edebilir. Cemâatin rûhu olan şahs-ı manevî eğer müstakîm olsa, ziyâde parlak ve kâmil olur. Eğer fenâ olsa pek çok fenâ olur. Ferdin iyiliği de, fenâlığı da mahduttur. Cemâatin gayr-ı mahduttur. Harice karşı kazandığınız iyiliği, dâhildeki fenâlıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki, ebedî düşmanlarınız ve zıdlarınız ve hasımlarınız, İslâmın şeâirini tahrib ediyorlar. Öyle ise zarûrî vazifeniz, şeâiri ihyâ ve muhâfaza etmektir. Yoksa şuûrsuz olarak, şuûrlu düşmana yardımdır. Şeâirde tehâvün, za'f-ı milliyeti gösterir. Za'f ise, düşmanı tevkìf etmez, teşci' eder.”

﴿ حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ ﴾∗∗∗

133
Jenerik

► (11) ◄

Bu meb'ûsâna hitâb, namaz kılanlara altmış meb'ûs daha ilâve eder. Namazgâh olan küçücük odayı, büyük bir odaya tebdil ettirir.

Bu parça, meb'ûslara ve umum kumandanlara ve ulemâlara okutturulmakla, reisle şiddetli bir münâkaşaya sebebiyet verir. Bir gün dîvân-ı riyâsette, elli-altmış meb'ûs içinde, karşılıklı fikir teatisinde, M. Kemâl Paşa:

– Sizin gibi kahraman bir hoca bize lâzımdır. Sizi yüksek fikirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilâf verdiniz, der. Bu söz üzerine, Bediüzzaman birkaç ma'kul cevabı verdikten sonra, şiddetle ve hiddetle iki parmağını ileri uzatarak:

– Paşa, Paşa! İslâmiyette, îmândan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan hâindir, hâinin hükmü merduttur, der. Fakat paşa tarziye verir, ilişemez.

Bediüzzaman, Ankara’da bulunduğu müddetçe, en birinci maksadı olan, Şark Dâru'l-Fünûnunun te'sisi için uğraşmaktan kat'iyyen geri durmadı. Bir gün meb'ûslar hey'etine der:

– Bütün hayatımda bu dâru'l-fünûnu takib ediyorum. Sultan Reşâd ve İttihâdçılar, yirmi bin altın lira verdiler. Siz de o kadar ilâve ediniz...

O zaman, yüzelli bin banknot vermeye karar verdiler. Bunun üzerine: “Bunu meb'ûslar imza etmelidirler” der. Bazı meb'ûslar diyorlar ki:

– Yalnız; sen, medrese usûlüyle, sırf İslâmiyet noktasında gidiyorsun; hâlbuki şimdi garblılara benzemek lâzım.

Bediüzzaman:

– O Vilâyât-ı Şarkıye, Âlem-i İslâmın bir nev'i merkezi hükmündedir; fünûn-u cedîde yanında, ulûm-u diniye de lâzım ve elzemdir. Çünkü ekser enbiyânın Şarkta, ekser hükemânın Garbda gelmesi gösteriyor ki; Şarkın terakkiyâtı dinle kàimdir. Başka vilâyetlerde sırf fünûn-u cedîde okuttursanız da, Şarkta her hâlde, millet, vatan maslahatı nâmına, ulûm-u diniye esâs olmalıdır. Yoksa, Türk olmayan Müslümanlar, Türk’e hakîki kardeşliğini hissedemeyecek. Şimdi, bu kadar düşmanlara karşı teâvün ve tesânüde muhtacız. Hattâ bu hususta size bir hakikatli misâl vereyim:

Eskiden, Türk olmayan bir talebem vardı. Eski medresemde, hamiyetli ve gayet zekî o talebem, ulûm-u diniyeden aldığı hamiyet dersi ile her vakit derdi: “Sâlih bir Türk, elbette fâsık kardeşimden ve babamdan bana daha ziyâde kardeştir ve akrabadır.” Sonra aynı talebe, tâlihsizliğinden, sırf maddî fünûn-u cedîde okumuş. Sonra ben –dört sene sonra– esâretten gelince onunla konuştum. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki:

134
Jenerik

– Ben şimdi, râfizî bir Kürd’ü, sâlih bir Türk hocasına tercih ederim. Ben de:

– Eyvâh! dedim, ne kadar bozulmuşsun? Bir hafta çalıştım, onu kurtardım; eski hakikatli hamiyete çevirdim.

İşte ey meb'ûslar!... O talebenin evvelki hâli, Türk milletine ne kadar lüzumu var. İkinci hâli, ne kadar vatan menfaatine uygun olmadığını fikrinize havâle ediyorum. Demek –farz-ı muhâl olarak– siz başka yerde dünyayı dine tercih edip, siyasetçe dine ehemmiyet vermeseniz de; her hâlde Şark vilâyetlerinde din tedrîsatına a'zamî ehemmiyet vermeniz lâzım.

Bu hakikatli ma'ruzât üzerine, muhâlifler dışarı çıkıp, yüz altmış üç meb'ûs o kararı imza ederler.∗∗∗

► (12) ◄

Bediüzzaman, küçük yaşında iken tasavvur ettiği ve hayatını o yolda fedâ etmeye azmettiği ve hayatının bir gayesi ve neticesi olarak kabûl ettiği “Âlem-i İslâmda büyük bir intibâh ve inkişaf” emeliyle Ankara’ya gelmişti. Daha meşrûtiyetin ilânından evvel, İstanbul’a gelmeden, Şarkî Anadolu’da, yüzlerce ehl-i ilim ve erbâb-ı fazilet kimselerle mübâhaseleri ve İstanbul’da birdenbire meydâna çıkarak, ulemâyı hayrete sevketmesi ve ehl-i siyaseti telâşa düşürmesi; rûhunda büyük bir İslâmî inkılâbın müessisi hâlinin mevcûd olduğunu gösteriyordu. Ve kendisi, daha eskiden rûhunda bu vazifenin mes'ûliyetini, hem şevk ve sürûrunu hissetmişti.

Hürriyetin ilânını müteâkib; gazetelerde meşrûtiyeti şerîata hàdim yapmakla, Anadolu ve Âlem-i İslâm kıt'asında büyük bir saâdetin zuhûruna vesile olunacak ümîdiyle neşrettiği makaleler ve muhtelif ictimâ'lardaki nutukları, hep bu mezkûr niyet ve tasavvurunun neticesi idi. “El-Hutbetü'ş-Şâmiye”, “Sünûhât” ve “Lemeât” gibi bazı eserlerinde de görüldüğü gibi “Şu istikbâl zulümâtı ve inkılâbları içerisinde en gür ve en muhteşem sadâ, Kur'ânın sadâsı olacaktır!” diye beyânâtı vardı.

Abbâsîleri müteâkiben, Âlem-i İslâm içinde İslâmî idareyi ele alan Türklerin bin senelik muazzam idaresinden ve hilâfet sürmelerinden sonra, bütün dünyayı dehşete veren bir harb-i umumî meydâna gelmiş, Osmanlı Devleti inkırâz bulmuş, İslâmın ebedî düşmanları, merkez-i hükûmeti istilâ ederek, Müslümanlığın mahvolduğu kanâatine varmışlardı!.. İşte, Bediüzzaman, İlâhî kudretin tecellîsiyle ve ihsânıyla, böyle en elzem bir vakitte, dine revâc verebilecek bir teşekkülün zuhûru

135
Jenerik

dolayısıyla ve kendisi de beraber çalışmak ümîdiyle Ankara’ya gelmişti. Avn-i İlâhî ve Mu'cize-i Peygamberî ile düşman taarruzlarını def'eden ve milletin idaresinin başına geçen yeni Hükûmet-i Cumhûriyede, doğrudan doğruya Kur'âna istinâd eden ve Âlem-i İslâmın vahdetini nokta-i istinâd yapacak ve İslâmiyetin hakikatinde mevcûd kuvve-i ulviye ile maddî ve manevî medeniyeti meydâna getirecek bir niyet ve gayeyi bulundurmak ve aşılamak üzere mecliste çalışıyordu. Fakat, pek kuvvetli mâniler karşısına çıktı.

Âlem-i İslâmı alâkadar eden ve bin üçyüz yıllık ümmetin, dehşetli tehlikesinden istiâze ettiği (Allaha sığındığı) bir zamanın ve fitneyi ateşlendireceklerin kimler olduğunu anlamış bulunuyordu. Bir gün riyâset odasında, M. Kemâl Paşa ile iki saat kadar konuştular. İslâm ve Türk düşmanlarının arasında nâm kazanmak emeliyle, Şeâir-i İslâmiyeyi tahrib etmenin, bu millet ve vatan ve Âlem-i İslâm hakkında büyük zarar tevlîd edeceğini, eğer bir inkılâb yapmak icâb ediyorsa, doğrudan doğruya İslâmiyete müteveccihen Kur'ânın kudsî kanun-u esâsîsi noktasından yapmak lâzım geldiği meâlinde ihtarlarda bulunur ve şu temsîli ders verir. (Mektûbat “Altıncı Risale olan Altıncı Kısım Birinci Desîse”)

Meselâ: Ayasofya Câmii, ehl-i fazl ve kemâlden mübârek ve muhterem zâtlarla dolu olduğu bir zamanda, tek-tük, sofada ve kapıda haylaz çocuklar ve serseri ahlâksızlar bulunup; câmiin pencerelerinin üstünde ve yakınında ecnebîlerin eğlence-perest seyircileri bulunsa, bir adam o câmiye girip ve o cemâat içine dâhil olsa; eğer güzel bir sadâ ile şirin bir tarzda Kur'ândan bir aşir okusa, o vakit binler ehl-i hakikatin nazarları ona döner, hüsn-ü teveccühle, manevî bir duâ ile, o adama bir sevâb kazandırırlar. Yalnız, haylaz çocukların ve serseri mülhidlerin ve tek-tük ecnebîlerin hoşuna gitmeyecek. Eğer o mübârek câmiye ve o muazzam cemâat içine o adam girdiği vakit, süflî ve edebsizcesine fuhşa ait şarkıları bağırıp çağırsa, raksedip zıplasa; o vakit o haylaz çocukları güldürecek, o serseri ahlâksızları fuhşiyâta teşvik ettiği için hoşlarına gidecek ve İslâmiyetin kusurunu görmekle mütelezziz olan ecnebîlerin istihzâkârâne tebessümlerini celbedecek. Fakat umum o muazzam ve mübârek cemâatin bütün efrâdından, bir nazar-ı nefret ve tahkîr celbedecektir. Esfel-i sâfilîne sukùt derecesinde nazarlarında alçak görünecektir.

İşte aynen bu misâl gibi; Âlem-i İslâm ve Asya, muazzam bir câmidir. Ve içinde ehl-i îmân ve ehl-i hakikat, o câmideki muhterem cemâattir. O haylaz çocuklar ise, çocuk akıllı dalkavuklardır. O serseri ahlâksızlar, frenk-meşreb, milliyetsiz, dinsiz heriflerdir. Ecnebî seyircileri ise, ecnebîlerin nâşir-i efkârı olan gazetecileridir. Herbir Müslüman,

136
Jenerik

hususan ehl-i fazl ve kemâl ise; bu câmide, derecesine göre bir mevkii olur, görünür, nazar-ı dikkat ona çevrilir. Eğer İslâmiyetin bir sırr-ı esâsı olan ihlâs ve rızâ-yı İlâhî cihetinde, Kur'ân-ı Hakîm’in ders verdiği ahkâm ve hakàik-ı kudsiyeye dair harekât ve a'mâl ondan sudûr etse, lisân-ı hâli ma'nen Âyât-ı Kur'âniyeyi okusa; o vakit ma'nen Âlem-i İslâm’ın herbir ferdinin vird-i zebânı olan اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ لِلْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ duâsında dâhil olup hissedar olur ve umumu ile uhuvvetkârâne alâkadar olur. Yalnız hayvanat-ı muzırra nev'inden bazı ehl-i dalâletin ve sakallı çocuklar hükmündeki bazı ahmakların nazarlarında kıymeti görünmez. Eğer o adam, medâr-ı şeref tanıdığı bütün ecdâdını ve medâr-ı iftihar bildiği bütün geçmişlerini ve rûhen nokta-i istinâd telâkki ettiği selef-i sâlihînin cadde-i nurânîlerini terkedip heveskârâne, hevâ-perestâne, riyâkârâne, şöhret-perverâne, bid'akârâne işlerde ve harekâtta bulunsa; ma'nen bütün ehl-i hakikat ve ehl-i îmânın nazarında en alçak mevkie düşer.

اِتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُؤْمِنِ فَاِنَّهُ يَنْظُرُ بِنُورِ اللّٰهِ

Sırrına göre; ehl-i îmân ne kadar âmî ve câhil de olsa, aklı derketmediği hâlde, kalbi öyle hodfürûş adamları; soğuk görür, ma'nen nefret eder.

İşte, hubb-u câha meftûn ve şöhret-perestliğe mübtelâ adam (ikinci adam) hadsiz bir cemâatin nazarında esfel-i sâfilîne düşer. Ehemmiyetsiz ve müstehzi ve hezeyancı bazı serserilerin nazarında muvakkat ve menhus bir mevki kazanır ﴾ اَلْاَخِلَّاءُ يَوْمَئِذٍ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ اِلَّا الْمُتَّقِينَ ﴿ sırrına göre; dünyada zarar, berzahta azâb, âhirette düşman bazı yalancı dostları bulur.

Birinci sûretteki adam, farazâ hubb-u câhı kalbinden çıkarmazsa, fakat ihlâsı ve rızâ-yı İlâhîyi esâs tutmak ve hubb-u câhı hedef ittihàz etmemek şartıyla; bir nev'i meşrû makam-ı manevî, hem muhteşem bir makam kazanır ki, o hubb-u câh damarını tamamıyla tatmin eder. Bu adam az, hem pek az ve ehemmiyetsiz bir şey kaybeder; ona mukâbil, çok, hem pek çok kıymetdâr, zararsız şeyleri bulur. Belki birkaç yılanı kendinden kaçırır; ona bedel, çok mübârek mahlûkları arkadaş bulur, onlarla ünsiyet eder. Veya ısırıcı yabânî eşek arılarını kaçırıp, mübârek rahmet şerbetçileri olan arıları kendine celbeder. Onların ellerinden bal yer gibi, öyle dostlar bulur ki; dâima duâlarıyla âb-ı kevser gibi feyizler, Âlem-i İslâm’ın etrafından onun rûhuna içirilir ve defter-i a'mâline geçirilir.”

M. Kemâl Paşa i'tirâz ile içindeki niyet ve hâlet-i rûhiyesini ifâde ile Bediüzzaman’ı kendine çekmek ve nüfûzundan istifade etmek ister.

137
Jenerik

Ve Bediüzzaman’a meb'ûsluk, hem Dâru'l-Hikmet’teki eski vazifesini, hem Şarkta Şeyh Sinûsî’nin yerine vâiz-i umumî, hem bir köşk tahsîsi gibi teklifler yapar.

Bediüzzaman, rivâyetlerde gelen eşhâs-ı âhirzamana ait haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul’da te'vilini söylediği hadîslerin ihbar ettiği âhirzamanın dehşetli şahıslarının Âlem-i İslâm ve insaniyette zuhûr ettiğini görür. Ve yine, gelen rivâyetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukàbele edecek olan hizbü'l-Kur'ân hakkında, “O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset cânibiyle onlara galebe edilmez; ancak manevî kılınç hükmünde i'câz-ı Kur'ânın nurlarıyla mukàbele edilebilir” tavsiyesine mürâatla, Ankara’da teşrîk-i mesâî edemeyeceği için, kendisine tevdî' edilmek istenen meb'ûsluk, Dâru'l-Hikmeti'l-İslâmiye gibi Diyânetteki âzâlığı, hem Vilâyât-ı Şarkıye vâiz-i umumîliği tekliflerini kabûl etmez. Kendisini fikrinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankara’dan ayrılmamasını ricâ için istasyona kadar gelen bir kısım meb'ûsların da arzularına uyamayacağını bildirerek Ankara’dan ayrılır, Van’a gider. Ve orada hayat-ı ictimâiyeden uzaklaşarak Erek Dağı eteğinde, Zernebad Suyu başında bir mağaracıkta idâme-i hayat etmeye başlar.∗∗∗

138
Jenerik

Ankara’daki Hayatına Dair Risale-i Nur’dan Bir Parça

Ankara’daki Hayatına Dair Risale-i Nur’dan Bir Parça

(Yirmiüçüncü Lem'a “Tabiat Risalesi”nden)

....Binüçyüz otuzsekizde Ankara’ya gittim. İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden neş'e alan ehl-i îmânın kuvvetli efkârı içinde, gayet müdhiş bir zındıka fikri içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. Eyvâh! dedim, bu ejderha îmânın erkânına ilişecek. O vakit, şu âyet-i Kerîmenin bedâhet derecesinde Vücûd ve Vahdâniyeti ifhâm ettiği cihetle ondan istimdâd edip, o zındıkanın başını dağıtacak derecede Kur'ân-ı Hakîmden alınan kuvvetli bir bürhânı, Arabî bir Risalede yazdım. Ankara’da Yeni Gün Matbaasında tab'ettirmiştim. Fakat maatteessüf, Arabî bilen az ve ehemmiyetle bakanlar da nâdir olmakla beraber, gayet muhtasar ve mücmel bir sûrette o kuvvetli bürhân te'sirini göstermedi. Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu...”

Bediüzzaman, kendisine tevdî' edilen meb'ûsluğu ve teklif edilen Diyânetteki Müşâvere âzâlığını ve Şark Vilâyetleri Umumî Vâizliğini kabûl etmeyerek Ankara’dan Van’a giderken “Eski Said’i yeni Said’e götüren tren bileti”

139

  1. (Hâşiye) Molla Said'de küçük yaşta görülen bu izzet, nefse muhabbetten gelmiyordu. Kader-i İlâhî, istikbâlde İ'lâ-yı Kelimetullâh vazifesini inâyetiyle vereceği bir abdine, o vazifeyi bihakkın îfâsı için lâzım olacak hasletlerden biri olan izzet-i ilmiyeyi vermişti. Molla Said, henüz o zaman bunun mâhiyet ve hikmetini belki bilemiyordu fakat zaman gösterdi ki şimdi muhteşem bir ağaç mâhiyetini alan Risale-i Nurun muazzam ve geniş hizmetinin levâzımatından olan izzet-i ilmiyeyi Cenâb-ı Hak Molla Said'in rûhunda, tâ o zaman küçük bir çekirdek olarak dercetmişti.↩︎

  2. (Hâşiye-1) Zekât ve sadaka ve mukâbilsiz hiçbir şey almadığının sebeb ve hikmeti, Risale-i Nurdan İkinci Mektûb ve sâir risalelerde beyân edilmiştir. Evet, Molla Said'in istikbâlde Risale-i Nurla göreceği hizmet-i îmâniyeyi kemâl-i ihlâsla îfâsı ve bu hizmetin meydâna gelebilmesi için "uhrevî hizmetin mukâbilinde hiçbir şey taleb etmemek" olan kudsî düsturun icmâlî bir fihristesi, daha küçük yaşında iken Rahmet-i İlâhiye tarafından rûhunda yerleştirilmişti.↩︎

  3. (Hâşiye-2) Tarihçe-i hayatında yazılmamış, o rüyada mazhar olduğu bir hakikati sonradan şöyle anladık ki: Molla Said, Hazret-i Peygamberden ilim talebinde bulunmasına karşılık Hazret-i Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, ümmetinden suâl sormamak şartıyla İlm-i Kur'ânın ta'lim edileceğini tebşîr etmişler. Aynen bu hakikat hayatında tezâhür etmiş. Daha sabâvetinde iken bir allâme-i asır olarak tanınmış ve kat'iyyen kimseye suâl sormamış, fakat sorulan bütün suâllere mutlaka cevab vermiştir.↩︎

  4. (Hâşiye) Yirmiüç senede te'lifi tamamlanan ve yüzotuz kitaptan müteşekkil "Risale-i Nur" adlı eserleriyle, İlm-i Kelâm sahasında bir teceddüd yaptığı görülmüştür. Evet, kendisi, onbeş sene tahsili lâzım gelen ilmi üç ayda elde etmesi, gaybî bir işârettir ki: "Bir zaman gelecek, onbeş sene değil, bir sene bile ilm-i îmân dersini alacak medreseler ele geçmeyecek. İşte o zamanda müştâklara onbeş senelik dersi onbeş haftada ellere verebilecek Kur'ânî bir tefsir çıkacak ve Said onun hizmetinde bulunacak." Evet tam zuhûr etti ve aynen görüldü. Risale-i Nur, otuz senelik müdhiş bir zamanda gizli dinsiz ve ifsad komitelerinin hücumlarına rağmen îmân hakikatleri derslerini yüzbinler nüshalarıyla her tarafta neşrettiler ve binler kalemlerin gayretleriyle matbaalara ihtiyaç bırakmadan Kur'ânın bu yeni dersleri yayıldı; milyonlarca insanın îmânlarının takviyesine vesile oldu. Anadolu'daki Risale-i Nurun fa'âliyeti, îmân hizmeti ve ma'kul yüksek dersleri, herkesin nazar-ı dikkatini celbetti; mahkemeler ve tedkikler yoluyla Cenâb-ı Hak, Nurları, ehl-i siyaset ve hükûmete de okutturdu; ve mektebliler arasında yayıldı, genç İslâm ve îmân fedâkârları çoğaldı ve bunun büyük bir neticesi olarak, küfr-ü mutlakın ve dalâletin hücumu önlendi, geri çekildi. Yer yer bütün vatanda din lehinde cereyanlar başladı. İzn-i İlâhî ile Âlem-i İslâm ve insaniyete doğmaya başlayan İslâmî saâdetin fecr-i sâdıkını gösterdi. Elhamdülillâhi Rabbi'l-Âlemîn...↩︎

  5. (Hâşiye) 1935'de Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde "Cumhûriyet hakkında fikrin nedir?" suâline cevaben:- Eskişehir mahkeme reisinden başka, daha sizler dünyaya gelmeden benim dindar bir cumhûriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım isbât eder, diyerek yukarıda zikredilen "Karınca hâdisesini" anlatır ve şöyle der:- Hulefâ-yı Râşidîn herbiri hem halife, hem reis-i cumhûr idi. Sıddık-ı Ekber, Aşere-i Mübeşşereye ve Sahâbe-i Kirâma elbette reis-i cumhûr hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adâleti ve hürriyet-i şer'iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhûriyetin reisleri idiler.↩︎

  6. (∗): Bir gün Bediüzzaman'a soruldu:- Kaydı nasıl açtın?Dedi:- Ben de bilmem. Fakat, olsa olsa namazın kerâmetidir.↩︎

  7. (Hâşiye-1) Bediüzzaman'ın çok genç yaşındaki bu vukûfiyeti, onun istikbâldeki çok muazzam Hizmet-i Kur'âniye ve İslâmiyesi için hazırlanmasını te'min etmiştir. Bu kanâatini o zaman izhâr ettiğinden otuz-kırk sene sonra, İlm-i Kelâmda bir teceddüd yapan Risale-i Nur Külliyatının te'lifine Cenâb-ı Hak muvaffak eylemiştir.↩︎

  8. (Hâşiye-2) Aynı vaziyet, seksen senelik hayatında da devam etmiştir.↩︎

  9. (Hâşiye) Maatteessüf o risale Van'da bir yangında yanmıştır.↩︎

  10. (Hâşiye) Said Nursî, altmış beş sene evvel Van'da Vâli Tâhir Paşa'nın yanında iken okuduğu bir gazetede, İngiliz Müstemlekât Nâzırı'nın İngiliz Meclis-i Meb'ûsânı'nda elinde Kur'ânı göstererek: "Bu Kur'ân, Müslümanların elinde kaldıkça biz onlara hakîki hâkim olamayız. Ya Kur'ânı ortadan kaldırmalıyız, veya onları Kur'ândan soğutmalıyız" sözü üzerine, rûhunda bir feverân ve nihâyetsiz bir gayret uyanır. Kur'ânın bir mu'cize olduğunu isbât ederek her tarafa neşretmek ve kâfirleri tam susturmak ister; buna kat'î karar verir. Van'da bulunduğu onbeş sene müddet içerisinde hıfzına aldığı seksenden ziyâde kitabı ezbere devrettiği gibi, Âlem-i İslâmın hâl-i hâzırda durumu hakkında da gerekli her türlü ma'lûmâtı elde eder.Nazîrsiz bir allâme olan Bediüzzaman, daha genç yaşında görünen müstesnâ zekâ ve ilminden de anlaşıldığı gibi, sâir emsâlleri fevkınde kendisine ayrıca Hikmet-i Kur'âniye ta'lim edilmişti. Kendisi, asr-ı hâzırın ihtiyacını karşılayacak, zamanın ilmî ve edebî seviyesinin fevkınde bütün dünyaya Kur'ânın mu'cize olduğunu isbât ve herkesi iknâ edebilecek bir kàbiliyet, metânet, emel ve fedâkârlık taşıyordu.Bir buğday tanesi kadar çam çekirdeğinden dağ gibi bir ağacın zuhûru, Kudret-i İlâhiyeyi açıkça gösterdiği gibi; maddî hiçbir kuvvete sâhib olmayan, bil'akis mazlum ve bir nev'i elleri kolları bağlı bir vaziyette Bediüzzaman'ın çekirdek-misâl hayatı ve hizmetiyle tarihin en dehşetli bir devrinde hem Anadolu, hem Âlem-i İslâm, hem dünyanın ekserîsine de maddeten te'sir edecek ve zihniyetlerini değiştirecek manevî, küllî ve cihan-şümûl bir inkişafın zuhûru; aynen bir Kudret-i mutlaka ve istihdam-ı İlâhî ve sevk-i Rabbânî ile olduğu akla ve kalbe görünmektedir.Filhakîka; bir eserinde tahdîs-i ni'met sûretinde hizmet-i îmâniyeye ait inâyet-i İlâhiyeden bahsederken şöyle der:"Eski harb-i umumîde ve daha evvellerinde, bir vâkıa-i sâdıkada görüyorum ki: Ararat Dağı denilen meşhûr Ağrı Dağı'nın altındayım. Birden o dağ müdhiş infilâk etti; dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum vâlidem yanımdadır. Dedim:- Ana korkma, Cenâb-ı Hakk'ın emridir. O hem Rahîmdir, hem Hakîmdir.Birden o hâlette iken baktım ki, mühim bir zât bana âmirâne diyor ki:- İ'câz-ı Kur'ânı beyân et!Uyandım, anladım ki: Bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılâbdan sonra Kur'ân etrafındaki sûrlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur'ân kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur'âna hücum edilecek. İ'câzı onun çelik bir zırhı olacak ve şu i'câzın bir nev'ini, şu zamanda izhârına -haddimin fevkınde olarak- benim gibi bir adam namzed olacak ve namzed olduğumu anladım."↩︎

  11. (Hâşiye) Burada şunu ilâveten beyân etmek icâb eder ki: Said Nursî'nin hayatının son otuz-kırk senesinde, Din-i İslâma ve Kur'âna hizmet cihetinde fevkalâde bir rahmet ve inâyetle Risale-i Nur ihsân edildiğinden ve âlem-şümûl bir manevî cihad-ı diniye ve Hizmet-i Kur'âniyede bulunduğundan anlaşılmış ve sonra kendileri de bir manevî ihtarla kaleme almışlardır ki, onun hayatı bir intizam dâiresinde geçiyordu. Yani, ileride mühim bir Hizmet-i Kur'âniyede bulunacağı için, Cenâb-ı Hak o Hizmet-i Kur'âniyeye zemin hazırlamak hikmetiyle, Said'i fevkalhad şartlar içerisinde ve fevkalâde inâyet altında hàrika bir zekâ ve dehâ ile mücehhez olarak istihdam ve istimâl ediyordu. Onun için, Tarihçe-i Hayat'ın başında beyân edildiği vechile, O'nun hayat ve ahvâline bu nokta-i nazarla bakmak lâzımdır. Ve hattâ kendisi hürriyetten evvel birçok talebelerine, dostlarına: "Bir nur görüyorum, istikbâle büyük ümîdlerle bakıyorum" diye, ehemmiyetli bir Kur'ân hizmetinin vukû' bulacağını haber veriyordu. Bir hiss-i kable'l-vukû' ile Risale-i Nurun şimdiki manevî Hizmet-i Kur'âniye ve îmâniyesini, o zamanları siyaset âleminde olacak zannedip bütün kuvvetiyle İstanbul'da siyaseti, dine, Kur'âna âlet ederek çalışıyordu.↩︎

  12. (∗) Nitekim Bediüzzaman'ın dediği gibi; ihbarâtın iki kutbu da tahakkuk etmiş, bir-iki sene sonra Meşrûtiyet devrinde Şeâir-i İslâmiyeye muhâlif çok âdât-ı ecnebiyeyi ahzetmek ve gittikçe Türkiye'de yerleştirmek; ve şimdi Avrupa'da Kur'âna ve İslâmiyete karşı gösterilen hüsn-ü alâka ve bilhassa bahtiyar Alman milletinde fevc fevc İslâmiyeti kabûl etmek gibi hâdiseler, o ihbarı tamamıyla tasdik etmişlerdir.↩︎

  13. (Hâşiye) Evet, daha dehşetli bir istibdâd ile, pek acı ve zehirli bir esâreti bize içirdiler.↩︎

  14. (Hâşiye) Müellifin meslek ve meşrebine ait parçalar alınmış olup, tafsilât arzu edenler mezkûr esere müracaat etsinler.↩︎

  15. (∗) Bediüzzaman'a zurefâdan biri, bir gün, irfanıyla mütenâsib bir esvâb giymesi lüzumundan bahseder. Müşârün-ileyh de: "Siz, Avusturya'ya güyâ boykot yapıyorsunuz, hem onun gönderdiği kalpakları giyiyorsunuz. Ben ise, bütün Avrupa'ya boykot yapıyorum, onun için yalnız memleketimin maddî ve manevî ma'mûlâtını giyiyorum" buyurmuştur.↩︎

  16. (Hâşiye) O yarının zamanı; onbeş sene sonra yirmi sekiz senedir Müellifin sebeb-i hapsi olan Sirâcü'n-Nur'un âhirindeki bahse bakınız. Tam o yarı cinayeti bileceksiniz.↩︎

  17. (Hâşiye) Yani; bütün dünya, cin ve ins şâhid olsun ki, ben mürteciyim.↩︎

  18. (Hâşiye) Bu suâller, kırk-elli masûm mahpusun tahliyesine sebeb oldu.↩︎

  19. (Hâşiye-1) Eski Said, Nur'un parlak hâsiyetinden gelen kuvvetli bir ümîd ve tam tesellî ile siyaseti İslâmiyete âlet yaparak harâretle hürriyete çalışırken diğer bir hiss-i kable'l-vukû' ile dehşetli ve lâdînî bir istibdâd-ı mutlakın geleceğini bir hadîs-i şerîfin mânâsından anlayıp elli sene evvel haber vermiş. Said'in tesellî haberlerini o istibdâd-ı mutlak yirmibeş sene bilfiil tekzîb edeceğini hissetmiş ve otuz seneden beri اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ deyip siyaseti bırakmış, Yeni Said olmuştur.↩︎

  20. (Hâşiye-2) Gitme, dikkat et; âlîhimmet olanlar, o hâdisede sükût ettiler. Garazkâr cerideler hakîki hürriyetin sadâsını susturdular. Meşrûtiyet pek az adamların üstüne münhasır kaldı, fedâkârları da dağıldılar.↩︎

  21. (Hâşiye-1) Medresetü'z-Zehrâ'nın Van'daki nümûnesi olan ve vefât eden "Horhor Medresesi"nin mezar taşı hükmünde bulunan Van Kalesi demektir.↩︎

  22. (Hâşiye-2) İstikbâlde te'lif edilecek Risale-i Nur Külliyatını hiss-i kable'l-vukû' ile haber veriyor.↩︎

  23. (∗) Sonradan ilâve edilmiştir.↩︎

  24. (Hâşiye-1) Hayâl dahi bir simotoğraftır.↩︎

  25. (Hâşiye-2) Milliyetimiz bir vücûddur. Rûhu İslâmiyet, aklı Kur'ân ve Îmândır.↩︎

  26. (Hâşiye) Evet, kırk beş sene evvel söylenen bu sözü; Pakistan, Arabistan aşâiri dahi hâkimiyet ve istiklâliyetlerini kazandıklarından, Eski Said'i bu dersinde tasdik ediyorlar ve daha da edecekler.↩︎

  27. (Hâşiye) Eski Said, hiss-i kable'l-vukû' ile 137l'de başta Arab Devletleri Âlem-i İslâm'ın ecnebî esâretinden ve istibdâdından kurtulup İslâmî Devletler teşkil edeceklerini kırkbeş sene evvel haber vermiş. İki Harbi Umumî ve otuz-kırk sene devam eden istibdâd-ı mutlakı düşünmemiş, bin üçyüz yirmiyedide olacak gibi müjde vermiş, te'hirinin sebebini nazara almamış.↩︎

  28. (Hâşiye) Ey kardeşlerim! Kırkbeş sene evvel Said'in bu dersinden anlaşılıyor ki, O Said siyasetle ictimâiyat-ı İslâmiye ile ziyâde alâkadardır. Fakat sakın zannetmeyiniz ki O, dini siyasete âlet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Hâşâ, belki O bütün kuvvetiyle siyaseti dine âlet ediyormuş. Ve derdi ki: "Dinin bir hakikatini bin siyasete tercih ederim."Evet o zamanda kırk-elli sene evvel hissetmiş ki, bazı münâfık zındıkların siyaseti dinsizliğe âlet etmeğe teşebbüs niyetlerine ve fikirlerine mukâbil, o da bütün kuvvetiyle siyaseti İslâmiyetin hakàikına bir hizmetkâr, bir âlet yapmaya çalışmış. Fakat o zamandan yirmi sene sonra gördü ki; o gizli münâfık zındıkların garblılaşmak bahânesiyle, siyaseti dinsizliğe âlet yapmalarına mukâbil bir kısım dindar ehl-i siyaset, dini siyaset-i İslâmiyeye âlet etmeğe çalışmışlardı. İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tâbi olamaz. Ve âlet yapmak İslâmiyetin kıymetini tenzîl etmektir, büyük bir cinayettir.Hattâ Eski Said o çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü ki; bir sâlih âlim, kendi fikr-i siyâsîsine muvâfık bir münâfıkı harâretle senâ etti. Siyasetine muhâlif bir sâlih hocayı tenkid ve tefsik etti. Eski Said ona dedi:"Bir şeytan senin fikrine yardım etse rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyâsiyene muhâlif bir melek olsa lânet edeceksin."Bunun için Eski Said: اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ dedi, otuzbeş seneden beri (şimdi kırkbeş sene oldu) siyaseti terk etti. (Hâşiye-1)(Hâşiye-1) Üstadımızın yüzotuz parça kitabı ve mektûbları, üç mahkeme ve hükûmet memurları tarafından tam tedkik edildiği ve aleyhinde çalışan zâlim, mürted ve münâfıklara karşı mecbur da olduğu hâlde, hattâ i'dâmı için gizli emir verildiği hâlde, dini siyasete âlet ettiğine dair en ufak bir emâre bulamamaları, dini siyasete âlet etmediğini kat'î isbât ediyor. Ve hayatını yakından tanıyan biz Nur Şâkirdleri ise bu fevkalâde hâle karşı hayranlık duymakta ve Risale-i Nurun dâiresindeki hakîki ihlâsa bir delil saymaktayız.Nur Şâkirdleri↩︎

  29. (Hâşiye) TENBİH: "Bu İşârâtü'l-İ'câz" tefsiri, Eski Harb-i Umumî'nin birinci senesinde, cebhe-i harbde, me'hazsiz olarak, kitab mevcûd olmadığı hâlde te'lif edilmiştir. Harb zamanının zarûretinden başka, dört sebebe binâen gayet muhtasar ve îcâzlı bir tarzda yazılmış; "Fâtiha" ve nısf-ı evvel, daha mücmel, daha muhtasar kalmıştır.Evvelâ: O zaman, izâha müsâade etmiyordu. Eski Said, îcâzlı ve kısa tâbiratla ifâde-i merâm ediyordu.Sâniyen: Gayet zekî olan kendi talebelerinin derece-i fehimlerini düşünüyordu; başkaların anlamalarını düşünmüyordu.Sâlisen: Eski Said, en dakîk ve en ince olan nazm-ı Kur'ânda, îcâzlı olan i'câzı beyân ettiği için kısa ve ince düşmüştür. Fakat şimdi ise, Yeni Said nazarıyla mütâlaa ettim; elhak, Eski Said'in bütün hatîâtıyla beraber, şu tefsirdeki tedkîkàt-ı ilmiyesi, onun bir şâheseridir. Yazıldığı vakit, dâima şehîd olmaya hazırlandığı için, hàlis bir niyet ile ve belâğatın kanunlarına ve Ulûm-u Arabiyenin düsturlarına tatbik ederek yazdığı için, hiçbirini cerhedemedim. Belki Cenâb-ı Hak, bu eseri O'na bir keffâretü'z-zünûb yapacak ve bu tefsiri tam anlayacak adamları da yetiştirecek, inşâallâh. Eğer Birinci Harb-i Umumî gibi mâniler olmasaydı tefsirin şu birinci cildi i'câz vücûhundan olan i'câz-ı nazmîyi beyân ettiği gibi diğer cüz'ler ve mektûblar da müteferrik tefsir hakikatlerini içine alsaydı Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân'a güzel bir tefsir-i câmi' olurdu. Belki, inşâallâh, şu cüz'-ü tefsir yüzotuz aded "Sözler ve Lem'alar ve Mektûbat" risaleleriyle beraber me'haz olursa ileride bahtiyar bir hey'et öyle bir tefsir-i Kur'ânî yazsın. İnşâallâh.Said Nursî∗∗∗Hem, İstanbul'da Fetvâ Emini Ali Rıza Efendi, çok zaman bu tefsiri mütâlaa ile, yanına gelen dostlarına müteaddid defalar: "Bu İşârâtü'l-İ'câz, bin tefsir kuvvetinde ve kıymetindedir!" diye yemîn ederek ilân ediyordu.Şark ulemâsı, Şam ve Bağdat'ta büyük âlimler: "İşârâtü'l-İ'câz gayet hàrika ve emsâlsiz bir tefsirdir" diye istihsân etmişlerdir.↩︎

  30. (Hâşiye) Evet, Van'da Horhor Medresemizin damında esnâ-yı derste büyük bir zelzelenin gelmekte olduğunu söyledi. Hakikaten söylediği gibi, az bir zaman sonra Harb-i Umumî başladı.Hamza, Mehmed Şefîk, Mehmed Mihri↩︎

  31. (Hâşiye) İşte, muhârebenin şiddetli ânında, hayat-memât mes'elesi vaktinde "Benim zâhiren kahramanlık gibi görünen bu vaziyetim hakîki ihlâsa aykırı olmasın?" diye düşünmesi kemâlât-ı insaniyenin bir misâlidir, denilebilir. Meydân-ı harbde, düşman karşısında, gülleler içerisinde; talebelerine cesâret vermek için en elzem bir kahramanlığı fiilen göstermek emeliyle avcı hattında atını sağa sola döndürürken, bu sûretle cesâret-i îmâniye ve şehâmet-i İslâmiyeyi en a'lâ bir derecede, bir kumandan mânâsıyla îfâ ederken, rûhunda ve niyetinde en àlî ve sâfî bir mertebe-i kemâl olan sırr-ı ihlâsı kaçırmamayı ehemmiyetle düşünmesi ve dikkat kesilmesi; onun zâhiren takdire şâyân hizmet-i diniyesi, fedâkârâne mücâhedesi kadar, belki daha ziyâde, rûhunun kemâline de delâlet eder.İşte, Molla Said bütün hayatının şehâdetiyle, gerçi beyne'l-İslâm "Bediüzzaman", "Sâhibü'z-Zaman", "Fahrü'd-Deverân", "Fatînü'l-Asr" ünvânlarıyla yâdedilmiş; fakat bu, hiçbir zaman hakikatsiz ve bir sözden ibaret değildir. Risale-i Nur ile yaptığı muazzam hizmet-i îmâniye ve Kur'âniyesi ve teşkil ettiği hamiyet-i diniye ile serfirâz milyonlar fedâkâr talebelerin kudsî şahs-ı manevîsi, bir şâhid-i sâdık ve bir delil-i kàtı'dır.↩︎

  32. (Hâşiye) Bu esâretten hayli zaman geçtikten sonra, Barla'ya bir esir gibi gönderilen Üstad, eski mâcera-yı hayatından bir kısmını da "Yirmialtıncı Lem'a'nın Onüç Ricâsı" olarak kaleme almıştır. Merak edenler o risaleye müracaat edebilirler.↩︎

  33. (Hâşiye) Bu hakikat, iki kere iki dört eder derecesinde sâir risalelerde, hususan Onuncu ve Yirmidokuzuncu Sözlerde isbât edilmiştir.↩︎

  34. (Hâşiye) Yani; Allah'tan başka, bütün çağırdığınız ve ibâdet ettiğiniz şeyler toplansalar, bir sineği halkedemezler.↩︎

  35. (∗) Bizim muradımız, medeniyetin mehâsini ve beşere menfaati bulunan iyilikleridir! Yoksa, medeniyetin günahları, seyyiâtları değil ki; ahmaklar o seyyiâtları, o sefâhetleri mehâsin zannedip taklid edip malımızı harâb ettiler. Medeniyetin günahları, iyiliklerine galebe edip seyyiâtı hasenâtına râcih gelmekle, beşer iki harb-i umumî ile iki dehşetli tokat yiyip o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip öyle bir kustu ki, yer yüzünü kanla bulaştırdı. İnşâallâh, istikbâldeki İslâmiyetin kuvvetiyle, medeniyetin mehâsini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de te'min edecek.↩︎

  36. (Hâşiye) Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin İstanbul'da ve bir kısmını bilâhare Ankara'da tab' ile neşrettiği o zamanki eserleri, kırk sene sonra "Arabî Mesnevî-i Nuriye" ismiyle bir arada bir mecmua hâlinde neşredildi. İşte bu Mesnevî-i Nuriyenin mukaddimesinde bu eserler hakkında diyor:"Kırk-elli sene evvel eski Said, ziyâde ulûm-u akliye ve felsefiyede hareket ettiği için hakikatü'l-hakàika karşı ehl-i tarîkat ve ehl-i hakikat gibi bir meslek aradı. Ekser ehl-i tarîkat gibi, yalnız kalben harekete kanâat edemedi. Çünkü aklı, fikri hikmet-i felsefe ile bir derece yaralı idi; tedâvi lâzımdı. Sonra; hem kalben, hem aklen hakikate giden bazı büyük ehl-i hakikatin arkasında gitmek istedi. Baktı; onların herbirinin ayrı, câzibedâr bir hàssası var. Hangisinin arkasından gideceğine tahayyürde kaldı. İmâm-ı Rabbânî de, ona gaybî bir tarzda "Tevhid-i kıble et" demiş. Yani: "Yalnız bir Üstad'ın arkasından git." O çok yaralı Eski Said'in kalbine geldi ki: Üstad-ı hakîki Kur'ândır, tevhid-i kıble bu üstadla olur, diye yalnız o üstad-ı kudsînin irşadıyla hem kalbi, hem rûhu, gayet garîb bir tarzda sülûke başladılar. Nefs-i emmâresi de, şükûk ve şübehâtıyla onu manevî ve ilmî mücâhedeye mecbur etti. Gözü kapalı olarak değil, belki İmâm-ı Gazâlî, Mevlâna Celâleddin ve İmâm-ı Rabbânî gibi kalb, rûh ve akıl gözleri açık olarak, ehl-i istiğrakın akıl gözünü kapadığı yerlerde, o makamlarda gözü açık olarak gezmiş. Cenâb-ı Hakk'a hadsiz şükür olsun ki, Kur'ânın dersiyle, irşadıyla hakikate bir yol bulmuş, Hattâ, وَفِى كُلِّ شَيْءٍ لَهُ آيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ hakikatine mazhar olduğunu Yeni Said'in Risale-i Nur'uyla göstermiş. Mevlâna Celâleddin, İmâm-ı Rabbânî ve İmâm-ı Gazâlî gibi akıl ve kalb ittifakıyla gittiği için, herşeyden evvel kalb ve rûhun yaralarını tedâvi ve nefsinin evhâmdan kurtulmasını te'mine çalışıp Felillâhilhamd Eski Said, Yeni Said'e inkılâb etmiş. Aslı Fârisî, sonra Türkçe olan Mesnevî-i Şerîf gibi, o da, Arapça bir nev'i mesnevî hükmünde "Katre", "Hubâb", "Habbe", "Zühre", "Zerre", "Şemme", "Şu'le", "Lem'alar", "Reşhalar", "Lâsiyyemâlar" ve sâir dersleri ve Türkçe de "Nokta" ve "Lemeât"ı gayet kısa bir sûrette yazmış, fırsat buldukça da tab'etmiş. Yarım asra yakın o mesleği Risale-i Nur sûretinde, fakat dâhilî nefis ve şeytanla mücâdeleye bedel; hàriçte, muhtaç mütehayyirlere ve dalâlette giden ehl-i felsefeye karşı Risale-i Nur, geniş ve küllî mesnevîler hükmüne geçti.O fidanlık mesnevî, turuk-u hafiye gibi enfüsî ve dâhilî cihetinde çalışmış, kalb ve rûh içinde yol açmağa muvaffak olmuş. Bahçesi olan Risale-i Nur, hem enfüsî hem ekser cihetinde turuk-u cehriye gibi âfâkî ve haric dâireye bakıp, Mârifetullâha geniş ve her yerde yol açmış. Âdeta, Mûsa Aleyhisselâm'ın Asâsı gibi nereye vurmuş, su çıkarmış.Hem; Risale-i Nur, hükemâ ve ulemânın mesleğinde gitmeyip, Kur'ânın bir i'câz-ı maneviyesiyle herşeyde bir pencere-i mârifet açmış, bir senelik işi bir saatte görür gibi, Kur'âna mahsûs bir sırrı anlamıştır ki, bu dehşetli zamanda hadsiz ehl-i inâdın hücumlarına karşı mağlûb olmayıp galebe etmiş...."↩︎

  37. (Hâşiye) Yazının sonunda diyor: "Nâkıs ve perîşan isti'dâdım, elbette lâyıkıyla, o mürşid-i hakîkinin âb-ı hayat hükmündeki feyzini massedip alamıyor. Fakat, ehl-i kalb ve sâhib-i hâlin derecâtına göre o feyzi, o âb-ı hayatı yine onun feyziyle gösterebiliriz. Demek Kur'ândan gelen o Sözler ve o Nurlar, yalnız aklî mesâil-i ilmiye değil; belki kalbî, rûhî, hâlî mesâil-i îmâniyedir ve pek yüksek ve kıymetdâr maârif-i İlâhiye hükmündedirler."↩︎

 

REKLAMLAR

Web Site Tasarımı

Yönetim Panelli Website Tasarımlarınız için

0532 307 60 09

 

 

İSTATİSTİKLER

OS : Linux c
PHP : 5.3.29
MySQL : 5.7.43
Zaman : 11:44
Ön bellekleme : Etkisizleştirildi
GZIP : Etkisizleştirildi
Üyeler : 31076
İçerik : 1248
Web Bağlantıları : 2
İçerik Tıklama Görünümü : 2215528

Haberler

 

Eydirme gül yüzünü

Boyun bükmeye değmez…

Gülerken ağladığını,

Mutlu olanlar bilemez…

Saçlarına düşse de,

Yüreğine ak düşmez…

Hep gül dostum,

Bizim gibiler ölmez…